Allah, insan ve hayat ilişkisi

Çok boyutlu olan insana, ruhsal ve psikolojik yönleriyle bakmaya, irdelemeye ve keşfetmeye devam ediyoruz.

Bazen insan, içinde yaşa dışı ızdırap ve elemden dolayı hafakanlarla göz yaşı döker, bazen de, kalbinde hasıl olan sevinç ve mutluluktan dolayı, mütebessim çehresiyle etrafa gülücükler dağıtır, bazen de öfkesiyle etrafa dehşet saçan bir cani olur, bazen de şefkat ve merhamet duygularıyla bir iyilik meleği olabilir, muazzez ve Mümtaz bir varlıktır insan.

İnsan binlerle ifade edilecek hissiyat ve duygularla donatılmış ve en mutena şekilde yaratılmıştır. Bu duygular, müsbet-menfi veya diğer bir ifadeyle pozitif-negatif yönleriyle insanın içinde, bir tezat teşkil ederler, yani birbirleriyle zıt durumdadırlar. Bu hislerden başlıca bir kaçını sayarsak eğer, bunlar:

sevgi-nefret,

menfaat-zarar,

hayır-şer,

dalâlet-hidayet,

şefkat-öfke,

iman-küfür,

terbiye-terbiyesizlik,

ahlâk-ahlaksızlık,

nezâket-nezâketsizlik,

hâyâ-hâyâsızlık,

haddini bilmek-hadsizlik,

güzel-çirkin,

sıkıntı-ferahlık, gibi ilâ nihaye duygular.

İnsanın mana alemindeki bu mevcut duygu ve melekeleri, sürekli çarpışma halindedirler.

Tabiatıyla, her şey zıddıyla bilinir. Bu zıtlıklar her hususta, her şeyde geçerlidir. Karanlık olmazsa aydınlık bilinmez, kötülük olmazsa iyilik anlaşılmaz ve hakeza…

İşte insan, bu iki grup duygular arasında devamlı gel-gitler arasında yaşar, bir ikilem içerisinde bulunur.

İnsan, bu duyguların müsbet, yani olumlu yönünde bulunur ve işlerse; evveliyetle kendisi için ve sonra da hem cinsi olan diğer insanlara karşı hayırlı, yararlı işler yapmış olur ve iyi bir insan kategorisinde yerini alır. Yok eğer, diğer olumsuz tarafta bulunur ve zararlı icraat ve fiiller işlerse; hem kendisi için zararlı yolu tercih ettiği gibi; toplumsal açıdan da kötü bir insan kabul edilir ve kendisine o nazarla bakılır.

Bu tarz, hayat düzeni olan bir insan; dünyanın sultanı da olsa, dünyanın servetine de malik olsa; o şeref ve itibariyle beraber, her şeyini kaybetmiş, madde ve manasıyla iflas etmiş demektir.

İnsan topluca, sosyal bir hayat biçimiyle yaşamak zorundadır. İnsanlar yek diğerine muhtaç bir şekilde yaratılmışlardır. Dayanışma, yardımlaşma, birbirinin davetine, nidasına icabet etme, cevap vermek gibi, fıtri duygularla yaratılmıştır. Sevmek ve sevilmeye; şefkatle ve merhametle kucaklaşmaya, yedirmeye ve yedirilmeye, düştüğü zaman elinden tutulmaya her zaman ihtiyacı vardır insanın.

Konuya dair, Hz Peygamber’in şu hâdis-i nakledilmeye değer ki; “İnsan sever ve sevilmelidir. Sevmeyen ve sevilmeyen insanda hayır yoktur.” diye buyurmuştur.

Dünya’da, sevgiyi sevmek ve sevgiyle yaşamak ve yaşatmak kadar, insana mutluluk veren; Dünya’da bile CENNET hayatı yaşatan başka hiç bir duygu yoktur.

Allâh âyetlerde, İnsan hayatında sevgi ve merhametin önemini çoklukla dile getirir. Onlardan bir tanesi şudur: “Kaynaşmanız için size kendi (cinsi) nizden eşler yaratıp aranızda sevgi ve merhamet peyda etmesi de, O’nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu, bunda düşünen bir kavim için ibretler (dersler) vardır.”(1)

İnsan, diğer varlıkların hayatlarıyla da yakından alakadardır, şöyle ki; hayat biçimleriyle Allâh’ı göstermelerine, zikredip tesbih etmelerine ve ubudiyetlerine şahidlik etmek; tefekkürle derunî bir tarz ile olaylara bakmak ve düşünmek, o nazar ile görmek ve göstermekle ve o varlıkların lisan-ı hallerine tercüman olmakla da yükümlüdür, insan.

Örneğin; sosyal bir hayat düzeni olan karıncaların, şirin mı şirin, tatlı balı bize yediren arıların, hayat biçimlerinden, hikmet ve ibretle bakması ve bir takım derslerin çıkarılması, bu hissiyatını da terennüm etmesi gibi sorumlulukları vardır.

Hz.İsa, ancak nazarı ibret ve hikmet ile dolu bakışları olan bir insanın, kâmil bir insan olabileceğinden bahseder.

İnsan, etrafında cereyan eden olaylara ve bir bütün olarak, âlem’e nüfuz edebildiği manaları, sırları ve yine her şeyde bulduğu ve gözlemlediği mucizeleri, güzellikleri, mesajları, algılayan ve paylaşan en üstün varlıktır.

Zira insan, ancak kendi dışındaki insanlarla, varlıklarla, tabiatla, evrenle iletişim kura bildiği, onlarla çoğala bildiği, onlarla ilişkileri ölçüsünde insandır.

İNSAN kelimesi arapçadan gelen bir kelimedir. Başlıca iki manaya gelir.

Bir: (ن_س_ى Ne-Se-Ye) den gelir ki; manası unutmak, unutulmaya mahkûm varlık demektir. Akıl,şuur ve iman ile diğer canlılardan ayrılan insan; Cenab-ı Hakk’ın en mükerrem varlığı olduğu halde, Mazhar olduğu sonsuz, Rabbanî nimetleri unutkanlığı sebebiyle, kendisine insan denilmiştir.

Hakikaten, bu unutmak sıfatı, insanın doğasında olan bir şeydir. Ancak, uzun süreli unutulmayanlar, şüphesiz ismi semavî kitaplarda geçen Peygamberler, filozoflar, eserleri ve fikirleriyle insanları aydınlatan bilge insanlar ve bütün bunlara eklenmesi gereken, her daim lânetle anılan zalimlerdir.

İki: (ا-ن-س E-Ne-Se) den gelir. Manası ünsiyettir ki; sevmek, cana yakın olmak, sevimli olmak, sevgi duymak, ülfet peyda etmek gibi çok güzel, cazip manaları vardır.

Buna göre me’nûs insan; diğer insanlarla, hatta muhalif bildiği, dışındakilerle bile iletişim kurabilen, bir bağ tesis edebilen, ortak noktalarda buluşabilen, sevgi dolu, saygılı olan ve saygı gören, muhterem insandır.

İnsan; kendi dışına çıkabildiği, kendisi gibi olmayanlarla ve daha ötesi yaratan Rabbiyle bir bağ, bir rabıta kurabildiği ölçüde insandır.

İnsan, kendi nefsini aşabildiği, kendisinin ötesine gidebildiği oranda, hakikatini, öz varlığını, cevherini keşfettiği oranda değerlidir. Tohum toprağa atılır ki; kendini aşabilsin, toprağı yarıp semaya doğru dal budak salsın, ağaç olsun, çiçek yaprak açsın, semere versin, meyvesinden yenilsin, bakanlara da güzel manzarasıyla sürür ve mutluluk kaynağı olsun.

Toprağa atılmayan ve su ile beslenmeyen,sulanmayan tohum, yeşermez meyve vermez.

Aynen bu tohum gibi, kendinde kalan bir insan, kendinde tükenmeye mahkum olur.

Bir insan, kendisinde bulunan bir bilgiyi, bir yeteneği de, dışında kalanlarla paylaşmak zorundadır. Bu bilgi paylaşılmadığı zaman; aynen toprağa atılmayan, o tohum gibi; onu kendi bünyesinde saklı tutmak, içine hapsetmek ve onu kısır bırakmak anlamlarına gelir.

İnsanı, diğer varlıklardan ve yüce yaratıcıdan tecrit etmek, soyutlamak onu özünden, fıtratından uzaklaştırmak demektir.

Kendini gerçek anlamda insan bilen bir insan; kendisini geliştirmek, bilmek ve okumak zorundadır. Öz varlığına nüfuz edip gizemlerini, derûnî hissiyatını idrak etmek durumunda ve zorundadır.

Bir şeyi arifane bir şekilde bilmek; hakikatiyle derinlemesine bilmek ve kavramak anlamına gelir. Yani ma’rifet; sıradan bir ma’lumat anlamında bilmenin ötesinde; o bilgiyi kendinde gerçekleştirmesinin yanında, ayrıca etrafı da aydınlatan, nur saçan, bilgi demektir.

Onun içindir ki ariflerin; “Kendini bil” sözlerinin, kendilerinde tahakkuk etmiş canlı örnekleridirler.

Bu meyanda Üstad Said Nursî de; “Ey kendini insan bilen insan, kendini oku! Yoksa camid ve hayvan hükmünde insan olmak ihtimali var.” derken, özüne dönüşün, o öz varlığını kavramanın, hissetmenin ve algılamanın ne kadar ehemmiyetli olduğuna işaret etmiştir.

İnsanın kendini bilmesi; âlemin içerisindeki imtiyazlı konumunu ve büyük âlemin içerisindeki yerini doğru tespit etmesi ve eşref-i mahlukat olduğunu idrak etmesi; anlamlarına geldiği gibi, manada da, insanın kendini bilmesi, kendini bulması demektir.

Aslında var olmak; vücuda kavuşmak, köken itibariyle bulmak ve bulunmak manalarına gelir. Ancak, bulanlar gerçek manada var olabilirler. Bulamayanlar olsa olsa, mücerret, soyut bir mevcut olabilirler. Yani fizik olarak, bir nesne olarak, var olabilirler.

Bir âyet:

“Size verilen şeyler, dünya hayatı için faydalı nesneler ve güzelliklerden ibarettir. Allâh katında olanlar ise daha hayırlı ve daha kalıcıdır. Aklınızı kullanmaz mısınız?”(2)

Bir Hâdis-i Şerif:

“Her şeyin sayısınca Allâh’a hamd ederim ve Allâh’ı her türlü eksiklikten, kusurlardan tenzih ederim.” (3)

Dipnotlar

(1) Rum 30/21
(2) Kasas 28/60
(3) Hakim, Müstedrek, 1. 694

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*