Mizaçlarımız ve İslâmı yaşamak

Müslüman olmak muhakkak ki kâinattaki en büyük nimet ve en harika bir hadisedir. Hz. Muhammed’e (asm) ümmet olmak, maddî ve mânevî mutluluğun kaynağıdır. Hayatın zümrüt tâcı ve tahtıdır.

Çünkü İslâm demek, sistem demektir. Düstur demektir. Uyum demektir. Müsbeti yaşamak demektir. Meşrûiyet demektir. İnsaniyet-i Kübra (en büyük insanlık) demektir. Saadet ve mutluluk demektir. Doğruluk demektir. Rahmet demektir.

Bize yani kendimize gelince; biz insanız. Kâinat içindeki canlıların en kıymetlisi, en harikası, en kapasitelisi, en şereflisi; aynı zamanda en acizi, en zayıfı, en zalimi olan kompleks ve acayip bir mahlûkuz.

Anatomik yönden bedenimizin sağlıklı olarak hayatiyetini devam ettirebilmesi için sahip olduğumuz yüzlerce organımız vardır.

Manevî ve his dünyamızın sağlıklı devam edebilmesi için de binlerce duyguya sahibiz.
Maddî hayatın sağlıklı işlemesi için; İlâhî Fıtrat kanunları ve onun tatbikatçısı Hz. Muhammed’in (asm) tıbb-ı Nebevîsi var. Doktorlar tarafından tatbik edilip işletiliyor.

Bu yazıda konu edeceğimiz ise, manevî hayatın sağlıklı işlemesini sağlayan İslâmî düsturlar ve prensipler olacaktır. İslâm hükümleri, sistemi hayatın olmazsa olmaz şartlarındandır. Zaten onun için, son din olarak Allah tarafından insanlığa hediye ve rahmet olarak gönderilmiştir. Bunu en mükemmel uygulayan da Hatemü’l-Enbiyâ olan Hz. Muhammed’dir (asm). Bu zat-ı muhteşem; insanlığın örnek lideridir. Manevî rehberidir. Muallim-i belîğidir. Maddî ve manevî hastalıkların gerçek hekimidir.

Gerçek mânâda, sağlıklı bir şahsî hayat, aile hayatı, cemaat hayatı, millet hayatı, insanlık hayatı Hz. Peygamber’i (asm) takip etmek, onun (asm) tatbikatını sürdürmekle mümkün olur.

Kısaca değinmeye çalıştığımız İslâm gerçeği ve his yapımızdan sonra asıl mesele, bu iki gerçek arasında maalesef tatbikatta karşılaştığımız günlük hayatımızdaki uygun olmayan olumsuzlukların varlığıdır. Bir Müslüman ve dâvâ adamı olarak, şahsî hayat ile dinî hayat arasındaki sağlıklı bağ, denge, irtibat ve uyumu sağlamanın önemi ve gereğidir.

Risâle-i Nur Külliyatı’nda, bu asrın tarifleri içinde öne çıkanlardan biri olarak “helâket ve felâket asrı” tâbiri vardır. Bu acı tesbit, ihtar ve gerçeğin ışığında “helâket ve felâketlerden” uzak kalma veya içine düşme, doğrudan doğruya bize bağlı bir hadise.   

Bu konuda sizlerin de tefekkür dünyanızı harekete geçirip, birlikte çözüm üretmek isterim.
Toplum, grup ve cemaatler olarak ve bireysel Müslümanlar olarak en önemli problemimiz; his dünyamızla İslâmî hükümleri buluşturamama ve örtüştürememe gerçeğidir. Bu acı zıtlıklar ve paradokslar maalesef akıl ve mantık sınırlarını ve en önemlisi İslâmî hükümleri zorluyor hatta arkalıyor, öteliyor.

Sosyal hayatta karşılaştığımız örneklerden bazıları:
Bir Müslüman, fıtratının ve sahip olduğu binlerce hissin gereği kızabilir, öfkelenebilir, kırılabilir, heyecanlanabilir, üzülebilir. Tavır koyabilir… Ama asla ve asla bir din kardeşine, hele de bir dâvâ arkadaşına küsemez! Bu İslâm’a zıttır.

Bir Müslüman, fikir beyan edebilir, “tesbit” yapabilir, tahkik ve araştırma yapabilir. Ama asla ve asla Müslüman kardeşini “gıybet” edemez.

Bir Müslüman, Müslüman kardeşinin veya dostunun özelliklerini söyleyebilir, maharetleriyle iftihar edebilir, paylaşabilir. Ama asla ve asla; Müslüman kardeşi hakkında su-i zan yapamaz.

Bir Müslüman, Müslüman kardeşi veya dostu hakkında “tarif” yapabilir, bilgi verebilir.  Ama asla ve asla Müslüman kardeşine iftira yapamaz.
Bir Müslüman, Müslüman kardeşine veya dostuna yeri gelir tavır koyabilir. Ama asla ve asla kin besleyemez, beslememeli.

Bir Müslüman, Müslüman kardeşinin veya dostunun güzel hallerini, “en güzel takdir edici yoldaş” olarak samimîce ifade edebilir. Ama asla ve asla; yüzüne karşı onun ayağını yerden kesecek ve onu gururlandıracak övgü dolu sözler söylememelidir. “Takdir” başka, “övmek” başkadır.

Bir Müslüman, Müslüman kardeşine veya dostuna yardım eder, iyilik eder, duâ eder ve hakkında hep iyilik düşünür. Böyle davranmak durumunda ve zorundadır. Ama asla ve asla; ona ihanet edemez, iftira atamaz, aleyhinde bulunamaz, bedduâ edemez.

Örnekleri çoğaltmak mümkün, ama mühim olan çözüm üretmektir. O da Kur’ân ve Sünnete dayalı “tatbikî” hayata gün ve gün, en az her gün “bir tek” bile olsa artı bir değer katmak için küçük bir gayretle haftaları, ayları ve seneleri kademe kademe meyvedar olmasını amaçlamak faydalı olur diye düşünüyorum.

“Eline, diline, beline sahip ol!” düsturunun sırrına uygun yaşamanın önemi bir defa daha öne çıkıyor.

Unutmayalım ve dikkat edelim; dilimiz de “dinimizin” aynası olsun, ondan yana olsun. Onun hükümlerini, ahlâkını ve ahkâmını konuşsun. Benliğimizle ve özümüzle de dinimizi yaşayalım. Bu büyük nimetin büyük bir külfeti ve sorumluluğu vardır. Bu külfet ve sorumluluğa uymak her insan gibi bize, yani kendimize saadet ve mutluluktan başka bir şey getirmez.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*