Sahabe örnek bir hayat yaşamıştır

alt
İlâhiyatçı Prof. Dr. Saim Yeprem, sahabenin yaşayışı, kültürü ve İslâmı anlayışı ile Müslümanlarla birlikte bütün insanlığa örnek olduğunu söyledi.

Sahabe dünyaya örnek bir hayat yaşamıştır

Son zamanlarda sahabelerin hayatıyla ilgili birçok röportaj yaptık. Onların hayatlarına dair anlatılacak çok şey vardı. İslâm ve siyer tarihçilerinden tutun İslâm hukukçularına kadar birçok önemli ve alanlarında yetkin isimlerle söyleşi yaptık. Bu kişilerden birisi de Sayın Prof. Dr. Saim Yeprem Hocamız. Röportaj Ankara’da Sayın Yeprem’in makamında gerçekleşti. Röportaja Ankara Yeni Asya Bürosu Haber Müdürü olan Sayın Umut Yavuz ile beraber gittik.

Sayın Yeprem bir usûl ve kelâm âlimi. Bize sahabenin usûl ve kelâm üzerindeki etkisini ve yansımalarını anlattığında Sahabe-i Kiram hazeratının ehemmiyet ve önemini bir kere daha kavramış olduk. Ve oradan ayrıldığımızda konuştuğumuz ilk şey konunun ne kadar derin bir mevzu olduğuydu. Biz bu söyleşiden yeni bilgiler ve ruhumuza yansıyan güzel bir sahabe esintisiyle döndük. Bu röportajı okuduğunuzda umarız ki bizimle aynı fikirde olursunuz. İyi okumalar dilerim.

Nasıl sahabe oldular ve İslâmiyeti kabul etme noktasında nasıl bir tavır sergilediler?

Önce bir kelâmcı olarak kelime kullanımındaki bir hatayı düzelterek başlayalım. (Sahabeler) şeklinde bir kelime kullanmak yanlıştır. Sahabe kendisi çoğul anlamdadır zaten. Sahabîler denilebilir.

Hz. Peygamberin (asm), Kur’ân-ı Kerim’in bize intikalinde birinci derecede rolü olduğunu biliyoruz. Cenâb-ı Hak bize hitap etmedi. Vahiy de göndermedi ve rüyalarımıza girmedi. Bir zât ile muhatap oldu, o zat Hz. Muhammed Aleyhisselâmdı. Önce kendi eşinden başlamak üzere, en yakınlarına kendisine gelen vahiyden bahsetti. Eşi Hz. Hatice, arkadaşı, dostu Hz. Ebu Bekir, aile çocuklarından Hz. Ali bunlar itiraz etmeden söylediklerini olduğu gibi kabul ettiler. Hemen inandılar. Böylelikle ilk sahabe grubu oluşmuş oldu. Burada önemli olan şudur. Efendimizin (asm), fert olarak o güne kadar “emin” Muhammed (asm) denilen ve kırk yaşına ulaşmış olan zâtın Hira Mağarasında aldığı ilk vahyi sadece onun sözüne dayanmak suretiyle kabul edip tasdik etmeleridir. Efendimizin (asm), “Bana Allah şunları vahyetti” demesini herhangi bir teste ya da denemeye ihtiyaç duymaksızın “Sen eminsin” diyerek kabul etmeleridir önemli olan.. Nitekim inanmayanların, “Bu sözlerin Allah’tan geldiğini ne bileceğiz, belki şiir okuyorsun” şeklinde itirazları var. Fakat kendisine inananlar peygamberle sürekli beraber bulunanlardır. Efendimizi (asm) gören, onunla konuşup sohbet eden bu kişiler sohbet halkasını oluşturdular. İşte bu halka da sahabî dediğimiz o zâtlardır.

Peygamberlik geldiğinde önce tereddüt, alay ve hakaret dönemleri yaşandı. O dönem bitti, işkenceye başladılar. Bu dönemlerde ona sahip çıkandır sahabîler. Peygamberimizin (asm) etrafından bulunup muhafaza ediyorlar. Hücuma kalkanları kılıçlarıyla savunuyorlar. Hicret zamanında gizliyorlar. Biliyorsunuz, Hz. Ali, Hicrette Efendimizin (asm) yatağına kendisi yatıyor. Can tehlikesini hiçe sayarak, ölümü göze alıyor. Hz. Ebu Bekir’i hatırlayın Efendimizin (asm) mağara arkadaşıdır. Yolculuğa beraber çıkıyor. Mağara kapısına gelen düşmana karşı beraber ölmeyi göze alıyor. Kur’ân-ı Kerim de ‘yâr-ı gar’ olarak, yani mağara arkadaşı olarak anılıyor.

SAHABÎ, PEYGAMBERİMİZE (ASM) SAHİP ÇIKTIĞI GİBİ, KUR’ÂN’A DA SAHİP ÇIKMIŞTIR

Sahabîlerin İslâm dininin oluşum ve gelişim aşamasındaki rolü neydi ve neden bu kadar önemli bir nesil olarak karşımıza çıkıyorlar?

Kendisinden sonra gelecek olan nesillere Kur’ân’ın ilk nüshasını ve nüshadan önce de ezber yoluyla Hz. Peygamberden (asm) telâkki edilen metni naklettiler. Efendimizden (asm) işiterek ezberledirler. Bu birinci nesildir. Efendimizin (asm) görevlendirdiği vahiy kâtipleri vardı. Peygamberimizin (asm) vefatına kadar vahyin her gelişinde vahiy kâtipleri bunları gelen âyetleri kayda alırlardı. Âyetlerin hangi sûrenin neresine yazılacağını da söylüyordu. Deri parçaları, kemik kalıntıları, papirüsler, yapraklar gibi yazı yazılan her malzeme üzerine âyet ve sûreler vahiy kâtipleri tarafından kaydediliyordu. Efendimizin (asm) vefatından sonra Hz. Ebu Bekir tarafından, bu hafızların savaşlarda sayıları azalma tehlikesi belirince, artık yeni vahiy gelme ihtimali de kalmayınca, bir araya toplanma kararı verildi. Hz. Ebu Bekir bir komisyon kurdu. Bu komisyon o yazılı malzemeleri bir araya getirdi. Ve Kur’ân’ı Efendimizden (asm) bizzat dinleyerek ezberlemiş olan hafızların kontrolünde yazılı malzeme birleştirildi. İki kapak arasına cem edilerek tek nüsha haline getirildi. Nüsha meydana gelince, diğer ayrı ayrı olan yazılımlar Hz. Ebu Bekir’in emriyle imha edildi. O parçalar dağılıp bir kısmı bir yere, başka bir kısmı başka bir yere gidince, Müslümanlar arasında ayrılık çıkar endişesiyle böyle yapıldı. Oluşturulan bu tek nüsha, Hz. Ömer’in kızı ve Efendimizin (asm) eşlerinden biri olan Hz. Hafsa Annemize emanet edildi. Bakınız Kur’ân-ı Kerim’in zapt edilip, yazılı hale geldikten sonra muhafaza edilmesi bir hanımefendiye teslim edilmiş oluyor. İşte sahabe, Peygamberimize (asm) sahip çıktığı gibi, Kur’ân’a da sahip çıkmıştır. Hem ezberiyle, hem de yazılı metnin muhafazası sûretiyle daha sonra Hz. Osman zamanında Hz. Hafsa’nın elinde bulunan nüsha 8 adet olarak çoğaltılıyor. İslâm ülkelerinin muhtelif yerlerine yollanıyor. Gerek Hz. Ebu Bekir’in hilâfet dönemi olsun, gerek Hz. Ömer’in döneminde İslâm ülkelerinin sınırları genişliyor. Bu genişleme sırasında Peygamber Efendimizden (asm)  Kur’ân’ı duyarak ezberlemiş olan hafızlar da bu ülkelere dağılıyorlar. Onların dağılması, aynı zamanda ezber nüshaların dağılması anlamına geliyor. Çünkü onlar da başkalarına okumak suretiyle ezberletiyorlar.

SAHABE, İSLÂM DİNİNİN HZ. PEYGAMBERDEN (ASM)  TELÂKKİ EDİLDİĞİ GİBİ UYGULANMASINI VE HAYATA İNTİKAL ETMESİNİ SAĞLAYAN NESİLDİR.

Efendimizin (asm), sahabeleri insanların en hayırlısı olarak nitelendirmesinin sebebi nedir?

Bir rivayette şöyle geçer. Efendimiz (asm) buyuruyor ki; “İnsanların en hayırlıları benim dönemimde olanlardır. Sonra onları takip edenler, sonra da onları takip edenlerdir.” Bu rivayete göre, Efendimizi (asm) gören birinci nesil sahabe, ikinci nesil tabiin ve üçüncü nesil de tebe-i tabiindir. Bu üç nesil, İslâm dininin Hz. Peygamberden (asm) telâkki edildiği gibi uygulanmasını ve hayata intikal etmesini sağlayan nesillerdir. Emevî halifelerinden Ömer bin Abdülaziz döneminde, yaşlılık ve savaş sebebiyle, Kur’ân-ı Kerim’i ezbere bilenlerin ve Efendimizden (asm) gelen rivayetleri, hatıraları bilenlerin tükendiği görülüyor. Hz. Peygamberin (asm) kendisi hayatta iken Kur’ân metinleriyle karışmasını engellemek için, bizzat kendisi, söylediklerinin yazılmasını yasaklıyor. Ömer bin Abdülaziz, Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in de aynı yolu takip ettiğini görüyor. Efendimize (asm) ait olan bugün hadis dediğimiz bu rivayetlerin artık Kur’ân’la karışma ihtimalinin ortadan kalktığını da görünce, Efendimizden (asm) gelen bu rivayetlerinde dinimizin anlaşılması ve uygulanması açısından çok önemli belgeler olduğu gerekçesiyle, bütün İslâm beldelerine tamim gönderiyor. Verdiği emir şöyle; “Hz. Peygamberin (asm) asârı zayi olmak üzeredir. Kim bu konuda ne biliyorsa söylesin ve toplansın.” Muazzam bir hadis toplaması faaliyeti başlıyor. İslâm dininin günümüze sağlam bir şekilde ulaşmasına vesile olmuşturlar ve Efendimizle (asm) beraber bütün çilelere göğüs germişlerdir.

Bu büyük hizmetin beraberinde getirdiği bir tehlike var mıydı? Buna karşı sahabe nasıl bir davranış sergiliyor?

Elbette, bu büyük hizmet aynı zamanda uydurma hadisler dediğimiz bir tehlikeyi de ortaya çıkartıyordu. Siyasî iktidarlara yaranmak ya da iktidarları kötülemek isteyenler her iki karakterde de İslâm dinine karşı olumsuz bakanlar vardı. Veya İslâm dinine çok olumlu bakıp da bilgi bakımından eksik olanlar, uygun gördükleri bütün konuları Peygamberimizin (asm) adına nakil ettiklerinde tutulacağını düşünerek yapılanlar da vardı. Bunların içinde iyi niyetle yapılan şeyler de vardı. “Ben Kur’ân okumayı teşvik ediyorum” diyorlardı. Örneğin; “Falanca sûreyi şu kadar okumak şöyle iyidir” gibi şeyler hüsn-ü niyetle yapılan şeylerdendi. Diğer yandan ipe sapa gelmez öyle şeyler uyduruyordu ki birileri; “Bu da peygamberden geldi” deniyordu.

İşte, burada sahabe çok önemli bir rol taşıyor. Hadis ilminde bizzat Peygamberden (asm) sahabeye ulaşan hadisler, en güçlü hadisler olarak nitelendiriliyor. Sahabe ile hadis kitabını kaleme alan müellif arasında ne kadar az ravî varsa, rivayet o kadar kıymetli kabul ediliyor. Kaynağa yakın birinci el oldukları için, burada sahabenin fevkalâde önemli bir fonksiyonu vardır. Hicrî ikinci asırda müçtehid imamların ‘sahabe kavli’ adı altında fıkıh ilminde müstakil bir delil olarak kabul ettikleri bir kavram var. Sahabe kavlinin en tipik örneği, Hz. Ömer’in muvafakati denilen Hz. Ömer’e ait görüşler.

ALLAH VE KULLARI ARASINDA KORKU BAĞI DEĞİL DE SEVGİ BAĞI VARDIR

Sahabenin, Peygamber Efendimize (asm) itaatindeki asıl sebep neydi? Onları bu kadar özel kılan ne gibi vasıf ve niteliği vardı?

Bunu Kur’ân-ı Kerim bize şöyle açıklıyor: “Ey peygamber de ki; eğer siz Allah’ı seviyorsanız bana tabi olun ki Allah da sizi sevsin”. Madem ki Allah ve kulları arasında korku bağı değil de sevgi bağı var. Allah’ın sevgisi de peygambere tabi olmaktan geçiyor.

Başka âyette, “Allah’ın Resûlünde sizin için güzel bir örnek vardır” buyruluyor. Müteaddit âyetlerde, güzel ahlâk ve Kur’ân ahlâkının canlı olarak temsilinin Hz. Peygamber (asm) olduğu, ona tabi olmanın Allah’ın bizi sevmesi için ön şart olduğu ifade ediliyor. Hz. Peygamberi (asm) ona iman eden kişinin kendi annesi, babası ve çocuklarından çok sevmesi gerekiyor. Bunu da can-ı gönülden iman etmiş olanlar gösteriyorlar.

Ve sahabînin isar dediğimiz Kur’ân da övülen çok önemli bir niteliği vardır. Bu, başkasını kendine tercih etme faziletidir. Muhacirlerin Mekke’den gelen kardeşleriyle her şeylerini paylaşmaları, bunun çok güzel bir örneğidir. Bakınız, dünya toplumuna örnek olacak bir diğergamlık modelidir. Başkasını kendisine tercih etmektir. Bu gün İslâm toplumlarında hemen hemen hiç kalmamış bir davranış tarzıdır. Yeryüzünde her şeyin karşılığını dünyada görme psikolojisi hâkim olduğu için böyle bir fedakârlık ancak ahiret inancı üzerinden gerçekleşebilir. “Burada karşılığını görmesek de ahirette karşılığını göreceğiz” inancıdır, insanı böyle fedakâr yapan. Medine döneminde Efendimiz (asm) gayri müslimlerle bile kardeşlik anlaşmaları yapmıştır. Vatandaşlık anlaşmaları yapmıştır. Bu sahabîlerin dindaş olmayanlarla bile birlikte yaşama kültürünü oluşturmuştur. Farklı toplumlarla yaşamanın ilk örneğini sahabî vermiştir bize.

BİZ TOPLUM OLARAK ÖRNEK ALMAKLA TAKLİT ETMEYİ BİRBİRİNE KARIŞTIRDIK.

Bizim bakış açımızda ne eksik kaldı da biz sahabî çizgisinden uzaklaştık. Buna sebep olan şey neydi?

Biz toplum olarak örnek almakla taklit etmeyi birbirine karıştırdık. Örneğin Efendimizin (asm) başkalarına karşı gösterdiği, şefkati, anlayışı, merhameti örnek almak yerine “Efendimiz kaşığı nasıl tutardı, avucuyla mı yerdi?” gibi, teferruata ilişkin hallerini bundan daha fazla önemsedik. Şekilde takıldık, kaldık. İşin mantığını ve şuurunu bilmedik örnek almak yerine taklit ettik. Allah’ın emrettiği Hz. Peygamberi (asm) örnek alınmayı, taklit etme diye algıladık. Biz toplum olarak böyle bir hataya düştük. Peki, Hz. Peygamber (asm) benim asrımdakiler, sonra ondan sonrakiler dediği sahabî içinde aynı hataya düştük. Peygamber saygı ve sevgisini farklı bir şekilde abarttık ve sadece söylemlere yerleştirdik. Kur’ân da “Ey peygamber, de ki ‘ben aynen sizin gibi bir insanım, ancak ilahınızın tek bir ilah olduğu bana vahy olunuyor’” buyruluyor. Böyle dediği halde Peygamberi insan üstü bir duruma yükselttik. Efendimiz (asm), “Beni böyle meth etmeyin. Sizden önceki milletler peygamberlerine böyle davrandıkları için helâk olmuşlardır” diyor. Bakın Sahabe-i Kiram Peygamberimiz (asm) bir şey söylediği zaman soruyorlar “Bu söz senin sözün müdür yâ Rasûlallah, yoksa Allah mı söylüyor?” “Allah söylüyor” dediğinde hemen susuyorlar. “Benim sözüm” dediğinde “Yanlıştır, böyle olmaz” deyip muhalefet edebiliyorlar. Rahatça soruyorlar. Kafalarının almadığı şeylere itiraz ediyorlar, sorarak öğreniyorlar. Bunun birçok örneği var. Efendimiz (asm) onlara “Siz dünya işlerini daha iyi bilirsiniz” diyor. Sahabe, Efendimizi (asm) eleştirebiliyor. Tamamen insanî bir yaklaşım söz konusudur. Onu ve sahabîlerini ütopik bir yere koymak yerine, anlayarak, hayatımıza dahil etmek zorundayız. Sözde ve söylevde kalan bir saygı ve sevgi hiçbir şeyi değiştirmez.

Prof. Dr. Saim Yeprem kimdir?

23 Ocak 1941 tarihinde İstanbul´da doğdu. 1959´da İstanbul İmam-Hatip Okulundan ve bir yıl sonra da İstanbul Pertevniyal Lisesinden mezun oldu. Bir süre İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümüne ve bir süre İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine de devam eden M. Saim Yeprem, 1963 yılında İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsünü bitirdi. 1977 yılında asistan olarak atandı. İstanbul Yüksek İslâm Enstitüsü, 1982 yılında Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi haline dönüştükten sonra, 1992 yılında profesör oldu. Yeprem, 1999–2000 akademik yılında atandığı İlahiyat Fakültesi Dekanlığı görevini bir süre yürüttü. Prof. Dr. M. Saim Yeprem, 2005 tarihinde Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek Kurulu Üyeliğine atandı. Yeprem´in uzmanlık alanıyla ilgili yayımlanmış çok sayıda telif ve tercüme, eser ve makalesi bulunuyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*