AB sürecinde “sivil toplum´´ problemimiz

“Sivil toplum” ile “problem” kelimeleri düz mantığa göre esasında yanyana gelmez. Zira sivil toplum, problemleri çözmek üzere fıtrî oluşan bir sosyal vakıadır. Hür teşebbüsün; hayatın zorluklarını kolaylaştırmak, musibetleri hafifleştirmek ve dertleri paylaşmak üzere hareketlenmesine ve organizeli olarak müesseseleşmesine “sivil toplum” diyorsak, sivil inisiyatifin kendisinin problem olmaması gerekir.

Bu fikir kaynağını “insanî değerlerde” bulduğundan tarihçesinin insanlığın tarihçesiyle mütenasip olduğunu belirtmek, belki de malûmu ilâm olur.

İslâmiyetin, vahşet ve diktatörlüğü insaniyetin üzerinden kaldırmaya başlamasıyla birlikte, hürriyeti solumaya yüz tutan fıtratların nihaller gibi boy atmaya, zamanla çınarlaşarak da zamanımıza kadar uzandığını Ganj ırmağından Atlas Okyanusuna uzanan coğrafyadaki milyonlarca tarihî eserden müşahade etmiyor muyuz? Taç Mahal’dan Kayrevan Camisine, Maveraünnehir’deki binlerce inci ve yakuttan, Darülbeyza’ya, uzanan çizginin üzerinde omuz omuza vermiş milyonlarca eserin arkasında yalnızca kudretli padişahları, çok zengin devletleri ve yüksek teknolojiyi arayanlar, aradıklarını bulamazlar. Günümüz tarihinin iftihar sayfalarına kaydetiği medeniyetlerin yüzde sekseni, insaniyeti ön plana almış İslâmiyetin “Allah’tan başka kimseye kul olmayacak kadar hür ve bu fani dünyada bir yolcu” düşüncesiyle yetiştirdiği Müslümanlara aittir. Skolastik Avrupa’nın; tarafgir, mutaassıp ve dar düşüncelerle Güney Avrupa ve İber yarımadasından kazımağa çalıştığı “İslâm medeniyetinin” eserlerine rağmen bugünkü hakperest Avrupa yüzlerce eseriyle “hakkı teslim” ediyor.

Bu geniş coğrafyaya serpilmiş milyonlarca tarihî yapının, “cennet bağlarına” benzetilmiş çevrenin ve barış içinde yirmi milyon kilometrekarede seyahat eden seyyahların ortaya koyduğu bir vakıa var: İnsanın maddî-manevî rahatı esas alınmış medeniyetin arkasında sivil toplum hakikati yatıyor. Bırakın insanın rahatını; ormandaki canavarlara, şehirdeki hayvanlara ve çevredeki ağaçlara bakılmak üzere kurulmuş vakıflar ve hayır cemiyetleri; İslâmiyeti demokrasiye, insan hakları ve hürriyete aykırı gören dinsiz Avrupalıların ve onların dahildeki zındık temsilcilerinin ağızlarına öyle bir şamar vurur ki; sesi tâ Newyork’tan işitiliyor. Kitapçılarda ve kütüphanelerde bulunan yüzlerce kitap; İslâm tarihindeki “sivil toplum” hareketini en güzel şekilde ifade ettiğinden başka bir hususa geçmek istiyorum.

Cumhuriyet döneminin başındaki cebrî uygulamalarla birlikte; Osmanlıdan bize gelmekte olan tüm gelenek ve müesseselerle beraber “sivil toplum” hareketi de tamamen tahrip edilmiş. Devlet; Avrupa’da bulunan bir iki sosyal müesseseye paralel olarak resmî bir kaç örgütün varlığını devam ettirmiş: Kızılay, Yeşilay, vs. Ayrıca milletin ianesini toplayıp harcayabilmek için de Türk Hava Kurumu gibi bir-kaç kuruluş daha ilâve etmiş. Bütün bu kuruluşların başlarındaki idareciler devletin memurları mesabesinde tasarrufta bulunmuşlar.

Türk milletinin tarihi gibi, “sivil toplum” hareketinin tarihi de 1920’lerden başlatılmış. İşte bu yanlış uygulama günümüzde çözümü bize problem olarak takdim ediyor.

Avrupa’da iki yüz-üç yüz yıllık “sivil toplum kuruluşlarının varlığını elbette biliyoruz. Tarihçesini Ortaçağ Hıristiyan Avrupa’sından alan yüzlerce dinî motifli sivil toplum hareketi, aktif bir şekilde; sağlık, eğitim, yardımlaşma ve sevinçleri paylaşma hususunda hizmet veriyorlar. Bilhassa kiliselerce idare edilen ve kısmen federal veya yerel hükümetlerce finanse edilen kuruluşların bugüne nasıl uyarlandığını ve devletin yükünü omuzladığını öğrenmek açısından “incelenmeye” değer, diye düşünüyorum.

Türkiye; tarihî kökleri kuvvetli dalları ile kökler arasında canlı bir alışverişi olan AB sürecine bu kafa ile ne kadar hazırlanabilir, bilemiyorum. Hürriyetlere bağlı olarak sivil toplumda zaman zaman tıknefes ve yer yer “iğdiş” edildiği bir Türkiye’nin “hür ve medenî AB” sürecinde “sivil toplumunu” günümüze göre inşa edememesi kendi açısından felâket olur, kanaatindeyim. Zira AB’de, devletin yükünün yarısını sivil toplum örgütleri omuzluyor. Bunların yarısından çoğu da dinî cemaat eksenli kuruluşlar..

Dindarlarını mürteci ve hürriyet isteyenini “bölücü” kabul eden ve “askere” maledilen bazı yanlış uygulamaları tenkid edeni de “ordu düşmanı” ilân eden bir Türkiye’nin bu husustaki işi kolay değil..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*