Sevgi kaynağımız sevgili kalbimiz

Kalb her zaman sevginin sembolü ve kaynağı kabul edilmiştir. Bazı marifet ehli kimseler, sevginin ayrıca beyin ile yakın ilişkisi vardır diye iddia etmişlerdir. Sevginin biraz daha üstünde olan aşk ile beraber oluşan duygular; insanın biyolojik yapısı üzerinde, yani bedeninde bazı etkilere sahip olduğu da bir hakikattir. Mesela bu etkiler; heyecan, kalb atışlarında ve çarpıntısında artış, terleme, iştah azalması, mide asitlerinde düzensiz bir hareketlenme şeklinde kendini gösterebilir. Dolayısıyla aşk ve sevgi gibi duygular, beyinde oluşur, lâkin emareleri kalb üzerinden zuhur eder.

Beynin her bölgesi ayrı ayrı farklı duyguları ve faaliyetleri organize eder. Duygulardan ve sevgiden orta beyin sorumludur. Aşk sevgiden daha ileri seviyede olup kolayca kontrol edilemeyen; daha delice kararların verildiği, hatta taşkınlıkların yaşandığı durumları, vaziyetleri ifade eder. Ancak sevgi daha kalıcı olup, mantığın ve kuralların hakim olduğu dönemler olarak kabul edilir.

Sevgi, insanı hayata bağlayan daha neşeli bir yaşam sürmesine sebep, en önemli duygudur. Sevgi duygusu artıkça kanda bulunan akyuvarların daha fazla aktif faaliyet göstermelerine de yardımcı olur. Bu sevgi duygusu ile kalbte bir itmi’nan, bir sekine, bir yatışma, sakinleşme ve huzur hali oluşmakla birlikte, kan basıncınında düşmesine neden olur.

Bununla beraber, sevgiyle birlikte insan daha rahat, huzurlu bir uykuyu da temin etmiş olur. Stres ve üzüntü ise bunun tam tersine olarak olumsuz etkiler bırakır. Bazen kendisini üzen bir olay karşısında göz yaşı döker, mahzun olduğunu görürsünüz. Bazen kendisini sevince boğan bir olaydan dolayı yüzünde tebessümler, gülücükler zuhur ettiğini, çehresinin parladığını müşahede edersiniz. Bazen korktuğundan dolayı, kalbinin güm güm atması, tüylerinin diken diken olması, gözlerinin fırlayacak gibi olması, benzinin sarardığını ve titrediğini; utanan birinin ise yüzünün kızarması, bazen cinsel münasebet arzulandığı zaman, kadın ve erkeğin vücutlarının değişik hormanlar salgılaması ve bazı organların değişimler göstermesi, bazen de içine girdiği bunalımdan ötürü değişik davranışlar sergilediğini müşahede ederiz. Bazen moral bozukluğundan suratının asıldığını ve uykularının kaçtığını duyar ve bazen kendiniz de bu haleti yaşamanız mümkün olur. Bazı zaman olur ki, bir insan korkusuzca büyük bir cesarete sahip olur. Ve bunlara benzer hal ve insanî tavırların, duyguların tümü kalbten dışa tezahür eden, yansıyan belirtileri ve emareleridir. İşte bunların hepsi aynı işleyişin sonucunda kalb’te meydana gelen suretler ve değişimlerdir.

Evet insan halden hale girer ve bu haller kâinatın sırlarından bir sır olarak görülür. İnsanın kalbi, Allâh’ın tecellilerinin hızla deveran ettiği bir nehir gibidir. Öyle bir nehirdir ki; göllere, denizlere, okyanuslara ulaşmak telaşındadır. İnsan da bizzat o telaşın içindedir. Ayrılığa, ayrı düşmeye, sadece akıp gitmeye, kıvrım kıvrım akmaya dayanması hayli zordur. Hep genişlemek, büyümek, sarmak, sarmalamak isteğiyle yer yüzündeki sularda, bazen çalı çırpıyı da taşımak, önüne alıp sürüklemek zorunda kalır.

Kalb, moral değerlere bağlı, değişik durumlara haiz bir organdır. Sevdiği ile başbaşa konuşan, sohbet eden bir insan açlık hissetmez. Hasta ise şayet, ağrı ve sızılarını unutur. Bir başarı, bir kahramanlık, bir fedakarlık olayı karşısında yine gözleri yaşarır.

Hikmet ve mana itibariyle kalbin bu yaşadıklarında beynin bitkisel sinir sisteminin herhangi bir etkisi ve rolü söz konusu değildir.

Sevdiklerinizden, yerinizden, yurdunuzdan ayrılırken göğsünüz daralır, kalbiniz sıkışır. Allâh, kulunun; “Göğe çıkıyormuş gibi kalbi iyice daralır”(1) ifadesiyle; psikolojik durumunu nazara verirken, diğer yandan bir tabiat kanununa da işaret etmektedir. Göğe yükseldikçe basınç azalacağından, o nisbette nefes alma da güçleşir. Hatta 20 kilometreyi geçen yüksekliklerde özel cihazlar olmadan insan nefes alamaz ve ölmesi de mukadder olur. İnsan bazen o denli kalbi sıkıntı yaşar, daralır ki; adeta dünya ona dar gelmeye başlar. Ve bir nefes alıp rahatlama adına, adeta göğe tırmanmak ister, diye o sıkıntılı durumunu da tasvir etmektedir bu ayet. Yani çağlayanlar halindeki insan kalbi, bazen safiyetini kaybedebilir, bulanıklaşabilir, kirlere bulaşabilir. Dolayısıyla, kalbin temizliğine, nezâket ve nezâhetinin muhafazasına dikkat etmek; kişinin özel iradesine ve duygularına bağlıdır.

Ama sevinçte, göğsünüzde bir sıcaklık, bir rahatlık, bir genişlik hissedersiniz.

Kalb ile ilgili, belki de hiç bilmediğimiz aşağıdaki şu bilgileri de aktarmakta fayda görüyorum:

“Kalbin doku yapısında başlı başına ilâhî sırrın hikmetini sergiler. Bütün organlar belli hücrelerin meydana getirdiği dokulardan kuruludur. Oysa kalb özel bir dokuya sahiptir. Kalbin kas telleri müthiş bir sinir dokusu ile iç içedir. Hatta bu yüzden kalbe kas + sinir dokusu denebilir. Bunun dışında bizzat kalb kası içinde ve kalbin üst kısmında iki tane sinir merkezi, yine kalb duvarları arasında bir sinir demeti vardır. Bu üç sinir merkezi adeta birer minik beyin gibidir. Kalbin beyin ile ilgili ayrı bir siniri olmasına rağmen, kalb ayrı ve müstakil bir beyin sistemine sahiptir. Bir çok fizyologlar, kalbin her hücresinin sinir hücresi gibi elekrik üretip, görev yapabildiğini kabul ederler. Beyinden gelen elektrik kesilse bile, kalb kendi özel sinir sistemi sayesinde ilâhî görevini aksatmadan sürdürür.

Kalbe ait az bilinen diğer bilimsel bir özellik ise, kalbin manyetik alanlarıdır. Kalb göğüs boşluğunda gelişigüzel konmuş değildir. Aksine bir radar alıcısı gibi, binbir açı hesabı ile monte edilen adeta elektronik bir organ gibi görev ifa eder. Kalb bu özenli duruşu nedeniyle üç ayrı düzlemde, üç ayrı manyetik alan oluşturur. Bunlardan ilki, ortadan sola doğru yatık bir manyetik düzlemdir. Sağ omuzdan sol böğüre doğru açısal bir eğiklik verir. İkincisi, yukarıdan aşağı, vücud eksenine paralel, kalbin sağ kenarından geçen bir düzlemdir. Üçüncü manyetik alan ise, ekseni sol omuzdan karaciğer üst kenarına doğru gelişen düzlem içindedir. Bu üçüncü eksen, kalb elektrolarının temel yön tablosudur. Kalbin faaliyetlerinden ortaya çıkan bu manyetik sistemler tüm hücrelere kadar yansır. Vücudun her noktasını kendi enerji sistemi ile sarar. Eski Çin’den beri dikkatle izlenen akupunturdan tutun da, insanların biomanyetik alanına kadar bütün esrarlı olayların menşe-i kalbtir.(2)

Ve kalb ayrı bir yapıya sahip, başlı başına muazzam bir ahenk ve uyum içerisinde çalışır ve beyinden tamamen bağımsız, bütün duygusal olayları yönetir, bir vücut merkezi hükmündedir.

İnsan her an halden hale değişebilen, dönüşebilen bir varlıktır. Cenab-ı Allâh insanı iki önemli aletle techiz etmiş, donatmıştır. Bunlardan birincisi beyin kompitürlerindeki bilgileri yorumlayan akıldır. Diğeri ise, doğrudan bilgileri üreten ve onları idrak ederek yorumlayan kalbtir. Allâh’ın akıl ile kavranması mümkün değildir. Zira akıl, beyin kompitürünün, beş duyu organının kaydettiği bilgilerle muhakeme eder ve onlarla yargıya varabilmektedir. Ancak kalb, O’nu zahirde görmezse de sezer ve o duygu ile hayatına hayat katabilir, mutlulukla yaşar.

İnsanın mahiyetinde fikirlerin aynası dimağ ile, hislerin aynası olan vicdandan meydana gelen ve lâtife-i Rabbaniye denilen kalp, iman hakikatinin mahalli ve merkezi hükmündedir.

“Aşk gelince cümle eksikler biter.” der Yunus Emre. İyi der, güzel der hoş der demesine de; peki insan bir kalble onca sevgiyi nasıl sevmeli?

Yanarız bazen susuzluktan; bir bardak su hararetimizi giderir. Kıvranırız bazen açlıktan; üç-beş lokma açlığımızı giderir. Her şey böyledir. Göze ışık, akla ilim, kalbe iman ve aşk…

Açlıktan kıvrandığı gibi, sevgisizlikten de kıvranıyor insanlar. Çatlamış toprak yağmuru istediği gibi, duyarlılığı kurumuş kalpler de sevgi istiyor. Allah’ın muhabbeti kalbinde olunca insanın; insan, insan olur. Aşk gelince, şairin dediği gibi eksikler tamam olur.

Bediüzzaman aşkın kalpteki basamaklarını sıralar: meyil, muhabbet, aşk ve istiğrak.

Kalb sevmeye meyletmekle başlar, o meyli muhabbete döner, o sevgisi artarsa aşk olur; ve son mertebede de Mecnun’un Leyla’nın aşkında gark olması gibi, o aşkta boğulur. Aşk, insanı sevdiğine bağlar, sevdiğinde fani eder, Mecnun’un Leyla’sında fani olduğu gibi.

Tam da bu sebeple insan neye meylettiğine dikkat etmeli. O meylettiği şey, bir adım ötede sevgili, bir adım ötede de gark olduğu, silindiği, yok olduğu şey olabilir.

Bediüzzaman Hazretlerinden harika bir tespit daha aktaralım: “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fani mahbuplara müteveccih olduğu vakit ya o aşk, kendi sahibini daimi bir azap ve elemde bırakır veyahut o mecazi mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için bâkî bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikiye inkılab eder.” (Mektubat s.34)

Evet herkes yola çıkar; ama yoldan çıkmayanlar menzile varır. Herkes denize açılır; ama denize aldanmayanlar sahil-i selâmete ulaşır. Herkes sever ama gerçek sevgiye, aşk-ı hakikiye Allah’ı sevenler ulaşır. Kalbini yaratılmışlarda, mecazî aşklarda kaybeden, aşk-ı hakikinin sahil-i selâmetine ulaşamaz.

Su içmek, yemek yemek nasıl vazgeçilmez ise, insan illa ki sevecektir. Sevdiğin ne ise; seni o şekillendirecek, hayatının rotasını belirleyecek. Gerçek sevgiyi bulamayan, onun yerine mecazî sevgililere takılıp kalacak…

Oysa biraz düşünse insan, bu kalbi ona veren Rabbi, sadece bu dünyadaki fani şeyleri ya da kendisi gibi olanları sevmesi için vermiş olabilir mi?

Bir de şu âyet kulaklarında çınlasa: “Ey insan, pek lütufkâr olan Rabbine karşı seni aldatan ne?..” (İnfitar Suresi, 6)

Peki nasıl sevmeli insan?

İşte harika yol aydınlığı cümleler: “Cenab-ı Hakk’ın mâsivasına (gayrısına) yapılan muhabbet iki çeşit olur. Birisi, yukarıdan aşağıya nâzil olur. Diğeri, aşağıdan yukarıya çıkar. Şöyle ki: Bir insan, en evvel muhabbetini Allah’a verirse onun muhabbeti dolayısıyla Allah’ın sevdiği her şeyi sever ve mahlukata taksim ettiği muhabbeti, Allah’a olan muhabbetini tenkis değil, tezyid eder (ziyadeleştirir). İkinci kısım ise, en evvel esbabı sever ve bu muhabbetini Allah’ı sevmeye vesile yapar. Bu kısım muhabbet, topluluğunu muhafaza edemez, dağılır. Ve bazen de kavî bir esbaba rast gelir. Onun muhabbetini mana-yı ismiyle tamamen cezbeder, helâkete sebep olur. Şayet Allah’a vâsıl olsa da vusulü (ulaşması-kavuşması) nâkıs olur.” ( Mesnevî-i Nuriye, Katre, s.74)

Burada, kalb ile ilgili olarak Üstad Said Nursi’den nakledeceğim diğer bir kaç cümle konuya renk katacaktır diye inanıyorum, şöyleki:

“Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sani-î (Allâh-ı) arayan ve isteyen ve sani’in vücudunu delilleriyle ilân eden kalb ile vicdandır. Kalbten maksad; sanemberi (çam kozalığı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir lâtife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyat (duyguların aynası), vicdan; ma’kesi efkarı (fikirlerin yansıma yeri olan) dimağdır, yani beyindir.”(3)

Ayrıca “Hakikat” tabiri; varlık âleminin ve onun bir tercümesi olan Kur’an’ın delâlet ettiği İlâhî vasıflara ait manalar bütünü olarak tanımlanabilir. Nitekim; “Hakiki, hakikat-ı eşya esma-i ilâhiyedir. Mahiyeti eşya ise o hakikatlerin gölgeleridir.”(4) denilmiştir.

“Hakikat dersi” ise, bu bağlamda “Varlık âleminin ve vahyî beyanların, ilâhî gerçeğe işaretlerinin talimi” anlamına gelmektedir. Başka bir ifadeyle hakikat dersi; nakillere, fıkhî kurallara ait bilgiler değil; bütün varlıkların, âyetlerin (delillerin) ilimlerin işaret ettiği fiil, isim, sıfat, şuunat ve Zat-ı İlâhiyeye ait gerçeklerin ilmî ve talimi” anlamına gelmektedir. Zira “Hakikat dersi” ayrı bir yatkınlık, özel bir ilmî birikim, ayrı bir çaba ve manevi bir liyakat ister.

Dolayısıyla burada kalbin manevi bir inkişafa mazhar olması söz konusu olabilir. Bu aşamada büyük zatlarla mana âleminde bir bağ kurulabilir. Meselâ “ilim beldesinin kapısı” olan Hz. Ali ile kalbî ve ruhî bakımdan bağ kurma, bedenî ve hissî olarak onların bulunduğu manevi âlemin frekanslarını yakalama ve onların beslendiği kanallardan gelen, “feyizlerin ve hakikat nurlarının akıl ve kalbe yansımasına hazır hale gelme” ile versiyonuna kavuşabilir. Bu sadece ilimle değil, aynı zamanda kişinin iç dünyasını arındırarak, yoğun bir tefekkür halinde olma hali ve her türlü benlikten geçerek, hakka hizmete odaklanma, manevi melekeleri inkişaf ederek; kısacası bedenen de yaşamakla beraber, manen; “kalb ve ruhun derece-i hayatına girmek”le mümkündür. Nitekim Üstad, Zühre bahsinde; “…Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir” ifadeleriyle bu hususun aynı zamanda, kendisinin de yaşadığı ve ulaştığı bir merhale ve manevi bir makam olarak da düşünülebilir, desek mubalağa etmiş sayılmayız. (Zira O, Türk Dili Ve Edebiyatı üzerine hiç eğitim görmediği ve ana dilinden de başka, 6000 küsur sahifelik eser külliyatını Türkçe olarak yazıp te’lif etmesi, bunun en güzel delili olmalıdır. Bu eserlerinden “İşaratü’l-İ’caz” adlı eserini birinci cihan harbinde Kafkas cephesinde, gönüllü milis alay kumandanı olarak ve yine emsalsiz bir şekilde cephede, siperlerde arapça olarak yazmıştır. Diğer bir eseri olan “Mesnevi-î Nuriye’yi de arapça olarak te’lif etmiştir. Geride kalan külliyatının çok az bir kısmı Farsça beyitler olmak üzere tümünü, yanında Kur’an’dan başka hiç bir kaynak olmadığı halde, Türk dili üzerine yazması; zekâsının üstünlüğüne ve O’nun ummanlar gibi ilmine işaret etmektedir. Eserlerindeki mükemmel belağat ve harika edebî üslubuna, öncelikle Türk edebiyatçıları ile ilim adamlarının takdirkâr medh-u senalarına mazhar olmuştur.)

Bu arada

Başka bir vesile ile de; “….Çünkü ruh zamanla mukayyed, yani bağlı ve kayıtlı olarak değil, insanî duyguları ruh derecesine çıktığı vakit; o hazır zaman genişlenir; başkalarına nisbetle, mazi ve müstakbel (geçmiş ve gelecek) olan vakitler, ona nisbeten hazır hükmünde”(5) olabiliyor.

Hayatını, “ruhun derece-i hayatına” ulaştıran bir kimse, yine müellifin ayetlere dayanarak beyan ettiği üzere; “bast-ı zaman” ve “tayy-ı mekâna” yani, zamanın genişlenmesi ve mekânın dürülmesi gibi olağanüstü hallere nail olmakla; uzun sürede yapılacak işleri kısa bir sürede gerçekleştirebilme imkanına da sahip olabilir.(6)

Evet iman nuruyla aydınlanan bir kalp, bu dünyada dahi sahibine manevi bir cennetin lezzetini tattırabildiği gibi, imanın bu anlâmından yoksun olan bir kalp ise, sahibine manevi bir cehennemin acılarını ve elemlerini çektirir.

Bir hadis-i kudside “Ben yere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım.” diye beyan eden Yüce Allah’ın bu ifadesine binaen, kalbe “Beytullâh” yani Allah’ın evi denilmiştir.

Şimdi de uzanalım saadet asrına doğru… Ve bu konumuza bir cevap da orada arayalım. Peygamber Aleyhisselam bir gün, Hz. Ali’ye sordu:

“Yâ Ali, Allah’ı sever misin?”

“Hiç şüphesiz!”

“Beni sever misin?”

“Elbette.”

“Peki Fatıma’yı?”

“Evet.”

“Pekâlâ, ya Hasan’la Hüseyin’i?”

“Severim yâ Resulallah!”

Sorduğu sorulara aldığı bu cevaplardan sonra, Peygamber aleyhisselam, Hz. Ali’ye bu sefer de şunu sordu:

“Peki, bu kadar sevgiyi, bir tek kalbe nasıl sığdırıyorsun?”

Hz. Ali, Allah’ın Resulü’nün bu sorusuna hemen cevap veremedi. Evine gidip, hanımına—Peygamber aleyhisselam’ın biricik kızı, Fatıma Validemize—soruyu aktardı ve ondan bir cevap istedi. Hz. Fatıma ona şöyle bir cevap verdi:

“Bunun cevabı bilinmeyecek bir şey değildir. Allah’ı sevmen, imanından ve aklındandır. Peygamberi sevmen, gönlündendir. Beni sevmen nefsindendir. Hasan ve Hüseyin’i sevmen ise, babalığının gereğidir.”

Hz. Ali, Fatıma Validemiz’den aldığı bu cevabı doğruca Peygamber aleyhisselam’a aktardı. Sorusuna verilen cevaptan memnun olan Resulullah, cevabın kimden geldiğini anlamıştı. Kızı Fatıma’yı kastederek şöyle buyurdu: “Bu meyve, peygamberlik ağacından alınmışa benziyor.” buyurdu.

Allah için yaşayanlara, Allah için sevenlere ne mutlu…

Tekrar ana konuya dönelim.

Kalb bazen kulağa ve göze ayrı bir duygu idrâkini de verebilmektedir. Bu ışığın ve sesin fizik değerleri dışında bir kavramdır. Ayrıca göz ve kulağın bütün faaliyetlerini içine alan elektromanyetik gücüyle görülen ve duyulanları derinleştirip, netleştirmektedir.

Peki bu nasıl olmaktadır?

“Bir güzeli gördüğünüz zaman kalbinizdeki manyetik alanın nasıl sarsıldığını ve sonra görme olayını sizi ne denli derin bir idrâke sevkettiğini farkedersiniz. Sevdiğinizin sesi, hangi fizik ölçülerde olursa olsun, onun sizde bıraktığı haz ve zevk kavramını izah edebilir misiniz?

İşte kalbin madde yapısı ile manaya geçişini sembolleştiren bu noktadan ötede müthiş bir yeteneği gizleniyor. O da sevgidir…

Hiç bir organın ve ekranın kavrayamayacağı sevgi duygusu, kalbin bir anlamda amacıdır. O elektromanyetik ve sinirsel ihtişamı ile, ön sezisi ile, tüm yeteneklerimize hükmetmeye başlayınca; göz perdesinin ardında seyrettiği güzelliğin öylesine cazibesine kapılır ki, insanın en yüce yanı ortaya çıkar, Sevgi…”(7)

“Durgun su çabuk bulanır. Akan su çabuk arınır. İnsana yakışan temiz su olmaktır. Kalb su dolu bir kâsedir. Bazen güneşin harareti artar. Dertler, musîbetler üst üste gelir. İnsan yandıkça yanar. Artık duâ ve gözyaşı vaktidir. İnsan gözyaşı ve duâyla buharlaşır, ruhanîleşir. Semâ âlemine, göklere çıkar. Allah bir katre gözyaşını, bir damla duâyı zayi etmez, sema âleminde tutar, meleklerin elinde duâlar yağmur katrelerine döner. Gözyaşı ve duâlar arındırılır, yağmura dönüşür. Gün gelir, bahara erilir.

Rahmet, yağmur gökkubbeden kalbin kubbelerine düşer. Gözyaşı ve duâlar geldiği yere, kalbe döner. Kalb derya olur; dolar, taşar. Duâlar göğe yükselmeden, gözyaşları yere düşmeden önce insan kısmen kirlidir. Göklere kalbinin paslı suyundan göndermiştir. Ama gökler aynıyla karşılık vermemiştir. Gözyaşlarını kristale, duâları elmasa dönüştürmüştür. Katre katre düşmüştür kalbe.

Yağmur göze, duâ gönle şifadır. Gözdeki yaşlara, gökteki yağmurlar eşlik eder bir gün. İnsandır kirlenir, duâ ve gözyaşı arındırır. Belâlar, musîbetler, sıkıntılar duâ damlaları, yağmur katreleri, rahmet suları barındırır. Musibet yangınıyla tutuştuğunda

gözyaşları ve duâlarla kendini rahmet yağmurlarına hazırla. 14 asır önce masumların içli duâlarını dinleyip, Hz. Muhammed Mustafa’yı (asm) gönderen Rabbin, elbet seni de işitecek, gözyaşlarını rahmet yağmurlarına dönüştürecektir.

Bazen güneş gökyüzünden çekilir. Her yer kararır. Dünya soğudukça soğur. Musîbetler, sıkıntılar her yanını istilâ eder. Hâlini kimseye anlatamazsın. Derdine dost, acına arkadaş bulamazsın. Bütün kapılar üzerine kapanır. İçine kapandıkça kapanırsın. Dünyadan soğudukça soğursun. İnsanların bu kadar acımasız, dostların vefasız olabileceğini hiç aklına getirmemişsindir. Su gibi donup kalırsın. Dilin lâl, yüreğin inhilâldir. Bazen soğuk soğukluyla yakar, ya sen de dondukça yanar, yandıkça donarsın. Sabır içinde beklersin.

Hiçbir söz kalbine işlemez. Gözlerinden bir katre yaş düşmez. Kalbinden bir tık duâ gelmez. Sustukça susarsın. Kalbin duâya, gözün yaşa gitmez. Güneşin batıdan doğmasından korkarsın. Kıyamet koptu kopacaktır. Kalbin soğur, gözyaşın kurur.

Şimdi kendini toprağın kabrinde tohum olduğunu, unutulup gittiğini, kapkara zindanda kaldığını, paslanıp gideceğini, unutulup yiteceğini sanıyorsun.

Kabir dediğin toprağın kalbi. Ondan geldin. Ona gidiyorsun. Toprak “şu güzel tohumu bir kerecik bağrıma bassam” diye kalbinden geçirdiği için; Rabbi tohumu toprağa düşürmüştür. Tohum da “Allah’ım hasretlik bitsin, artık ağaç olmak istiyorum” dediği için ağaç oluvermiştir. Toprağın ve tohumun kalbinden geçenleri duyan Rabbin, kalbinden geçenleri duymaz mı hiç? Kalbini kabre çevirir mi hiç?”

Kalb ile ilgili olarak, bir kaç başlık halinde kaleme aldığımız bu seri yazılar, deryadan bir damla mesabesinde bile olsa; bize lâzım olacak şekliyle, yeteri kadar bilgilendiğimize inanıyorum. Bu bilgiler, bayağı ince ve derin araştırmalar ve emek sonucu hasıl olmuştur. Ayrıca bu bilgiler derlenip toparlanırken, alıntılanırken ve yorumlarımızla desteklenirken; asil konumuz olan Allâh’a bakan yönüne ağırlık verilmiş ve tazammun ettiği hikmetleri ve içinde saklı bulunan gizemleriyle nazara verilmeye çalışılmıştır.

Kalbimizi vücudumuza sadece kan pompalayan bir organ olduğundan başka, lâtifelerimizin, melekelerimizin ve hissiyatımızın da menba-ı ve merkezi olması hasebiyle, gerçek manasını idrak ettiğimize cidden ümitvarım.

Ve Yunus’tan kalbi terennüm eden güzel bir beyit:

“Hak bir gönül verdi bana, ha demeden hayran olur,

Bir dem gelir Şadi (mutlu) olur, bir dem gelir giryan (ağlayan) olur.

Bir dem sanasın kış gibi, çok zemheri olmuş gibi,

Bir dem beşaretten doğar, hoş bağ ile bostan olur.

Bir dem gelir söyleyemez, bir sözü şerh eyleyemez,

Bir dem dilinden dür (inci) döker, dertlilere derman olur.”

Dipnotlar

(1) En’am 6/125
(2) Haluk NURBAKİ, İlmî Gerçekler, s.287-288
(3) İşaratü’l-İ’caz, s78
(4) Sözler s, 590
(5) Mektubat, s.46
(6) Lem’alar, s.19-20
(7) Dr. Haluk NURBAKİ, İlmî Gerçekler, s 291-292

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*