Risale-i Nur imdadımıza yetişmeseydi…

Bayram öncesi anne babamızın kabirlerini ziyaret için Eyüp Sultan Mezarlığı’na gittik.

Duâlarımızı okuyup bağışladık. Yıllar önce bu mezarlıkta dolaşıp da bir kurtuluş yolu aradığım, ölümden sonrası için ümit ışığı görmeye çalıştığım günlerim aklıma geldi.

O zaman mezarlar bakımsızdı. Birçok kemik dışarıdaydı. Ölüm ve hayat hakkındaki sır, sanki o kemiğin üzerinde yazılıymış gibi uzun uzun kemiklere bakar dururdum. Ne bir hareket, ne bir ses! Yıllar önce ölmüş bir kişi veya binler yıl önce ölmüş kişiler neredeler? Bilgileri nerede kayıtlı? Birçokları kaybolup gitmişler.

Ölümden kurtulabilen olmuş mu? Ben de öleceğim. Kaybolup gitmek istemiyorum. Kalbimde mevcut güzel duyguların hep bende kalmasını, yok olup zayi olmamasını istiyorum. Ne yazık ki toprak her şeyi öğütüyor. Peki ya benim duygularım? Âlemden alıp, özümsediğim güzel hisler, algılayışlar? Onları toprak öğütemez ki! Onlar nereye gidiyor? Onlar hep bende kalmalı! Bana yaşadığımı bu duygular hatırlatıyor.

Mutlaka bir sır yakalayacağım diye her gün uğradığım bu mezarlıklar, artık meskenim olmuştu. Zaten lisemiz bu mezarlıkların dibindeydi. Sonra ölümü hatırlatan kemiklerden ziyade, onların üzerinde açılmış ve daimî bir hayatı hatırlatan çiçeklere nazar etmeye başladım. Onların bire yüz ya da bin bereketle tohum tutuşları nazarıma ilişti.

Evet son baharda yok olup gidiyordu, ama eline tutuşturulmuş tohumlardaki mektuplar öyle demiyordu. Onlarda, yeni mevsimde, yeniden hayata gelişin müjdesi vardı.

Bizim göremediğimiz bu incecik yazıları yazan ve önümüzdeki mevsimdeki hayat sahnesinde, onları kusursuz yayınlayan, insanları da bütün bilgileriyle tohum niteliğindeki bir belgenin üzerine yazılmış ve elbette onları da diriltecek diye düşünmeye başladım. Çiçeklerdeki ebedî hayat çizgisi, beni de ebede bağlamıştı. Bu da kalbim için bir umut kaynağı olmuştu.

Bizi yetiştiren eğitim sistemi, kalbimizdeki bütün his ve duyguları yok edip, robot, birer makine olmamızı istiyordu. Ebede dair umutlarımızı silip süpürüyordu. Arkadaşlarımın içinde bu hissiz sürüklenişi yaşamamak için intiharı bile düşünen vardı. İnsan olarak yaratılmayı hor hakir gösterip, “atanız bir maymundu” diye okutuluyorlardı.

Risale-i Nur imdadımıza yetişmeseydi, şurasından burasından cılız filizler verip, yaşamaya çalışan minik bir fidan, belki az zamanda manevî bir ölüme giriftar olacaktı. Risale-i Nur bizi sümbüllenişe geçirdi. İçimizdeki hayat kaynaklarını harekete geçirdi. İmansızlığın getireceği korkunç tehlikelerin önüne set oldu. Zira manevî bir ölümün pençesine düşmüş birinin yaşaması ölümden de beterdir.

Kabir ziyareti sırasındaki tefekkürlerim, gençlerimizin şimdiki durumunu gözümün önüne getirdi. Gördüğüm kadarıyla bu gençler, yeni bir diriliş, yeni bir kurtuluş hamlesine muhtaçlar. Yoksa, “Şu kadar, bu kadar gencimiz var.” diye övünmenin hiçbir anlamı yok. Kökü çürük ağaçtan, tarlaya ne fayda gelir? Şu kadar ağacım var diye övünen bir bakar ki ağaçları çürümüş eli boş kalmış…

Duâ ettim gençlerimize. Onlar bizim umudumuz değil mi? Vatanımız bir tarla ise, onlar bizim fidanlarımız değil mi? Lütfen fidanlarımızı kurutmayalım…

Mü´mine Güneş
(Bizim Aile dergisinin Ekim 2017 sayısından alınmıştır.)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*