Kurbanlarımız

Kurban, yakınlaşma demekti.

Özel bir yakınlaşma…

Her şeyin bir kurbanı vardı, her kurbanın da bir şeyi…

Herkesin bir şeylere, bir yerlere yakınlaşması için kurbanı oluyordu.

 

Herkesin bir kurbanı vardı, bir de yakınlaşması…

Değişiyordu kurbanına göre…

Bir de yakınlaşmak istediğine göre…

Kimisi sevdiğine, sevgilisine kurban ediyordu kendini…

Kimisi de dostuna, dostluğuna…

Kurbansızlık kurbanı bile vardı…

“İslâm’ın kurbanı” ise çok daha özel bir anlam taşıyordu diğerlerine göre…

İnsanı, mü’mini, inananı Allah’a, Rabb’ine yakınlaştırıyordu.

Her ne kadar kurban edilen hayvanın eti, kanı Allah’a ulaşmasa da, Allah’a ulaşan bir şey vardı o kesimin, o kurbanın, o yakınlaşmanın içinde…

Takvâ idi Ona ulaşan, sakınmaktı.

Mü’min, kurban kesmekle neyden sakınmış oluyordu?

Kurban kesilmeyen toplumlardaki cinâyet, katl ve de öldürme vakaları kurban kesilen toplumlara oranla çok daha yüksek olduğu bilimsel, sosyolojik olduğu kadar aynı zamanda “istatiksel” bir gerçekti.

Yoksa, insan insanın kurbanı mıydı hayvanın kurban olarak verilmediği toplumlarda?

Yoksa, insanın yapısında kan dökmek, kan görmek arzusu mu vardı?

Yoksa, melekler haklılar mıydı Hz. Âdem’in yaratılışındaki çekincelerinde?

“Yeryüzünde fesat çıkarcak, bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın?” (Bakara 30)

İstifhamlarında haklılar mıydı, haklılık payları var mıydı?

Bunu nereden öğrenmişlerdi?

Halbuki insanı henüz görmemişlerdi.

Yoksa, cinlerin tecrübesinden mi sezinlemişlerdi?

Veya cinlerden onlara geçen bir rekâbet içgüdüsü müydü?

İnsan iyiliğe de, kötülüğe de kâbiliyetli olarak yaratılmıştı.

Kan dökmek, kan dökmeyi, kan görmeyi istemek herhalde bir kötülüktü!

İnsanlık tarihi boyunca dökülen kanlar da herhalde örnek sayılabilirdi…

Yoksa, insanlar hayvanları kurban etmekle, kurban olarak vermekle bu kötülüğü, bu içgüdüsel davranışı frenlemiş, yönünü değiştirmiş; faydalı, en azından zararsız veya en az zararlı bir şekle mi sokmuş oluyorlardı?

Tartışılabilirdi, tartışılmalıydı…

Ama, üsûlune uygun olarak, uzman olarak, uzmanlar olarak…

Karşı tarafa sağır olmayarak.

İşi—çoklukla yapıldığı gibi— “sağırlar diyaloğu”na çevirmeyerek…

Bilimsel bir zeminde seviyeli olarak; anlayarak ve de anlatarak…

Birbirine bağırıp çağırarak, söverek değil…

Tabii ki bu işin sadece bir yüzüydü.

Kurbanın, insanın sosyal ve de toplumsal hayatına katkısı neydi, neyi getiriyordu?

Herhalde bunun konuşulması gerekirdi…

Genellikle, İslâm dininde kurbanlık olarak kesilen hayvanın eti üçe taksim ediliyordu.

Bir kısmı eşe dosta, konuya komşuya, yakın akrabaya ikram ediliyordu.

Diğer kısmı muhtaçlara, fakirlere, yoksullara dağıtılıyordu.

Kalan kısmı da ev halkına bırakılıyordu.

Tam bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma örneği.

Bir insanlık örneği, insaniyet gereği, insan olmanın hasleti…

Herhalde, sadece şu manzara bile tek başına, kurban için hayvanların kesilmesine yeterli bir sebepti…

Düşünsenize bir… Bir sene boyunca hiç et yememiş, yiyememiş birisine en güzel hediye ne olabilir diye?

Evet, o kurban kıymetliydi o fakirin, o yoksulun, o muhtacın gözünde…

Gözünde tütüyordu…

Senede bir defa da olsa o etin tadına bakmak, bakabilmek, tadına varmak, varabilmek, o lezzeti yaşamak, yaşayabilmek, o gıdayı almak, alabilmek…

Onun için belki de en büyük mutluluktu.

Bir yıl boyunca konuşulabilecek, şükran duyulabilecek, şükründe bulunulabilecek bir mutluluk…

Başkasının eliyle de olsa…

Sadece şu mutluluk için, onu yaşamak ve de yaşatmak için de olsa hayvanlar kurban olarak kesilmeye değerdi…

Eşe dosta, konuya komşuya ikram etmek…

O da az bir şey miydi?

Anlamlı değil miydi?

Dostluğu, samîmiyeti, sıcaklığı, yakınlığı pekiştirmez miydi?

Düşmanlıkları, dargınlıkları, kırgınlıkları, kızgınlıkları törpülemez miydi?

Kurban sahibinin belki de en büyük lezzeti dostlarının lezzetlenmesi, hoşnut olmasıydı.

Çünkü, “gerçek dost, dostunun, dostlarının saadetiyle mütelezziz olur; ferah bulur, mutlu olur, saadetlenirdi…

Bu, öyle bir lezzetti ki, o eti yemenin lezzetinden çok daha lezizdi.”

Sırf bu lezzeti yaşamak için de olsa hayvanlar kurban edilmeye değerdi…

Ya ev halkına ayrılan kısım…

O da sevilmez miydi, sevimli değil miydi?

İnsan pek çok zaman et yiyebilirdi.

Yemesi de gerekirdi; gerekliydi…

Bu kurbanın etini “özel kılan” acaba neydi?

Düşünülmeli miydi, düşündürmeli miydi?

Allah için, Onun emri olduğu için, Ona “kurban” olmak için yani “yakın olmak” için kesilen bir hayvanın etinden yine onun rızasını kazanmak için yemenin verdiği lezzetin târifini yapmak gerekir miydi, gerekli miydi?..

Bence, sadece bu duyguyu yaşamak için de olsa hayvanlar kurban olarak kesilmeye değerdi…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*