O madalyalar tam tersine olsaydı…

alt

Siyaset âleminde propaganda gücü çok yüksek olan kesimler, cereyanlar var. Bunların başında da mevcut iktidarın gönüllü propagandistleri gelir.

Övgüde de, yergi de sınır tanımaz derecede ileri gideler.

Meselâ, bunlar bir kişiye, yahut bir zümreye damgayı vurup yapıştırdı mı, sen kırk yıl uğraşsan, yine de yerinden söküp atamazsın.

Keza, övdükleri adamı göklere çıkarır, hep başlar üstünde tutarlar. Sen onu yerde göstermeye çalıştığın anda bile, onların gözünde sende kötüsü, senden haini yok bu dünyada.

Habbeyi kubbe, kubbeyi habbe yapmada da üstlerine yoktur bunların.

Ayrıca, bir hakikati fütursuzca tağyir, yahut ters-yüz edebilirler.

Bir tuhaf halleri de şudur: Açılmasını, konuşulmasını, vüzûha kavuşmasını istemedikleri bir konuda ise, gayet rahat şekilde “üç maymun”u oynayabiliyorlar: Görmezler, duymazlar, bilmezler…

İşte, iki ayrı şahsa verilen şu Yahudi Cesaret Madalyası ile Filistin Devlet Nişanı meselesinde de aynen öyledirler.

Tık yok, tıs yok…

Bilindiği (ve resimde de görüldüğü) gibi, Amerikan Musevi Komitesi Başkanı Jack Rosen tarafından 10 Haziran 2005’te Recep Tayyip Erdoğan’a “Yahudi Cesaret Nişanı” verildi.

Yine, bilindiği ve resimde görüldüğü gibi, Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas tarafından 27 Ağustos 2013 tarihinde Ekmeleddin İhsanoğlu’na “Filistin Devlet Nişanı” verildi.

Sayın Erdoğan’a bu mesele yaklaşık on yıldır sorulup duruluyor. Ama, tık yok.

Erdoğan-severlere, onun gönüllü avukatlığını yapan meddahlara da aynı şey on yıldır soruluyor. Yine tık yok, tıs yok.

Saldırgan İsrail’e karşı en ateşli konuşmalarda bulunan Erdoğan’a vatandaş halkı olarak soruyor: Madem öyle, o halde o nişanı niçin geri vermiyor, iade etmiyorsun? Cevap hanesinde, yine yaprak kımıldamıyor.

Erdoğan’a methiye düzen cenahta da durum yine aynı: Cevap sadedinde ses yok, sadâ yok; tık yok, tıs yok.

Filistin-İsrail meselesine dair hamasî konuşmalar, nutuklar ise, hiç hız kesmeden devam edip gidiyor. Yıllar yılıdır, aynı minval üzere devam edegeldiği gibi…

Şayet durum tersi olsaydı…

Bir-iki dakikalığına da olsa, farz-ı muhal şöyle düşünelim: Şayet, Filistin Devlet Nişanı Erdoğan’a ve Yahudi Cesaret Nişanı İhsanoğlu’na verilmiş olsaydı, yani tam tersi bir durum söz konusu olsaydı, sizce günümüzün azgın propagandistleri ne yaparlardı?

Şahsen, şuna eminim ki, siyaseti adeta din-iman gibi belleyen bu müthiş progpagandistler, ortalığı fena halde ayağa kaldırır, her tarafı toz-duman içinde bırakırlardı.

Bunların şirretçe propagandaları sebebiyle, kuvvetle muhtemeldir ki, İhsanoğlu’nun insan yüzüne bakacak hali kalmazdı. Toplumun huzuruna çıkamaz olurdu.

Sadece onun değil, ona destek verenlerin halleri de pek farklı olmazdı. Kimseyi konuşturtmazlar, kimseyle muhatap olunmasına fırsat bırakmazlardı.

Düşünün ki, bu halde ve mevcut realiteye rağmen, İhsanoğlu hakkında türlü iftiralar uyduruldu, piyasaya düzinelerle yalan-yanlış şeyler servis edildi.

Allah korusun, onun Erdoğan gibi sahiden bir de “Yahudi Nişanı” olsaydı, artık varın gerisini siz düşünün.

Ama bakın, mevcut durum hakkında hiç birinin gıkı çıkmıyor. Sorduğunuzda da, üç maymunu rahatlıkla oynayabiliyorlar.

Eee, bu da az bir maharet değil. Herkes yapamaz bunu.

İnsan bu kadar mı ters-yüz olur?

Evet, söz konusu bu iki zıt nişana dair feci tuhaflıklar devam ededursun, daha başka konularda da çarpıcı zıtlıklara şahit olmaktayız.

Bunlardan biri, şu Ergenekon-Balyoz meselesi. Çoğu insanımız daha bir-iki sene öncesine kadar olanı-biteni hatırlıyordur. Ortalıkta “kurşun gibi ağır” bir hava vardı. Sayın Başbakan, “Ergenekonun Savcısı” kesilmiş, âleme nizamat veriyordu. Tayyipperestler, Ergenekona lânet etmeyene lânet yağdırıyordu. Cuntacılara Cehennem ateşini bile az görüyorlardı. Lehlerinde, hatta haklarında objektif/tarafsızca söz söyleyeni dahi tefe koyuyorlardı.

Sonrası için “Ne oldu?” diye sormaya bile gerek yok. Savcılık rolü, birden hakimlik rolüne dönüşüverdi. Hapishaneler boşaltıldı ve “cehennemlik cuntacılar” dedikleri o kimselerden adeta özür dilendi.

Tuhaflığın son raddesi şu: Tayyipperestler, liderlerini savcılıkta da, hakimlikte de hiç yalnız bırakmadılar; her iki halde de alkış tutmaktan geri durmadılar. Zaten, başardıkları en iyi ikinci meslekleri de budur: Birincisi propaganda, ikincisi alkış tufanı.
«««
Bir başka ters-yüz olma vak’ası da Gülen Hocaefendi meselesinde yaşandı.

Daha yakın zamana kadar Hocaefendiden “hasret”le bahsedilirken, aradan bir sene bile geçmeden, aynı şahsiyet bu kez “hıyânet”te bulunmakla itham edildi.
«««
Gayet iyi hatırlıyorum, benzer yaklaşımlar Beşşar Esed ve Mesud Barzani gibi komşu liderler hakkında da açıkça sergilendi.

Esed, bir anda kardeşlikten azılı düşmanlığa sukut etti. Barzanî ise, onların gözünde basitçe bir “aşiret reisliği”nden adeta “devlet başkanlığı”na terfi eyledi.

Arşivlerde, Başbakan Erdoğan’ın “Bölgesel Başkanlığa” yeni seçildiğinde Barzani hakkında, üzerine basa basa söylemiş olduğu şu sözler duruyor: “Ben Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak bir aşiret lideriyle niye görüşeyim ki? Görüşmem.”
«««
Bu meyanda daha başka örnekleri de sıralamak mümkün.

Ama, herhalde bu kadarı yeterince bir fikir vermeye kâfi gelir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*