Toplumsal Ayrışmanın Temelinde İttihat Terakki Mantığı Var

Türkiye’nin gündemi herkesin bildiği gibi anında değişebiliyor. Demokratik açılım derken silâhlar konuşmaya başlıyor.

YAZAR ESRA YALAZAN: TOPLUMSAL AYRIŞMANIN TEMELİNDE İTTİHAT TERAKKİ MANTIĞI VAR

Türkiye’nin gündemi herkesin bildiği gibi anında değişebiliyor. Demokratik açılım derken silâhlar konuşmaya başlıyor. Demokratik refleksleri göstermeye başladık derken ölen insanların dosyaları kapatılıyor. Tıpkı Uludere’de olduğu gibi… Aslına bakarsak konuşurken seçtiğimiz kelimeler de çoğunlukla siyasî ve ayrıştırıcı. Ocu, bucu, şucu… Biz de bu hafta toplumsal uzlaşı dilinin yakalanması üzerine “Kelimeler ve Kader” kitabının yazarı Esra Yalazan’la konuştuk. Yalazan toplumsal barış için önce insanların kendilerini bağışlaması gerektiğini söylüyor.

Son zamanlarda siyasetin dilinin keskinleştiğini düşünüyor musunuz?

Son günlerde kutuplaştırıcı dilin git gide hâkim olmaya başladığı aklı başında olan herkes tarafından söylenen bir gerçek. Reel politik açıdan böyle olması belki de kaçınılmaz. Çünkü hükümetler bir yere gelip tıkanırlar. Hele on yıldır iktidardaysanız ve vaad ettiğiniz şeyleri yerine getiremiyorsanız bu sonuç daha da kaçınılmaz hale gelir. Demokratik adımlarda meydana gelen yavaşlama da bunun başka bir boyutunu teşkil ediyor. Siyasetin dili neden böyle, diye sorulacak olursa, başından beri bu böyleydi.

Başından beri derken…

Özellikle seksen yıllık cumhuriyet tarihine baktığımızda devletin katliâm ve kışkırtmalarıyla toplum hep birbirini ötekileştirmiş ve düşman kılmıştır. Dolayısıyla toplumun farklı kesimleri arasında da devletin uyguladığı siyaset yüzünden zaman zaman öfkeye varan bir dil var. Bugün geldiğimiz noktada da toplumun dili siyasetin dilinden kopuk değil. Devlet insanların ne zaman nevruzu kutlayacağına karar veriyor. Halbuki devlet gerekli önlemleri alarak insanların kutlamalarını sağlamalıydı. Bu tip engellemeler yüzünden açılım süreci tıkanmaya doğru hızla yol alıyor. Aslında bu tür kutlama günleri toplumsal çatışmaya mani olacak şekilde farklı kültürleri birbirine yakınlaştırmanın zeminini teşkil etmeli. Hükümet maaselef bu fırsatları iyi değerlendiremiyor.

KCK’nın nevruzu bahane ederek provokasyon yapacağı da söylendi?

Olabilir. Ben onları bilemem. Hükümetin içindeki milletvekillerinin de ne olup bittiğini bildiği kanaatinde değilim. Bildiğim, çeşitli vesayetçi güçlerin gerilemesi için uğraş veren hükümetin, geldiğimiz noktada tıkandığıdır. Yoksa kimin kiminle çatıştığı, hangi kurumun hangi kurumla uğraştığı sade vatandaş olarak beni ilgilendirmiyor. Sade vatandaş için önemli olan sonuçtur.

Askerî vesayet bütün bu tartışmaların neresinde?

Askerî vesayet de konuştuklarımız gibi eski bir durum. Tartıştıklarımızın çoğu İttihat Terakki zihniyetinin bize yaşattıklarıyla ilgili. Askerî vesayet tam geriletilmiş sayılmaz, ama önemli bir aşama kaydedildiği muhakkak. Fakat darbe yapmak isteyenler, bu fikirlerinden vazgeçmeyeceklerdir. Ergenekon sürecinden sonra ise, bu tür girişimlerde bulunmak isteyenler cezaî yaptırımlarını oturup düşüneceklerdir. Bu ülkede hukuk var mı diye sorulsa, evrensel standartlarda yok. Hal böyle olunca da darbeye teşebbüs suçundan içeride olan insanlar ne kadar daha hapiste yatarlar, ne zaman çıkarlar, bunların bir standardı yok. Onun için de önümüzdeki günlerde Türkiye’de neler olup biteceğini bilemiyoruz.

Türkiye’nin gerçek bir demokrasiye adım atmasını toplumsal muhalefet de pek istemiyor görünüyor? Özellikle de seküler kesim…

Son günlerde açılan dâvâlarda en çok zararı kendilerinin gördüğünü söyleyen laik kesimler, sürecin sonunda demokratikleşmeye razı olacaklardır. “Bir devlet camilerini nasıl bombalayabilir?” diyeceklerdir. Ergenekon dâvâ sürecinde ortaya çıkarılan silâhlara genelkurmay “Boru” derken, biri karşısına belgelerle çıktığında, halk belgelere inanmaya başlayacaktır. Fakat “irticacı hükümetin” geriletilmesini isteyen toplumsal kesimler, henüz zihniyet dönüşümü yaşamadılar. Bu dönüşümler de birkaç yılda olmaz.

Yani toplumsal barışın bugünden yarına tamamlanamayacağını söylüyorsunuz?

Konuştuğumuz şeyler, aslında demin de bahsettiğimiz gibi, toplumsal kesimleri kapsayan bir sorun. Alevî-Sünnî, Kürt-Türk, azınlıklar gibi toplumsal kesimler de ötekileştirme tartışmalarının içinde. Yeni anayasa toplumsal uzlaşının önü açılabilir. Yoksa yeni anayasa da bugünden yarına sorunları çözmez. Türkiye şu an ergenlikte kalmış bir genç gibi… Duygu düşünce ve yetenekleri tam olarak gelişmeyen, standartları oturmamış bir ülke. Tüm bunların ötesinde Türkiye’nin huzura kavuşması için “Bağışlamak”la yola çıkılmalı. Burada sadece ötekini bağışlamak değil, önemli olanın kendini bağışlamak olduğunu düşünüyorum. Size okul yıllarında Ermenilerin ne kadar kötü insanlar olduğu öğretilir ve onlara karşı öfke duymaya başlarsınız, bir gün iki taraf için de işin böyle olmadığı ortaya çıkınca, yıllarca gereksiz yere öfke duymanın yorgunluğunu hissedersiniz. Yaşananlar en çok sizi yormuştur. Bu nedenle yaşanan acılardan dolayı sadece karşınızdakini affetmeniz gerekmez, dönüp kendinizi de bağışlamanız gerekir.

Ortada zaten toplumu bölen bir anayasa varken, siyasetçilerin kullandıkları dile dikkat etmeleri gerekmiyor mu?

Uludere ve Hocalı’yı anma etkinliklerinin kırılma noktası olduğunu düşünüyorum. Uludere’de olayın hukukî açıdan incelenmesi, sorumlular hakkında dâvâ açılması gibi yasal süreçlerle ilgilenmiyorum. Bunlar zaten yapılması gereken şeyler. Fakat hükümet yetkililerinin ağzından samimî ve içten bir özür duymak isterdik. Bu beni daha çok ilgilendiriyor. Sıradan bir vatandaş olarak bu durum beni çok kırdı. Toplumsal uzlaşıdan bahsediyorsak, bu tür özürler çok önemlidir. Bizim hükümetten beklediğimiz insanî bir cevap…

Eğer ortada kastî yapılmamış bir bombalama varsa, daha rahat özür dilemek gerekmez mi?

Kesinlikle… Bu tür şeyler bizi ayrıştıran şeyler. Hükümetin bu tür konulardaki ürkekliği, hatta ürkekliğinin ötesinde baskıcı tavrı bizi darmadağın ediyor. Tıpkı İçişleri Bakanının Hocalı’yı anma gününde o parkın önünde konuşma yapmasının darmadağın ettiği gibi…

Seküler kesimi de, İslâmî çevreyi de aşağı yukarı tanıyorsunuz. İki kesimin birbirine bakışlarını nasıl buluyorsunuz?

Her iki kesimin de birbirini tanımadığını düşünüyorum. Hükümeti son günlerde AB reformlarında durakladığı ve milliyetçi söyleme kaydığı için eleştiriyoruz, ancak hükümet ülkenin normalleşmesine de hizmet etti.  Kemalistlerin sokakta görmekten hoşlanmadığı başörtülü kadınları hayatın içine dahil etti. Bu topluma müthiş bir enerji kazandırdı. Başörtülü kadınların hayatın değişik alanlarında görünür olmaları, bazı kesimleri rahatsız etmiş olsa da, bir bakıma yakınlaşmayı da sağladı. Çok geri gitmeye gerek yok, daha birkaç seneye kadar Nişantaşı’nda başörtülü bir kadın kafede rahatça oturamazdı. Rahatsızlık veren bu durum, büyük ölçüde kırılmış durumda. Artık sokakta, okulda, iş yerlerinde bu ayrışmanın kalktığını görüyoruz. Siyasetçiler ne kadar kutuplaştırıcı bir dil kullanırsa kullansın, toplum birlikte yaşamaya doğru hızlı adımlarla ilerliyor. İlerleyen yıllarda toplum birbiriyle tanışacak ve birlikte yaşamanın pratiklerini geliştirecek.

İslâmî kesimin laik kesime yönelik tavrı nasıl?

Ben çok anormal şeyler görmüyorum. İslâmî kesimin, öyle söylenildiği gibi, içine kapanık bir yapı olduğunu düşünmüyorum. Bana bazıları ‘sen nerde yaşıyorsun?’ diyebilirler, ama öyle düşünüyorum. Anadolu’da insanlar “Bunlar seküler, konuşmayalım, ilişki kurmayalım, iş yapmayalım” demiyorlar. Bir zamanlar “Başörtülüler de mi jiplere binecek?” diyen Nişantaşılılar, durumu kabullenmeye başladılar. Bu nedenle seküler kesimin muhafazakâr olduğu söylenilen kesimden daha kapalı olduğunu söyleyebilir. Artık Nişantaşı’ndaki lüks markaların müşterilerin çoğunu muhafazakârlar oluşturuyor. Bu da bir yumuşamayı beraberinde getiriyor.

Ama öbür taraftan Kemalistlerde yenilmişlik duygusunun vermiş olduğu bir kızgınlık olduğu söyleniyor…

Ortada bir maç yok. Hep beraber birlikte yaşamanın koşullarını öğreneceğiz. Kemalistler insanları dönüştürmekten vazgeçecekler, eğer muhafazakâr kesim “Şurada içmeyeceksin, gazetene şu kadınları basmayacaksın” diyorsa, bundan vazgeçecek. Bir şekilde demokrasinin kurallarıyla yaşamayı öğreneceğiz.

Son günlerde eğitim sistemiyle ilgili yaşanan tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz?

Cumhuriyet ideolojisinin topluma verdiği en büyük zararlardan biri de eğitim sisteminin çarpıklığıdır. İnsanlarımız bu eğitim sisteminden geçtikten sonra, reaksiyoner davranmaya itiliyor. Yeni tartışmalarda ise, konu İmam Hatiplerde düğümlenip kalıyor. Eğitim sisteminin ne getirip götüreceği tartışılmıyor bile. “Kızları evlere tıkayacaklar” diye bir yaygara koparılıyor, halbuki demin söylediğim gibi, başörtülüler hükümet döneminde topluma karıştı. Bu hükümet çocuklara tablet dağıttı. Tablet ise, internet üzerinden dünyaya bağlanmak demek. Eleştirilere bu açıdan bakıldığında komik duruyor. İnsanlar neye hayır, neye evet diyeceklerini bilmiyorlar. Bu nedenle de paketi kimin getirdiğine bakarak karar veriyorlar.

Galiba tartışma eğitim sistemi üzerindeki Kemalist etkinin kaybolacağı ve din eğitimin nasıl verileceği yönünde?

Kemalist ideolojinin eğitim sistemi üzerindeki etkisinin kalkması elbette ki gerekir. Din meselesindeki görüşüm ise, oldukça net; isteyen çocuğuna istediği eğitimi aldırabilir. Sünnî çoğunluğa göre oluşturulan müfredatın Alevî çocuklarına uygulanmasından yana değilim.

Ama biliyorsunuz Türkiye’de din eğitimi devletin tekelinde. Özel okullar yok?

Devlet çoğunluğa ait dini ve eğitim hakkını kendi arka bahçesi olarak göremez. Demokrasi ülkede farklı düşünen beş kişi olsa da onlara istedikleri eğitim hakkını vermektir. Bunun yanında, eğer aile inançsızsa, çocuklarını din derslerinden muaf tutabilmelidir. Çünkü dindar nesil yetiştirmek devletin değil, ailelerin, toplumun görevidir. Amerika’nın ve Avrupa’nın birçok bölgesinde olduğu gibi, eğitim tercihi insanlara bırakılmalıdır. Ayrıca devlet okullarında belli bir kıyafet mecbur edilmemelidir.

İnancının dışında, devletin çocuğa bir öğretiyi dayatması toplumsal uzlaşı açısından nasıl bir tablo ortaya çıkarıyor?

Diyelim ki bir Alevî çocuğa Sünnî esasları içeren eğitim veriyorsunuz. Bunu yaparak, onu yönetmiş olmuyorsun, sadece saygısızlık etmiş oluyorsun. Kendini belki ezik hissetmesine neden olarak kutuplaşmaya hizmet etmiş oluyorsun.

Edebiyat alanında vesayetin izlerini görmek mümkün mü?

Edebiyat, sanat belli bir ideolojik bakışa hapsedilemez. Bir eseri kendi dünya görüşünüz üzerinden değerlendirmek, sanatçıya ve ona ulaşacak insanlara saygısızlıktır. Fakat kendi dünya görüşü üzerinden bir sanatçıyı aşağılayan ya da öven insanları görmemiz mümkün.

Yani toplumsal kesimlerin de kendi edebiyatçıları ve sanatçıları var…

Bu hep böyle oldu. Ancak şiirde bir kırılma olduğunu düşünüyorum. İslâmî kesim ve seküler kesim birbirlerinin şairlerine mesafeli dururlardı. Bunun biraz da olsa aşıldığını hissediyorum. Bir gün toplumsal barış sağlanacaksa, bunu siyasetçiler başarmayacak. Buna önderlik edenlerin sanatçılar, edebiyatçılar, sinemacılar, müzisyenler olacağını düşünüyorum. Çünkü toplumu dönüştüren siyasetçiler değildir. Onlar günlük siyaset içinde kalırlar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*