Bu nesneye “tesbîh” denilmiş olmasının sebebi de, namazdan sonra namazın hülâsası ve namazın manâsının tamamlayıcısı olarak tam 33 defa söylenmesi gereken üç mühim zikirden ilki olan “Sübhanallah” demenin, “tesbîh” oluşundandır (Allah’ı bütün kusur ve noksan sıfatlardan uzak tutmak. Cenab-ı Hakkı şanına lâyık ifadelerle anmak. Allah’a söz, iş, davranış ve kalple içten ibadet etmek).
“Tesbîh”in lügattaki bu asıl manâsı bile, onun ehemmiyetine çok kısa olarak dikkati çeker. “Tesbîh” kelimesinin bu asıl manâsının ehemmiyetinin büyüklüğüne, Kur’an-ı Kerîmin İsrâ Sûresinin 17/44 âyetinde mealen şöyle dikkat çekilmektedir:
“Yedi gökle yer ve bunlarda bulunan her şey O’nu tesbîh eder. Ve O’nu hamd ile tesbîh etmeyen hiçbirşey yoktur. Fakat (siz) onların tesbîhlerini anlamazsınız. Şüphesiz ki, O Halîm (azapta hiç acele etmeyen)dir, Gafûr (çok bağışlayan)dır.”
“Tesbîh” kelimesinin bu asıl manâsının ehemmiyetini anlamaya ve o anlayışla yaşamaya çalışılmalıdır.
Risale-i Nur Külliyâtının telifinin başladığı Barla’ya ilk gittiğimde, Bediüzzaman’ı hayatta ve Barla’da iken tanıyanlardan bir Barla’lı, Bediüzzaman’ın, ikamet ettiği evin önündeki çınar ağacının önünde bana, Bediüzzaman’ın çınarın dalları arasına koydurttuğu tahta platforma her gece çıkarak seccadesini serip sabaha kadar yüksek ve çok dokunaklı bir sesle zikrettiğini, yüzlerce küçük kuşun da o ağaca konup kendi sesleriyle onun zikrine iştirak ettiğini söylemiş ve “- Biz, hocaefendinin kıymetini o zaman bilemedik.” sözlerini de, o günleri hatırlarken hüzünle ilave etmekten kendini alamamıştı.
Bediüzzaman, Barla’daki evinde, Çamdağı’nda ve hayatını geçirdiği diğer yerlerde her gece sabahlara kadar zikrederken, Allah’ın bütün mahlûkatının tesbîhlerini de Allah’a arz eden hakikî bir “halife-i arz” hüviyetini de ortaya koyuyordu. O, İsrâ Sûresinin bütün mahlûkat âleminin Allah’ı tesbih ettiğine dair bahsedilen âyetinin, Risale-i Nur eserlerinin telifinde kendisine büyük ışık tuttuğunu ve ilham kaynağı olduğunu söylemiş; besmeleden sonra ekseriya bu âyeti de zikretmiştir. Risale-i Nur eserlerinde besmeleden sonra en fazla zikrettiği bu âyettir ve yeni bir konuya başlarken besmeleden sonra, Risale-i Nur eserlerinin değişik yerlerinde, tam 139 defa da bu âyetin tekrarlandığı görülmektedir.
“- Konuşmak kabiliyeti, bütün mahlûkat içerisinde yalnız insana verilmiş olduğuna göre, canlı-cansız her şeyin Allah’ı zikretmesi nasıl olabilir?” sorusu da akla gelebilir. Bu konuyla ilgili olarak: İki türlü lisanın olduğundan bahsedilir. Yalnız insanda bulunan konuşmak kabiliyetinden (lisan-ı kâl) başka, hem insanın cüzî iradesi dışındaki varlığının ve hayatî faaliyetlerinin, hem de İsrâ Sûresinin yukarıda bahsedilen 17/44 âyetinde belirtilen “Yedi gök ile yer ve bunlarda bulunan her şey”in, cüz’ı iradeleri ve akılları olmadan da “lisan-ı hâl”inin olduğudur.
Günlük konuşma dilinde çok kullanılan, insanın “beden dili” de insanın lisan-ı hâlinin bir kısmıdır. Ancak, insanın lisan-ı hâli, sadece onun bedeninin dış görünüşü, tavır ve davranışlarıyla sınırlanamaz; maddî-manevî varlığının bütün unsurları, akıl, hafıza, tahayyül, çeşitli kabiliyetleri, hisleri, dış ve iç organları, bütün hücreleri, molekülleri, atomları, kuvarkları ve bunlardaki hal değişmelerinin tümü, insanın lisan-ı hâlini meydana getirir.
Lisân-ı kâl olmasa da veya varken sussa da, lisan-ı hâl susmaz.
Bütün varlık âlemi lisân-ı halleriyle:
“- Biz, kendi kendimize olmadık, biz tesadüflerin, tabiatın, evrimin, çevrimin eseri değiliz; biz noksan sıfatlardan münezzeh, bizimle beraber bütün varlık âlemini de yaratmış olan Allah’ın eseri ve O’nun vazifeli memuruyuz. Kendimizde bir şey yok! Sadece, O’nun isim ve sıfatlarının tecellîlerini gösteren aynalar gibiyiz.. ”diyerek Allah’ı tesbîh etmektedirler.
Ancak, ayni âyetin devamında da denildiği gibi, insanların büyük bir ekseriyeti bütün varlık âleminin lisan-ı hâlleriyle yaptıkları bu tesbîhlerini anlamazlar.
Ne kadar yaşayacağına dair elinde en küçük bir garantisi bile bulunmayan insan, bu gelip geçici dünya hayatına ebedî kalacakmış gibi sımsıkı sarılır ve bunun için, anadilinden başka, mesleğinde ilerleme sağlayacağı ve kendisine dünya menfaati imkânlarını açacağı hesabıyla yabancı dil de öğrenir. Halbuki, “asıl istikbal”; ebedî âhiret hayatı için kazanılacak olan istikbaldir. İnsan âhiret istikbali için, 17/44. âyette dikkat çekilen “yedi (kat) gökler, yer ve onların içindekiler”in hal lisanlarıyla Allah’ı tesbihlerini anlamağa da çalışsa, sadece dünya istikbali için lisan öğrenmekle kalmayıp bu lisanı da öğrenmekle, bütün ilimlerin başı olan “Marifetullah”da (Allah’ı tanımakta) ve onun üssü’l esası olan “İman-ı billah”da (Allah’a iman etmekte) çok terakki edebilecek ve bunu yapmaktaki kazancı, başka herhangi bir lisanı öğrenmekteki kazancından kat-kat ve kıyaslanamayacak derecede fazla olacaktır.
NOT: Acaba, insanlardaki gibi hayvanların da kendi lisân-ı hallerinden başka, insanın lisan-ı kâline benzer tesbihleri hiç yok mudur?
Benzer konuda makaleler:
- Hizmet-i İmaniye ve Kur’âniye’de İsti’mal…
- Lisan-ı kal, lisan-ı halle taçlanmalı
- Bir lisan bir insan ise
- Kur’ân’ın manevî tercümesi
- Anadilde eğitim, ‘taş üzerine kazınan nakış’ gibi
- Risalelerin ekser hakikatleri Ramazanda zuhur etti
- Ve insan âcizdir…
- Baykuşun insanlığa nasihati
- Risaleleri sadeleştirmek cinayettir
- Bediüzzaman ve Yeni Asya
İlk yorum yapan olun