vrupa Birliği’ne Türkiye’nin de dahil olması yolundaki girişimler ve bununla bağlantılı sosyal gelişmeleri bu ölçüler çerçevesinde ele aldığımızda pratik bazı sonuçlar ortaya koyabiliriz. Avrupa Birliği’ne girmek konusunda verileri doğru değerlendirip, hak ölçüler içinde doğru kararı vermek ve bu iradenin gereğini yerine getirmek Türk idarecilerin görevidir ve gerek millete, gerekse insanlığa karşı görevleridir, en önemlisi de Kadir-i Zülcelal’in rızasını kazanmak husundaki sorumluluklarıdır. Bu noktada aslolan samimiyettir. Diğer taraftan birlik üyeleri de coğrafi kültürel ve dini ayrılıklarına rağmen Yaratıcıya karşı eşit konumdadırlar ve onlar da zahiren külli gözüken, ama aslında cüz’i iradeleri ile kendi imtihanlarını vermektedirler. Yani siyaset ve siyasi girişimler dünyanın sosyal gelişimini etkiliyor gibi gözükmekle birlikte, özde yalnızca siyasi şahısların ve şahs-ı manevilerin imtihan zeminidir. Sonucu belirleyecek olan kaderdir. Ama bunu kendine siper ederek hiçbir kurum veya şahıs imtihanının gereğini yerine getirmekten geri duramaz.
Çünkü kimse imtihanın gereğini sonucu belirlemek için yerine getirmemeli ve sonucu belirleyebilecek konumda olduğunu düşünmemelidir. Herkesin, her kurumun vazifesi ve endişesi doğruyu doğru şekilde yapmak olmalıdır. Yani bir Türk idareci Avrupa Birliği konusunda Allah’ın tekvini ve kelami emirleri çerçevesinde yani itikadi, fıkhi, sosyolojik, hukuki, siyasi, psikolojik ve daha pek çok varlık ilimleri açısından doğrunun tayini ve bunun yerine getirilmesi gayreti ile mükelleftir. Doğru olduğuna inandığını yerine getirir, bunun gerçek anlamda doğruluğuna ve sonucunun beyan edilen irade doğrultusunda yaratılıp yaratılmayacağına mutlak külliyette olan İlahi irade karar verir. Acz ve fakr illetlerine müptela olan kulun samimiyetle doğru olduğuna inanarak yaptığı yanlışları da doğruya çevirmek ya da doğru kabul etmek o külli iradenin sahibi Zat-ı Akdes’in şanındandır.
Türkiye’nin Avrupa Birliğine girmesi konusunda siyasi iradeler karşılıklı beyan edilmiş ve bu doğrultuda bir kısım fiili dualar gerçekleştirilmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne girmesi ile ya da başka bir şekilde dünyada bir bütünleşme seyri aynen insanın farklı organlarının bir gelişim süreci içinde bütünleşmesi gibi fıtri bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşme terimi ile kısmen dile getirilmek istenen belki de budur. Siyasi iradeler ne doğrultuda olursa olsun, her konuda olduğu gibi bu konuda da asıl sonucu belirleyecek olan külli irade, yani kaderin hükmü olacaktır. Kaderin hükmünü ise hayatlarını külli iradenin emirleri doğrultusunda geçiren, kalplerini onun mesajlarına açan insanlar daha net hissedebilmektedirler. Bu zatlar belki de nübüvvet yoluyla insanlığa hükmünü, arzularını daha açık ifade eden külli iradenin her bir zamandaki temsilcileridirler. Bu zatlardan olduğuna şüphemiz olmayan Bediüzzaman, Şeyh Bahid Hazretlerinin Osmanlının ve Avrupa’nın istikbali ile ilgili sorusuna, Osmanlı Devleti’nin bir Avrupa devleti ile hamile olduğunu ve doğuruyor olduğunu, Avrupa’nın ise bir İslam Devleti’ne hamile olduğunu ve yakın bir zamanda doğuracağını ifade etmiştir. Bu, zamanımızda önemli bir İslam yorumu olan Risâle-i Nur’un insanlık tarihinin gelişiminde kaderin hükmüne manevi bir işareti olmalıdır. Avrupa Birliği’nin bir Hıristiyan klübü olması yolunda gayret sarf edenler İsevilik din-i hakikisinin tasaffi ile Mehdi-i Azam’a tabi olması halinde ne yapacaklarını hesaba katmamaktadırlar. Oysa kaderin hükmünün bu doğrultuda olduğuna dair pek çok işaretler ortaya konmuştur. Yine, Risâle-i Nur’un bu noktada ortaya koyacağı önemli vazifelerle, Hz. Ali (r.a.) ve Gavs-ı Azam (k.s.) gibi manevi alemlerin önemli habercilerine işaret edilmiştir. Son dönemde sayıları gittikçe artan, Bediüzzaman hakkında seminerler veren Avrupalı ve Amerikalı Hıristiyanlar bu işaretlerin zamanla tefsiri ve kainat kitabı ile de ifadesi olarak anlaşılmalıdır. Ne Türkiye’deki Nur talebeleri ne de Avrupa’daki Hıristiyanlar neye hizmet ettiklerinin, ne külliyetle bir vazifeyi omuzladıklarının belki de farkında değiller. Ancak külli irade bunları meyiller yoluyla istihdam ederek insanlığın bütünleşmesi noktasında külli vazifeler yüklemektedir.
Siyasiler kendi vazifelerini yapmaya çalışıyorlar veya yapıyorlar, ancak Avrupa Birliği veya başka birlikler yoluyla insanlık bütünleşecek, medeniyetler çatışmayıp, çakışacaktır. Medeniyetlerin çakıştığı noktada Hıristiyanlığın aslına dönmesi, gerçek insanlığı yakalaması zaten İslamileşmesi anlamına gelecektir. Çünkü İslam, Hz. Adem’den bu yana bütün dinlerin asıllarını, özlerini içine alan bir kavramdır. Aslına dönen her din İslamlaşmış olur. İnsanlığın bütünleşmesi kaçınılmaz bir son gibi gözükmektedir ve bu bütünleşmenin İslam zemininde gerçekleşeceğine dair pek çok emareler zuhur etmiştir. Bu bütünleşmenin siyasi boyutundan çok sosyal boyutu, yani halkların bütünlüğü önem arz etmektedir. Halklardaki bütünleşmenin önünde hiçbir siyasi irade ve otorite duramayacaktır. O halde siyasileri bir noktaya kadar olabilecek gayretlerini asıl tamamlayacak olan Nur talebeleridir. Artık hizmet ufku dünyayı ve insanlığı kuşatmalıdır. Türkiye Avrupa Birliğine sokacak da, insanlığa barış getirecek de, medeniyetleri bütünleştirecek de bu hizmetler ve Risâle-i Nur’un neşri yolundaki ihlaslı gayretler olacaktır.
Benzer konuda makaleler:
- İslam ve Demokrasi
- Terörün çözümü Bediüzzaman’da
- Bir nur talebesinin siyasetteki istikameti
- Peygamber efendimizin iletişim tekniği
- Risale-i Nur yasağı Rusya’ya yakışmıyor
- Allah´ın irade sıfatı
- Mehmet Kutlular: Şahsa değil sisteme bağlıyız