Adalet yoksa, kimse güvende değil

İki gün önceki yazımız “Muhalefet yoksa, demokrasi yoktur” mânâ ve mahiyetindeydi.

Bu yazı ise “Adâlet yoksa, güven yok demektir” kıvamında. Bir başka ifade ile “Adâlet yoksa, zulüm var demektir” tesbitinde.

*

Evet, makam ve unvanları ne olursa olsun, yönetim tarzlarında iki temel nokta daima dikkate değer görülmüş ve genel değerlendirmeler ona göre yapılmıştır: Birbiriyle doğrudan bağlantılı olan iki noktadan biri “adâlet”, diğeri ise “zulüm” diye tâbir edilmiş.

Adâleti tesis etmek, başlangıçta zor olsa da, sonrasında düzelme ümidi doğar ve işler nisbeten kolaylaşma yoluna girer. Zulme yönelmede ise, durum tam tersine: Öncesi kolay gibi görünmekle beraber, sonrasında herkes ve her şey için zorlu ve sıkıntılı bir döneme girilmiş olur.

Adâletle hükmetmek isteyenler, daima açıklıktan, şeffaflıktan yana olurlar. Zulme meyledenler ise, bunun yine tersini yaparlar: Her şeyi gizli, örtülü ve her işi kapalı devre bir şekilde yürütmenin yolunu bulmaya bakarlar.

Oysa, açıklık açıklığı, kapalılık da kapalılığı tetikleyip besler. Dolayısıyla, bütün işler, yukarıdan aşağıya doğru aynı minvâl üzere, yani birbirine “benzemeklik” tarzında şekillenmeye başlar. Hatta, adlî-hukukî gerekçeler bile ona göre bulunup sıralanır.

*

Demek ki, herkes için müşterek fayda, açıklıkta ve şeffaflıktadır. Zira, açık rejim ve sisteme dayalı yönetimlerde, yöneticiler fenâ kişiler olsa bile, adâleti sağlamak ve zulmün önüne geçmek nisbeten kolaydır. Rejim “kapalı devre” sisteme doğru meylettikçe, baskı ve haksızlıklara karşı mücadele de müşkilleşir.

Dolayısıyla, insan temel hak ve hürriyetleri noktasında savunulacak ideal sistem, halkı duyan, bilen, onun iradesine değer verip dikkate alan “açık rejim” tarzıdır.

Buna rağmen, yönetimin başına geçen şahıs, şahıslar, ekipler, vs, âdil olabildiği gibi, zalim de olabiliyor.

Keza, kişilerin iyi, temiz ve düzgün olması, sistemi temize çıkarmadığı gibi, sistemin düzgün ve ideal olması da, idarecilerin pîr û pâk kimselerden teşkil edildiğini göstermez.

*

Geçmişte olduğu gibi, şüphesiz zamanımızda da hem zalim, hem de âdil yöneticiler vardır, olmuş ve olmaktadır. Şu var ki: Tarihe mal olmuş idarecileri farklı yönleriyle değerlendirmek, hatta eleştirmek hem rahat, hem gayet kolaydır.

Ama aslolan, halen hayatta ve iş başında olanlar hakkında rahat ve serbest şekilde, yani hiç çekinmeden yazmak, konuşmak ve onların yanlışlarını yapıcı yönde eleştirebilmektir. Bu ise, sâhiden yürek ister, cesaret ister: Tabiî, ilimden ve imandan beslenen medenî cesaret.

Evet, cesaret iki türlüdür: Biri âlim cesareti, diğeri ise cahil cesaretidir. Birincisinin kaynağı ilim ve imandır. İkincisinin dayanağı ise cehalettir: “Cahil cesur olur” sözü bunun bir yansımasıdır.

“Cahilin cesareti”ne takılıp kalmamalı. Zira, pek bir işe yaramaz. Faydadan çok zararı var. Bu sebeple, üzerinde durmaya hiç gerek yok… O halde, aslolan, ilimden ve imandan gelen cesarettir. İşte, onun üzerinde durmalı, onu nazara vermeli ve onun lüzumunu, kıymetini, ehemmiyetini anlatmalı.

Zira, o imânî “cesaret” ile “korku” duygusu bir yerde durmaz, aynı yerde barınamaz. Biri girerse kalbe, diğeri çeker gider.

Son söz: Zulmün bitmesine ve adâletin tesis edilmesine kaynaklık teşkil edecek olan o yüksek imânî cesaretin, milletin önünde sıradağlar gibi örülmüş-dizilmiş olan korku dağlarını bir bir aşması temennisiyle…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*