Taliban rejimi, Doğru İslam’ın tarifi ve Risale-i Nur

Prof. Dr. İlyas ÜZÜM:İslam’da baskı, zorlama ve istibdat yok, hürriyet var. İnsanı hür yaratan Allah’tır. O’nun gönderdiği din baskı ve istibdada geçit verebilir mi?Kuran ve sünnet çizgisindeki doğru İslam yorumuna Risale-i Nurla ulaşılır

BASKIYLA YAPILAN İBADET SAHİH OLMAZ

“İman nasıl ki kulun hür tercihine dayanıyorsa, aksi halde iman değil de nifak söz konusu olursa; ibadetler açısından da kulun hür bir anlayış ve halis bir niyet içinde İlahî emir ve yasaklara riayet etmeye çalışması gerekir. Zorlamaya dayalı iman sahih olmadığı gibi; baskı ve zorlamaya dayalı ibadetler de, içinde samimi bir niyet taşımadığı için sahih bir ibadet olamaz.”

İMANDA DA, AMELDE DE ZORLAMA YOK

‘Dİnde zorlama yoktur prensibi hem dini kabulde, hem de dini kabulden sonra dinî mükellefiyetleri yerine getirmede söz konusudur. Bu ayeti dine girişle sınırlı tutar, amelî alanda ‘zorlama’ olabileceğini kabul edersek bu dinin ruhuna aykırı olur; ‘amelde münafık olmak’ diye adlandırılan bir nifaka kapı aralamış oluruz.”

İSLÂMDA BASKI VE İSTİBDAT YOK, HÜRRİYET VAR

Her insan yaratılışındaki ‘hür’ olma özelliğinin gereği olarak her çeşit baskı ve zorlamaya karşı çıkar. İnsana yaratılıştan, bu özelliği veren Allah’tır. Şeriat yahut daha genel adıyla İslâm da O’nun gönderdiği dindir. Böyle bir dinin baskı ve istibdada geçit vermesi düşünülebilir mi?

Prof. Dr. İlyas Üzüm Yeni Asya’nın sorularını cevaplandırdı

Taliban hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Taliban’ın dinî bir hareket olarak ortaya çıkışını ve gelişmesini anlayabilmek için Afganistan’ın son dönem tarihini, özellikle 1979 yılında başlayan Sovyet işgalini, bu işgale karşı verilen mücadeleyi, 1992 yılında Sovyet müdahalesinin sona ermesinden sonra 1996 yılına kadar devam eden iç savaşı ve bu süreçte meydana gelen siyasî ve sosyal olayları ciddî şekilde tahlil etmek gerekir. Şu kadarını söyleyelim ki, Taliban başlangıcı itibariyle 1994 yılında kurulmuş bir öğrenci hareketidir. Molla Muhammed Ömer, kendisi gibi Peştun bölgesinden gelen ve Pakistan’daki geleneksel İslâmî okullarda eğitim görmüş 50 dolayında öğrenci ile Kandahar’da hareketi kurmuş, kısa süre içinde harekete sayıları 15.000’i bulan öğrenci kitlesi katılmıştır. Başlangıçta büyük siyasî hedefleri olmayan, ancak savaş istismarcılarından rahatsızlık duyan ve toplumun İslâmî ahkâma göre yönetilmesini vurgulayan hareket, pek çok uluslar arası dinamiğin devreye girmesiyle hızla büyüyüp gelişmiş ve çok önemli siyasî bir aktör haline gelmiş veya getirilmiştir. Nitekim 1996 yılından itibaren büyük bir askerî güç kazanarak Afganistan İslâm Emirliğini kurmuş, 1998 yılında bu emirlik bütün Afganistan’ın % 90’ını kontrolü altına almayı başarmıştır. Daha sonra 11 Eylül 2001’de Amerika’da İkiz Kulelerin vurulması ve buna bağlı gelişmelerle Taliban büyük saldırılara maruz kalmış, aynı yılın Kasım ayı sonrası itibariyle siyasî gücünü kaybetmiştir. Ancak ABD’nin 2021 Mayıs ayı başından itibaren ülkeden çekilmesi, Afgan ordusunun da isteksizlik ve motivasyonsuzluğu dolayısıyla tekrar güç kazanıp, 20 yıllık sürenin ardından yönetimi yeniden ele geçirerek Afganistan İslâm Emirliği’ni tesis etmiştir.

Taliban nasıl bir İslâmî anlayışa sahiptir? Kısaca, Taliban’ın İslâm anlayışından söz eder misiniz?

Afganistan’ın % 99’u Müslüman olup mezhebi olarak % 85’i Sünnî, %14’ü ise Şiî’dir. Taliban dinî bir hareket olarak Sünnî kökenli olup itikadî bakımından büyük çoğunluğu itibariyle Ehl-i sünnetin Matüridî ekolüne, fıkhî bakımdan ise Hanefî Mezhebi’ne bağlıdır.

Ancak bu anlayışa Sovyetlere karşı yürütülen savaşta beraber hareket ettikleri katı Vehhâbî gruplardan etkilenmenin sonucu bazı anlayışlarla, kimi Haricî çizgiler ve nihayet içinden geldikleri Peştunvali gelenekleri ve öğretim gördükleri medreselerin bağlı olduğu Diyobendî ekolünün yaklaşımlarını da ilâve etmek gerekir. Daha açık ifade etmek gerekirse, Taliban’ın İslâm yorumu, bazı basın kuruluşlarında dillendirildiği gibi salt Hanefî Mezhebi’nin içtihatlarından ibaret değildir. Ne var ki, Taliban, herhangi bir ayırıma gitmeksizin, resmî söylemlerinde, anlayışlarının “şeriat” olduğunu ifade ettiği için çoklarının zihnine salt Kur’ân ve sünnetin belirlediği bir çerçeve gelmektedir. Oysa durum böyle değildir. Birer örnekle değinmek gerekirse, meselâ Taliban, evet, başta namaz olmak üzere İslâmî ibadetlerin ifasında Hanefî Mezhebi’nin içtihatlarına tabidir. Ama diğer taraftan, meselâ “kendileri gibi düşünmeyen İslâmî gruplara cihad ilân etmeleri ve kanlarını helâl görmeleri” bakımından Hz. Ali’ye karşı savaş ilân eden “Hariciler”e uymaktadır. Yine meselâ, “kadınlara yönelik anlayış ve kısıtlamalarında bazı fıkhî hükümleri ataerkil Peştunvali gelenekleriyle mezcederek hayata” geçirmektedir. Keza “uygulamalarındaki salâbet ve Şia’yı reddetme bakımından da klâsik İslâmî ilimlerle tasavvufî geleneğin birleştirildiği Diyobendîliği” yansıtmaktadır.

Taliban denilince insanların aklına din adına yapılan kısıtlamalar, baskılar, zorlamalar geliyor. Bu ne derece doğrudur?

Evet, Taliban 1996’larda yönetime geldiğinde, yaptığı icraatlarda nasıl bir din anlayışına sahip olduğunu çeşitli kısıtlama ve baskılarla ortaya koymuştur. Bugün dünya kamuoyunda yeniden bunların hatırlanması yanlış değildir. Adı geçen tarihte Taliban Kabil’i ele geçirdiğinde, Molla Muhammed Ömer’in talimatları çerçevesinde hazırlanan ve uygulamaya konulan bazı kısıtlama ve baskılara örnekler verebiliriz. Meselâ, “kadınlar dışarıya baş örtüsüz ya da burkasız çıkarlarsa uyarılır, tekrarı halinde cezaya uğratılır yahut kadınlar eğer arabaya yolculuk amacıyla binerse ikaz edilir, arabanın şoförüne 1-5 gün arasında hapis cezası“ verilir. Yine meselâ “arabada, otelde veya bir mekânda müzik kasetleri, müzik videoları bulunursa, sahibi 1-10 gün arasında değişen hapis cezasına“ çarptırılır. Yine meselâ, “sakalını kesen veya kısaltan bir erkeğe 10 güne kadar hapis cezası verilir veya tazir cezası“ uygulanır. Yine meselâ, “namaz kılmak mecburî olup yetişkin bir insan namaz vakitlerinde dükkânda veya büfede bulunursa dükkânı 5 güne kadar“ kapatılır. Yine meselâ, “kendilerine göre şeriata aykırı şekilde saçlarını uzatanlar, berberde tıraş edilip tutuklanır.“ Yine meselâ, “arabalarda, dükkânlarda her türlü fotoğraf yasak olup bu yasağa riayet etmeyenler“ cezalandırılır. Yine meselâ, “düğünlerde veya diğer merasimlerde kadınların dans etmeleri ve yüksek sesle şarkı söylemeleri yasak olup buna riayet etmeyen düğün sahipleri cezaya“ çarptırılır. Yine meselâ, “erkek terziye elbise diktiren kadınlar uyarılır, terziye on güne kadar hapis cezası“ verilir. Buna benzer örneklerle listeyi daha da uzatmak mümkün.

Verilen bu örneklerde özellikle kadınlarla ilgili çok katı ve köklü kısıtlamalar görülüyor, ne dersiniz?

Bakıldığında kısıtlamalar, baskı ve zorlamalar her kesim için var. Ama kadınlara yönelik olanları daha fazla görünüyor. Meselâ 1996’da Taliban’ın kadınlara yönelik yayımladığı kararnamede şu ifadelere de yer veriliyordu: “Kadınlar, evlerinizden dışarı çıkmayınız. İslâmiyet’ten önce erkeklerin karşısına çıkan, aşırı makyaj yaparak ve şık elbise giyerek onların dikkatini çeken kadınlar gibi olmayınız… Eğer kadınlar sosyal ihtiyaçlar ya da sosyal hizmetler için evlerinin dışına çıkacak olurlarsa, İslâm şeriatının belirlediği örtünmeye riayet ederek çıkmalıdırlar. Buna riayet etmeyenler İslâm şeriatına göre cezalandırılacaklardır. Aynı şekilde dar, süslü, çekici elbise giyerek dışarıya çıkanlar da cezaî işleme tabi tutulacaktır…”.

Bu açıklamalara bakıldığında, Taliban’ın yeniden gücü ele geçirmesi karşısında Doğuda ve Batıda, en azından bazı insanların kaygılanmaları ve eleştirileri haklı gibi görünüyor, diyebilir miyiz?

Evet, insan fıtratı, -imtihan sırrıyla verilen bazı özellikleri dışında-, ‘sünnetullah’ adı verilen, Allah’ın âleme vaz ettiği yaratılış prensipleriyle uyumludur. İnsan fıtratı ‘hür’dür, ‘hürriyetten’ yanadır. Başka bir ifadeyle yaşadığı bölge, sahip olduğu inanç ya da dünya görüşü ne olursa olsun, insanın ‘fabrika ayarları’ her çeşit baskı, zorlama ve istibdada karşıdır. Dolayısıyla bugün insanların Taliban’ın geçmişteki uygulamalarından hareketle, -ne isim altında olursa olsun-, onun baskıcı politika ve uygulamalarından ürkmesi, kanaatimce normaldir, insanîdir (Bu, aynı zamanda biz Müslümanlar için dinin doğru yorumlanması adına dikkat çekici çağrışımlar da yapar).

Peki, Taliban, kendilerinin ‘İslâm şeriatına’ tabi olduklarını söylediğine göre, bu tür kısıtlama ve zorlamalar İslâm’ın kendisinden kaynaklanmıyor mu? İslâm’da da bir çeşit baskı ve zorlamadan bahsedilemez mi?

Hemen söyleyelim ki, çoklarının sandığının aksine İslâm’da hiçbir zorlama, baskı, istibdat yoktur, olamaz. Bu gerçeğin hem fıtratta, hem vahiyde, hem sünnette çok kuvvetli delilleri vardır.

Fıtrattan delili şudur: Her insan yaratılışındaki ‘hür’ olma özelliğinin gereği olarak her çeşit baskı ve zorlamaya karşı çıkar. İnsana yaratılıştan, bu özelliği veren Allah’tır. Şeriat yahut daha genel adıyla İslâm da O’nun gönderdiği dindir. Böyle bir dinin baskı ve istibdada geçit vermesi düşünülebilir mi?

Vahiyden örnek verelim:

Kur’ân’da ‘hürriyet’in altını çizen ve zorbalığı reddeden birçok âyet vardır. Bunlardan, çoğumuzun bildiği âyet şudur: “Lâ ikrâhe fi’d-din: Dinde hiçbir zorlama yoktur.” (Bakara 2/256) Âyetin devamı bunun gerekçesini de açıklıyor: “Çünkü hak yahut doğruluk batıldan yahut sapıklıktan iyice ayrılmıştır”. Peki bu âyet apaçık ortada iken İslâm ile ‘zorlama’ yahut ‘baskı’yı yan yana getirmek mümkün olabilir mi?

Bu âyetin ‘inanç alanında geçerli olduğu’, kişinin İslâm’ı benimsemesinden sonra ‘zorlama’nın söz konusu olabileceği söyleniyor.

İslâm asırları içine alan bir dindir. Tarih boyunca her konuda pek çok farklı görüşler ortaya konulmuştur. Önemli olan bunlardan bağlayıcı olan hükmün ne olduğunun bilinmesidir. Bediüzzaman’ın Muhakemat’taki ifadesiyle, dinde bağlayıcı olan husus bir hükmün ‘kat’iyyu’l-metin ve kat’iyyu’d-delâle’ olmasıdır. Yani hem metin kesin olmalı hem de metnin delâlet ettiği mânâ kesin olmalıdır. Söz konusu âyet elbette kat’iyyü’l-metin’dir, ama bunun ‘sadece İslâma girişte söz konusu olduğu ‘kat’iyyü’d-delâle’ değil, yorumlardan bir yorumdur, çünkü âyetin lafzında buna delâlet eden bir ifade yoktur. Diğer taraftan iman nasıl ki kulun hür tercihine dayanıyorsa, aksi halde iman değil de nifak söz konusu olursa; ibadetler açısından da kulun hür bir anlayış ve halis bir niyet içinde İlâhî emir ve yasaklara riayet etmeye çalışması gerekir. Zorlamaya dayalı iman, sahih bir iman olmadığı gibi; baskı, zorlama ve istibdada dayalı ibadetler de -içinde samimî bir niyet taşımadığı için- sahih bir ibadet olamaz. O halde ‘dinde zorlama yoktur’ prensibi hem dini kabulde, hem de dini kabul ettikten sonra dinî mükellefiyetleri yerine getirmede söz konusu olmak zorundadır.

AÇIKLAR, AMA ZORLA DİKTE ETMEZ

“Kur’an ve Sünneti anlama kılavuzu’ Risale-i Nur ‘hürriyete dayalı bir iman ve ibadet takdimi’ yapar; iman esaslarını aklî burhanlarla temellendirir; namaz, oruç gibi ibadetleri insanî gerçekliğimize uygun şekilde açıklar; tesettürün lüzumunu ortaya koyar; fakat bunların topluma zorla dikte edilmesi gerektiğine dair en küçük bir işarete bile yer vermez.”

SAVRULMALARDAN UZAK KALARAK

“KENDİ tahkik ve tetkikine bağlı olarak Risale-i Nur’u bu gözle okuyan, anlamaya ve yaşamaya çalışan bir kimse, -Allah’ın inayetiyle- her türlü savrulmalardan uzak kalarak, Kur’an ve Sünnet çizgisinde, fıtratla ve tekvinî şeriatla uyumlu ‘doğru İslam’a ulaşabilir. Samimiyet ve hakkaniyetle tetkik edildiğinde, bu hükme varılabilir.”

DOĞRU İSLAM’IN TARİFİ RİSALE-İ NUR’DA

‘Kuran ve sünneti anlama kılavuzu’ diyebileceğimiz Risale-i Nur ‘hürriyete dayalı bir iman ve ibadet takdimi’ yapıyor. Onu bu gözle okuyan, anlamaya ve yaşamaya çalışan kimse, -Allah’ın inayetiyle- her türlü savrulmalardan uzak kalarak, fıtrat ve tekvinî şeriatla uyumlu ‘doğru İslAm’a ulaşabilir.

Bu izahtan şunu mu anlayacağız? İslâm’a göre hem inanç alanında hem amelî alanda tam bir hürriyet söz konusu olmalıdır?

Evet, bunu anlayacağız. Eğer ‘dinde zorlama yoktur’ âyetini dine giriş ile sınırlı tutar, amelî alanda ‘zorlama’nın olabileceğini kabul edersek bu dinin ruhuna aykırı olur; ‘amelde münafık olmak’ diye adlandırılan bir nifaka kapı aralamış oluruz. Yani namaz kılan, Allah emrettiği için namaz kılmalıdır; eğer otoritenin baskısından dolayı namaz kılarsa, o takdirde kıldığı namaz değil, namaz formunda anlamsız, nifakane davranış olur. Diğer ibadetleri de buna kıyas edebiliriz.

Bu konu çok önemli olduğu için biraz detaylandırmak gerekiyor. “Dinde zorlama yoktur” âyetini müfessirler nasıl anlamışlardır?

Bazı âlimler bu âyetin cihad âyetlerinin nüzulü ile nesh edildiğini, bazı âlimler neshin söz konusu olmayıp hükmünün devam ettiğini, bazı alimler bunun ehl-i kitapla ilgili olduğunu, bazı alimler hükmünün sadece dine girişle ilgili olduğunu, bazı âlimler dine girdikten sonra da hükmün söz konusu olduğunu… ifade etmişlerdir. Esasında bu çeşitlilik bile ayetin tek bir yoruma inhisar ettirilemeyeceğini göstermektedir. O halde âyeti dinin temel maksatlarını (makasıd-ı şeria) dikkate alarak yorumlamak kaçınılmaz hale gelmektedir. Madem din bir imtihandır, madem inanmak ya da inanmamak –birçok başka âyette vurgulandığı gibi (meselâ Yunus 10/99; Kehf 18/29) irade- vîdir yani kişinin hür tercihine bırakılmıştır, madem ibadeti ibadet yapan hür iradeye ve halis niyete dayalı tutumdur; o halde İslâm’da, hem dine giriş ve kabul edişte hem de dinin amelî hükümlerini yerine getirişte ‘hürriyet’ asıl olmalı; hürriyetin zıddı olan baskı, zorlama, zorbalık ve istibdat söz konusu olmamalıdır.

Bu konuda sünnetteki uygulamalar nasıldır?

Sünnetteki uygulamaları yorumlarken de usûlî olarak metnin kat’î olup olmadığı, metin kat’î ise delaletinin kat’î olup olmadığı, ayrıca ilgili rivayetin âyetlerle ilişkisinin paralellik arz edip etmediği, uygulamanın tarihî bağlamının ne olduğu, diğer rivayet ve uygulamalarla benzerlik yahut çelişki niteliği taşıyıp taşımadığı ve nihayet dinin temel maksatlarıyla uyumunun ne olduğu… gibi kriterleri göz önünde bulundurarak değerlendirmeler yapmak gerekiyor. Söz gelimi, burada bir kısmına işaret edilen kriterleri dikkate almaksızın, literal bir okumayla, bir rivayeti cımbızlayarak üzerine hüküm bina etmek isabetli olmayacaktır. Meselâ Resulullah’ın (asm), “Ben, insanlar ‘Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim O’nun peygamberi olduğuma şehadet edinceye, namazı kılıncaya, zekâtı verinceye kadar savaşmakla emrolundum; kim bunları yaparsa, -İslâmî hak hariç-, kanlarını ve mallarını korumuş olurlar, hesapları Allah’a aittir” hadisini (Buharî, “İman”, 17) literal bir okumaya tabi tutan Vehhabîler, müşriklerin İslâm’a dâvet edilmeleri gerektiğini, kabul etmemeleri halinde onların öldürüleceği sonucuna ulaşmaları (bk. binbaz.org.sa) bunun bir örneğini teşkil eder. Böyle bir anlayış Kur’ân’ın ‘hürriyet’e vurgu yapan bütün âyetlerini boşa çıkardığı gibi, insan fıtratına ve dinin ruhuna aykırı bir mahiyet taşımaktadır Oysa Resulullah’ın (asm) bu açıklaması “savaş şartlarında“ dile getirilmiş bir husustur. Nitekim o (asm), inanmayanlarla sürekli olarak savaş içinde olmamış, Tevbe Sûresinin 29. âyeti çerçevesinde gayr-ı Müslimlerin cizye vermesi mukabilinde onları kendi inanç ve uygulamalarında serbest bırakmıştır.

Peki, İslâm’da siyasî otorite dinî hayatla ilgili olarak sınırlayıcı, zorlayıcı, kısıtlayıcı hiçbir düzenleme yapamaz mı?

Elbette yapar. Tarihin hiçbir döneminde ve yer yüzünün hiçbir devletinde ‘sınırsız bir hürriyet’ söz konusu olmamıştır. İslâm da, vahiy ve sünnetin genel prensipleri dahilinde “toplum sağlığını korumak, kamu düzenini temin etmek, istismarları ve suistimalleri önlemek, fertlerin barış, adalet, güven ve huzur içinde hayat sürmelerini temin etmek“ üzere birtakım düzenlemelere gider, gidebilir. Bu genel anlamda ‘hürriyetin’ elden alınması anlamına gelmez, aksine fertlerin daha geniş bir ‘hürriyet’ ortamı içinde yaşamalarını sağlar. Kur’ân’da yer alan had cezalarını, fıkıhtaki tazirleri bu çerçevede anlamak gerekir.

Tekrar Taliban’ın uygulamalarına dönersek, namaz kılmayanlara, sakalını kesen erkeklere, uluorta giyinerek dışarıya çıkan kadınlara yaptırım uygulamalarının fıkıhta yeri yok mudur? Varsa, bu tür uygulamaları dinin bir hükmü olarak değerlendirmek gerekmez mi?

Dinin hükümlerini sağlıklı şekilde kademelendirmek gerekir. ‘Dinî bir hüküm’ diye ortaya konulan bir anlayış ya da uygulama; âyete mi dayanıyor, hadise mi dayanıyor, içtihada mı dayanıyor, icmaya mı dayanıyor, kıyasa mı dayanıyor, ulemanın ekser bir kavline mi dayanıyor, yoksa bir fakihin ya da âlimin görüşüne mi dayanıyor? Önce bunu tesbit etmek gerekiyor. Soruda zikredilen örneklerden hiçbirisi ile ilgili olarak Kur’ân’da ve hadiste herhangi bir dünyevî yaptırımdan söz edilmemektedir. Meselâ, Kur’ân’da namazla ilgili çok âyet bulunduğu halde namaz kılmayanlara dair hiçbir cezaî işlemden söz edilmediği gibi zorla namaz kıldırılması gerektiğine dair de en küçük bir işaret yoktur. Öte yandan namaz kılmayan bir kimsenin durumuna ilişkin, bu kişinin namazı inkârından dolayı mı yoksa tembelliğinden dolayı mı kılmadığına bağlı olarak da hükümler değişmekte, mezhepler farklı içtihatlar ortaya koymaktadır. Aynı şekilde kadınların tesettürü ile ilgili olarak başlıca iki âyet bulunup (Nur 24/31; Ahzab 33/59) bunlarda, bu hükmü ihlâl edene yönelik herhangi bir dün-yevî cezadan söz edilmemektedir. Erkeklerin sakal bırakması ise tamamıyla sünnet, hatta kimilerine göre örfî sünnet olup kesilmesinin uhrevî bakımdan sünnet sevabından mahrum kalınması dışında, dünyevî olarak hiçbir yaptırımı bulunmamaktadır.

Son olarak bütün bu konularda ‘doğru İslâm’ın ölçüsü nedir, kendi anlayışımızın doğruluğundan nasıl emin olacağız?

İslâm’ın temel kaynağı Kur’ân ve onun açıklaması demek olan sünnettir. Fukaha ahkâma dönük hükümlerle ilgili olarak buna icma ve kıyası da eklemişlerdir. İlk dönemlerden itibaren Kur’ân ve sünneti doğru anlamak için tefsir usûlü ve hadis usûlü, fıkhın müstakil bir disiplin olmasıyla ilgili olarak da usûl-i fıkıh ortaya çıkmıştır. Diğer taraftan zaman içinde dinin özünden kaymalara karşı da Allah, rahmet tecellisi olarak, dini aslî mecrasına oturtmak üzere, her asırda bir müceddit göndereceğini va’d etmiş (Ebu Davud, “Melahim”, 1) ve tarihi olarak da göndermiştir. O halde ‘doğru İslâm’a bütün bunları birleştiren bir metodoloji içinde ulaşılabileceği oraya çıkmaktadır. Şartlanmaya girmeksizin, samimiyet ve hakkaniyetle tetkik edildiğinde, içinde yaşadığımız ahir zamanda Risale-i Nur’un bu vazifeyi kâmil bir şekilde gördüğü kolayca anlaşılmaktadır. Nitekim burada Taliban’ın İslâm anlayışı üzerinden gündeme gelen hususta Bediüzzaman ‘hürriyet’i; a) İmanın hassası, b) Rahman’ın atiyyesi olarak anmakta (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 179), şeriatın istibdadı kaldırmak için geldiğini beyan ederek (a.g.e., s. 121), -deyim yerindeyse- kitabın ortasından konuşmaktadır. Bakıldığında, bir yönüyle insanlara ‘Kur’ân ve sünneti anlama kılavuzu’ diyebileceğimiz Risale-i Nur ‘hürriyete dayalı bir iman ve ibadet takdimi’ yapmakta, iman esaslarını aklî burhanlarla temellendirmekte, namaz, oruç gibi ana ibadetleri insanî gerçekliğimize uygun şekilde açıklamakta, hanımlar için tesettürün lüzumunu ortaya koymakta, fakat bunların zorla kabulü ya da topluma dikteedilmesi gerektiğine dair en küçük bir işarete bile yer vermemektedir.

Sonuç itibariyle, kendi tahkik ve tetkikine bağlı olarak Risale-i Nur’u bu gözle okuyan, anlamaya ve yaşamaya çalışan bir kimse, -Allah’ın inayetiyle- her türlü savrulmalardan uzak kalarak, Kur’ân ve sünnet çizgisinde, fıtratla ve tekvinî şeriatla uyumlu ‘doğru İslam’a ulaşabilir, diye bir hükme varılabilir. Elbette en doğrusunu Allah bilir.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*