Allah, insan, hayat ilişkisi (3)

İnsan, kendi sırlarını ve gizemlerini çözmekten ve mahiyetini anlamaktan hiç bir zaman usanmamalı, vazgeçmemelidir. Ömrünün sonuna kadar öz varlığından, çözemediği noktalar mutlaka olacaktır; zira o bir Umman, dipsiz bir definedir. İnsan bu yönde çalışıp derinleştikçe ancak gelişir, olgunlaşır ve Kemal’e erebilir.

İnsan çok garip ve acip bir yaratıktır. Bütün nev’ilerıyle, milyonlarla ifade edilen diğer canlılar bir yana; insan nev’i ise başka yanda, tamamen ayrı bir kategoride değerlendirilmelidir.

İnsan, özgür bir iradeye sahip, düşünebilen, hissiyatına hakim olabilen tek varlıktır. İnsanı değerli kılan, diğer bir sıfatı da şuur (bilinç) sahibi olmasıdır. Diğer canlılarda, yani hayvanlarda şuur yoktur. Hayvanlar geçici bir zaman için eğitilebilirler ama sonra; kendi doğası gereği özgürce hareket ederler.

Hayvanlar; sanki doğmadan önceki âlemde talim görmüş, eğitilmiş, terbiye edilmiş gibi doğarlar. Örneğin bir ördek yavrusu, hayata gözlerini açar açmaz hemen suda yüzebiliyor. Bir karetta (kaplumbağa) yavrusu yumurtadan çıkar çıkmaz denize doğru yol alır, suya ulaşmaya çalışır. Kozadan çıkan bir kelebek hemen uçuverir.

Burada konu hayvanlardan açılmışken, bal arısı üzerinde biraz durmak, bilgilenmek isterim.

Sair hayvanlar gibi, bal arısı da insanın hizmetinde istihdam edilmek üzere yaratılmıştır. Yeryüzü, insanın şerefine kurulmuş bir Rahman sofrasıdır. Arı o sofrada; bal gibi, tatlı bir gıdanın sunulmasında büyük bir paya sahiptir.

Arı, dünya’ya geldiği zaman, bütün hayat şartlarını bilecek, bir yetenek ve istidat ile beraber gelir.

Bal arısı kanatlarını, saniyede 200 defa çırpabilir. Lütfen dikkat edin! Sadece saniyede 200 defa.

Dünya çapında, 7-12 arasında değişen arı türleri vardır.

12 bal arısı, ömürleri boyunca ancak bir çay kaşığı kadar bal üretebilirler. 450 Gr. Bal üretilebilmesi için de, 17.000 arının 10 milyon çiçekten, bal özünü toplaması gerekir

Bu kadar emekle meydana gelen bu kıymetli bal nimetini; kadir bilmez, nankör, müsrif insanların nasıl çılgınca tükettiklerinin farkında değiliz, diye düşünüyorum.

Bir kolonide 20.000 ile 60.000 arasında değişen, arı ile bir kraliçe arı bulunur. İşçi bal arılarının hepsi dişidır. Bu arıların ömrü ortama olarak 40 gün iken; Kraliçe arı, 5 yıla kadar yaşayabilir. Özellikle kovanın enerjiye ihtiyacı olduğu yaz aylarında bu kraliçe arı, günde 2500 kadar döllenmiş yumurta yumurtlayabilir. Erkek arıların iğneleri yoktur. Dişilerden biraz daha irice olup, tek yaptıkları iş; çiftleşmeyi ve üremeyi sağlamaktır. Erkek arılar, kraliçe arı ile çifleştikten sonra hemen ölürler. Bu şekilde görevlerini ve yaratılış amaçlarını da tamamlamış olurlar.

Her bir arının kendine özgü “KOKU”suyla diğerlerinden ayrılır, bilinir ve tanınırlar. Aynen insanlarda farklı parmak uçlarındaki özelliklerde olduğu gibi. Yeryüzünde yaşama gözlerini açan her bir arıya, farklı özelliklere sahip koku vermek, ancak Allâh’ın sonsuz kudretine ve ilmine isnad edilebilir; bunun başka türlü açıklanması mümkün değildir.

Bir arı, yumurtadan çıkar çıkmaz uçmaya ve hemen vazifeye, çiçeklerden bal toplamaya başlar. Arı, bir bal üretim fabrikası olduğu gibi; çiçeklerin, bitkilerin aşılanması gibi, önemli bir vazife ile daha görevlendirilmiş gibidir. Çiçek tohumlarını, tozlarını bir çiçekten alır, diğer bir çiçeğe taşıyarak üremelerini, çiftleşmelerini sağlar.

Bu tozlaşma görevinde ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Mesela ilk olarak bir çeşit çiçeğe konmuşsa; orada o çiçek bitinceye kadar başka tür çiçeklere konmaz. Bunun sebebi şudur; başka çeşit çiçeklere konsa aşılanma, döllenme olmayacak ve dolaysıyla, çiçeklerin nesli tükenecektir. Acaba bu bal arısı, bu çiçeklerin tümünü nasıl tanıyor ve nasıl birbirinden ayrıştırabiliyor? Arının, bu tozlaşma hareketinden haberdarmış, bilgi sahibiymiş gibi hareket ettiğini görüyoruz.

Arıların yaratılması ve yerine getirdikleri görevlerinin, insan yaşamı ile olan bağlantısını Einstein; şu veciz ifadeleriyle dile getirir; “Eğer bir gün arı nesli yok olursa, insan neslinin de, 4 yıllık ömrü kalmış demektir.”

Yer yüzündeki bütün arıların işi, aynı yöntem ile bal üretmektir. Bir tasavvur eder misiniz? Çin’deki, Hindistan’daki, Bitlis’in Pervari beldesindeki arılar ile, uçakla 15 saat uzaklıktaki okyanus ötesindeki arılar, farklı ortamlarda dünya’ya gelirler ama, hepsi birbirleriyle haberdarmış gibi peteklerini inşa ederken, tam olarak 109 derece 28 dakika ile 70 derece 32 dakikalık iki açı kullanırlar. Peteklerin uçları ise 13.er derece yükseltilerek inşa ederler. Diğer yandan aynı hassas düzen ve matematiksel ölçülerle altıgen şeklinde dizayn ederler. Dolaysıyla bu eğitim ve dakik ölçüler nedeniyle petek dik bile dursa; hiç bir zaman içindeki bal dışarı akmaz.

Bal arıları, peteklerini

Bu bahisle ilgili olarak, Üstad Nursî şu ifadelerle temas eder; “O, arının bütün emsalinin bütün zeminde, aynı zamanda, aynı fiile mazhariyetleri gösteriyor ki: Bu cüz’i ve hususi fiil ise; ihatalı (kapsayıcı) rûy-i zemini kaplamış bir fiilin bir ucudur. Öyle ise; o büyük fiilin fâili ve o fiilin sahibi kim ise, o cüz’î fiil dahi onundur.”(1)

Ve;

“Arı, en önemli hayvanlardan biridir. Bize İlâhî sofradan bal gibi bir nimeti getirmektedir. O küçücük bal makinesinin, zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve o küçücük karnında nimetlerin en tatlısını koymak ve pişirmek ve küçücük süngücüğünde canlıları tahrip etmek, öldürmek hasiyetinde bulunan zehiri, o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan; şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler, müdahele edemezler ve karışamazlar.”(2) diye ifade etmişlerdir.

Bu küçücük bal arısı sınırsız, tamamen özgür olarak hayata Mazhar olduğu zaman, bütün kâinatla münasebettar olur, her şey ile alış veriş yapar. Hatta, kâinat benim mülkümdür, bütün yeryüzü benim bahçemdir diyebilir.

Bir arının ortalama ömrü 40 gündür.

Kur’an’ın ayrı ayrı ayetlerde beyan edildiği üzere Allâh; Ay ve Güneş, gece ile gündüz ve tümüyle yer ve göklerde yaratılan her şeyi, insan için yaratmış ve ona musahhar edip emrine verdiği gibi; arının, bu kısacık ömründe de; diğer görevleri ile beraber en önemlisi, insanlara bal üretmek gibi bir vazife ile, hikmetle yaratıldığını müşahede ediyoruz.

Akılsız bir arı bal yapıyor, şuursuz bir böcek ipek dokuyor. Hangi akıl ile, hangi ilim ile? Hem nereden öğrendiler, insanların bilmediği, o mükemmel san’at eserlerini ve marifeti?

Evet arı; emdiği çiçeklerin öz suyundan hem zehir ve hem de bal yapmaktadır. Tamamen birbirinden ayrı, bu bal ile zehiri karıştırmadan bulaştırmadan, balı sofralarımıza takdim etmesi medarı şükrandır.

Arılar kış aylarında, yaz aylarında ürettikleri bal ile beslenirler.

Allah Ta’ala; başlı başına, Kur’an’ın bir suresini, arının ismiyle, yani “NAHL” ile isimlendirmesi bir hikmete binaen olmalıdır. Her halde Allâh, bu hikmetli san’at-ı Rabbaniye’yi aklı olanlara; tefekküre ve ibretli nazarlarına medar olsun diye ders verir, olmalıdır.

Allâh; “Rabbin bal arısına vahyetti, ilham etti: Dağlardan (çiçeklerden-bitkilerden) ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler (kovanlar) edin. Sonra meyvelerin her birinden ye, Rabbinin kolaylaştırdığı yollarına gir. Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet (bal) çıkar ki, onda insanlar için şifa vardır. Elbette bunda düşünen bir topluluk (kavim) için büyük bir ibret vardır”(3) diye buyurdu.

Allâh nimetlerin sonsuzluğundan, sayılamayacağından bahseder. Bu nimetlerin bir kısmı, kavun, karpuz, elma, armut gibi doğrudan doğruya gelirken; bir kısmı da dolaylı olarak gelir. İnek, keçi, deve, koyun gibi hayvanlar ot saman yer, ancak bize süt gibi berrak, lâtif, zengin bir gıda verir. Arı, çiçeğin öz suyunu emer, ama bize sofralarda aranılan, tatlanmanın en şirini olan bal gibi bir besini takdim eder. Bu mübarek hayvan olmasaydı, balı bulabilir, yiyebilir miydik acaba?

Allâh, Kur’an-ı Kerim’de; baldan ırmakların olduğundan bahisle şöyle buyurmuştur:

“Müttakilere vadolunan CENNET’in durumu şöyledir: İçinde bozulmayan sudan ırmaklar, tadı değişmeyen süt’ten ırmaklar, içenlere lezzet veren şaraptan ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır. Orada meyvelerin her çeşidi onlarındır. Hiç bu, ateşte ebedi kalan ve bağırsaklarını parça parça edecek kaynar su içirilen, kimselerin durumu gibi olur mu?”(4)

Evet, hayvanlar âlemine yaptığımız bu kısa gözlemden sonra; insanların durumuna bakacak olursak eğer; insan, dünyaya geldikten, 2 yıl sonra ancak ayağa kalkabiliyor. Hayat şartlarını, ölünceye kadar öğrenmeye muhtaç. Öğrendiğine inanan ve uygulayan ve kendine en uygun gördüğü bir tarz hayat ile yaşar. Bir insanın, kâmil anlamda bir birey olabilmesi için, reşit olması gerekir.

Reşit ne demektir? Artık kâr ile zararı birbirinden ayırabilen, olgunlaşmış, ergenliğe ermiş kişidir. Reşit olmayan bir insanın yargıda, malda, mülkteki tasarrufta, her türlü muamelede velisi muhatap kabul edilir.

Lise dahil, küçük öğrencilerin velâyeti söz konusudur. Ancak reşit yaşa gelmiş bir insan, her yaptığından sorumlu kabul edilir. Çünkü dünya hallerinde deneyimsiz olsa bile; artık aklen kemâle etmiş demektir.

Bir gün, Bediüzzaman’a bir kişi gelmiş ve “Bana bir şey söyle de nasihat olsun, ömür boyu hatırlayayım.” demiş.

Üstad ona; “Bu gece git başını yastığa koyduğun zaman, kendi kendine bu soruyu sor. “Benim ömrüm nerelerde geçti? Yine de ki; bu güne kadar geçen ömrüm beni ne kadar kurtarır?” Yine de ki; “Benim ömrüm, bu yatakta biterse, yani ölümüm vaki olursa, hesaba ne kadar hazırım?” de.

Yine Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde şöyle buyurmuş:

“Bil ey aziz kardeşim! Senin iktidarın kısa, bekân az, hayatın mahdut, ömrünün günleri sayılı (ma’dut) ve her şeyin fanidir. Öyle ise şu kısa fani ömrünü, fani şeylere sarf etme ki, fani olmasın. Baki şeylere sarf et ki, baki kalsın.(yani kalıcı olsun)

Evet, yaşadığın ömürden, dünyada göreceğin istifade, ancak yüz sene olur. Bu yüz sene ömrünü, yüz tane hurma çekirdeği farz edelim. Bu çekirdek, iskâ edilip (toprağa ekip su verilir) muhafaza edilirse; ilâ- mâşaallâh semere verecek, yüz tane ağaç olur. Aksi takdirde, ateşe atıp yakmaktan başka bir istifadeyi temin etmez.”(5)

Eğer bir insan, en fazla yüz yıllık bir ömrünü, o yüz hurma çekirdeği gibi, hem kendine ve hem de, hem cinsi olan diğer insanlar adına verimli, faydalı bir mecrada geçirirse ; o yüz yıllık ömrü semeredar yüz hurma ağacı gibi, ebedi unutulmaz bir şahsiyet olur, bir hayat yaşar. Allâh, ömrümüzü ebedi hayatı netice veren bir cennet hayatına tebdil etsin.

Evet, kâinatın her şeyini insanın etrafında toplayıp onu merkeze alan, her nevi ihtiyacını, güneşiyle, havasıyla, oksijeniyle ve her türlü gıdasıyla karşılayan; elbette ilâhî şefkatten başka olamaz.

Demek, insanı böyle nazdar ve nazikçe besleyen; hiç mümkün müdür ki, insanı bilmesin, tanımasın, görmesin? Madem seni biliyor, merhameti, şefkatiyle bildiğini bildiriyor. Öyle ise; sen de, O’nu bil! hürmetle bildiğini bildir.

Ve netice de iki âyet:

“Geceyi, gündüzü, güneşi, ayı sizin emrinize verdi. Elbette bunda aklı olan bir topluluk için, ibretler ve dersler vardır.”(6)

“Dahası sizin için, yer yüzünde çeşitli renklerde yarattığı şeyler vardır. Elbette bunda düşünüp öğüt alacak, bir topluluk için, bir ibret ve ders vardır.”(7)

“HERKESTEN VE HER ŞEYDEN UMUDUNUZU KESTİĞİNİZ ANDA; BELKİ DE KURTARICI SİZ OLABİLİRSİNİZ!

KÜSMEKTEN VE KABULLENİP BİR KÖŞEYE ÇEKİLMEKTEN BAŞKA BİR YOL DAHA VARDIR! O YOL,YILMADAN USANMADAN SABIRLA VE UMUTLA DEVAM ETMEKTİR.”

Dipnotlar

(1)Lem’alar (30.Lem’a) s.345
(2) Yedinci Şua s157
(3) Nahl 16/68-69
(4) Muhammed 47/15
(5)Mesnevi-i Nuriye s.185
(6) Nahl 16/12
(7) Nahl 16/13

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*