Babalarımız için

Geriye dönüp baktığımda, babamla ilgili anıların azlığı dikkatimi çekiyor. Sanırım bu hepimizin ortak bir kaderi.

Aslında bizim nesil, ihtiyacıyla, derdiyle ilgilenen, hem de onun için ölesiye koşuşturan babaların varlığıyla dolu. Ancak bu hengâmede, ihmal edilen, istenildiği hâlde yapılamayan birçok şeyler var. Çocuklar ilgiyle büyüseler de, ilişkilerde görünen o ki; sevgiye, öpüp koklamaya, karşılıklı muhabbet etmeye, el ele dolaşıp gezmeye pek fazla vakit ayrılamıyor.

Bir nesil bunu yaşadı. Biz de orta nesil sayılırız. Nasibimiz az diyemem. Çok şükür, gerekli ilgiyi de, sevgiyi de gördük. Ama şimdiki babaların çocuklarıyla olan ilişkilerine bakınca ve o sevgiyi onlarla paylaştıklarını görünce, insan biraz olsun üşüyen yanını hissediyor.

Bir yanı güneş almayan bahçeler gibiyiz. Bir yanı güneş görmeyen ağaçlar gibiyiz. Güneş görmeyen yanı kızarmayan meyveler gibiyiz. Bu üşümenin, bu soğukluğun faturası da evlâtlara çıkıyor. İnsan bir dara düştüğünde, bir sıkıntıyla karşılaştığında “Ah babam, vah babam!” diyor ama o kadar…

Evet, onun varlığı, sevgi olarak karşımıza çıkıyor. Unutmuyoruz. Gücü, büyüklüğü, evimizde üstlendiği işler, her biri onu âlemimizde özel bir yere koymaya yetiyor. Baba, baba gibi bir adam olarak karşımıza çıkıyor. Adam gibi bir adam…

Babaların da zaafları vardır. Babaların da işleri çok anneler gibi. Ara yerde evlâtlar, su verilmeyi bekleyen fidanlar gibi yapayalnız kalıyor bazen. Gelip geçerken herkes görüyor, bakıyor ağaca, fidana, saksıdaki çiçeğe. Ama su vermek çok özel bir iş. Arada bir, birkaç litre su boşaltmakla büyütemiyorsunuz o fidanı. Belki de fazla su öldürüyor onu. Hiç vermemekle zaten olacak şey belli: Kuruyor fidan.

Şefkat böyledir işte. Şefkatin lüzumsuz ışığı boş yere dolaşırsa evlâdın etrafında, bazen onu tahrip ediyor. Her an bu ilgi ve sevgiyi arıyor ve aradığı yerde de bazen bulamıyor.

Demek ki her şeyde olduğu gibi, evlâtlarımıza verilecek olan sevgide de, ilgide de dozu iyi ayarlamamız gerek. Tâ ki evlâtlarımız yarınlarda üşümesinler. Köklerinden çürümeye yüz tutmasınlar. Hele hele sevilmediklerini hiç hissetmesinler.

O ilgisizliği, o sevgisizliği duyarak yaşayanlar, toplumun başına ve kendi hayatlarına çıban oluyorlar. Sevgi dediğin ne ki? Paylaşılması en kolay şey… Önce yüzün dönecek, göz göze geleceksin. Sonra elini tutup, başını okşayacaksın. Bir bûse konduracaksın; bir güle kondurur gibi o mis kokulu yanakların üstüne.

Cebini boşaltıp ona versen, hiçbir şey vermiş sayılmazsın. Sevginin yerini tutacak bir şey bulunmuş değil henüz. O değerde, o kıymette hiçbir şey yok. Babalar, anneler en kıymetli hazinenin sevgileri, ilgileri, şefkatleri olduğunu bilmeliler. Evlâtlar da bunu bekliyor zaten; çok şey değil. Paradan, puldan ne anlar bacak kadar çocuk?

Ama bir başını okşamadan çok şey anlar. Adıyla hitap edilmesinden çok şey anlar. Tam kızacağınız yerde, beraber kahkaha atmaktan çok şey anlar onlar. Ciddî bir meseleyi bir anda oyuna dönüştürüp, onun kalbini kırmaktan kaçınmak, babayla evlât arasında hiç unutulmayacak bir bağ kurar. Kırk yıl geçse üstünden, hiç unutulmayacak bir anı olarak kalır bu.

Evet, görünmeyen ama hiç anlaşılmayan bir sırdır. Bir bardak su, bir çiçeğe bir sene yetebilir. Nedir ki bir bardak su? Ama vaktinde vermek gerekir o suyu. Babaların evlâtlarına vereceği, onlarla paylaşacağı sevgi suyu da böyle, şefkat de böyledir. Gıdım gıdım değil, gürül gürül akıtmalı, cimrilik gösterilmemeli. Sevildiğini hisseden bir çocuktan daha güçlü bir kalp kimde vardır? Sevgide cimrilik olmaz.

Çok istiyordum babalar için bir yazı yazmayı. İçimde bir burukluk vardı, onlara vefa borcumu ödeyemedim diye. Varsın uzun olmasın, isterse iki cümle olsun, babam ve babalar hakkında bir şeyler söylemek istiyordum.

Rahmetle anıyorum bütün babaları, vefat etmiş olanları da… Allah mekânlarını cennet eylesin.

Dünyaya geldiğimizde, ellerine verildiğimiz zaman duydukları sevinç, gözlerinde parıldayan o ışık, kalplerinde çarpan o duygu nasıl bir şeydi acaba? Hep merak ettim. Bunu yaşayan babalardan da duyuyorum. Bazen anlatıyorlar. Her birinin ayrı bir hikâyesi var. Benim hikâyem neydi, merak ediyorum? İnşâallah cennette dinleriz. Rabbim orada buluşturur ve bu duyguyu orada yaşatır.

Dünya hayatında ona katkıda bulunmayı, ona yardımcı olmayı çok isterdim. Ama sanmıyorum evlâtlık görevimi hakkıyla yerine getirebildiğimi. Helâllik diliyorum. Dilemekte geç kalmış her evlât gibi, ruhaniyetinden özür diliyorum. Onu Allah’ın rahmetine emanet ediyorum. Makamı cennet olsun.

Bize güzel bir isim vermek, güzel bir hayat hazırlamak için didindiklerinden zerre kadar şüphem yok. Beraber gittiğimiz yerleri, beraber yürüdüğümüz yolları, beraber olduğumuz dakikaları hiç unutmuyorum. O hatıralar da saklı bir yerlerde. Vakti geldiğinde Allah lütfediyor, hatırlıyorum.

Çocukluğumun günleri yıl gibi, saatleri ömür gibi uzun geçerdi. Şüphesiz güneşin aydınlattığı bahçeler gibi güzel şeyler bunlar. Beraber köfte-ekmek yemeklerimiz, bisikletinde, arkasında ya da önünde oturmalarımız… Beline sarılıp şarkılar söylediğim, ıslıklar çaldığım ve benim kahrıma her halükârda katlandığı o günlerin mazide kalmadığına inanıyorum.

“İnsanın ömür dakikaları insana avdet ederler” diyor Bediüzzaman Hazretleri. (Mesnevî-i Nuriye, s.183) Çekilen film, bir gün gösterilir. Yaşadıklarımız tekrar bize tattırılır. Güzelse o anılar, silinmez, ebediyen Cennette de seyredilir İnşâallah. Geçmiş, geçmişte kalmış değil, geçmiş, gelecek olarak önümüzde duruyor şimdi. Anılar, maziyi hatırlatsa da, artık geleceğe ait mutlu bir tablo olarak duruyor. Açılmayı bekleyen, içinde nice esrarengiz anıların saklı olduğu gizli bir hazine olarak duruyor.

Boşuna yazmamış Dostoyevski “Babalar ve Oğullar”ı. Babalarla oğullar arasındaki problemi çözecek tek şey sevgidir, ilgidir. Freud teorisini siler geçer Üstad Hazretleri bir tek cümleyle. Otuz ikinci Söz’de geçer bu cümle. Onu okuduğum zaman gerçekten Bediüzzaman Hazretleri’nin sadece bir müfessir olmadığını anlamış; edebiyat, iktisat, ekonomi, dilin şiirselliğini bir kenara koyalım, sosyal hayatın psikolojik yönlerini, insanın, ailenin tahlilini de bu cümlede bulmuştum:

“Madem peder kimseyi değil, yalnız veledinin kendinden daha ziyâde iyi olmasını ister; ona mukabil, veled dahi pedere karşı hak dâvâ edemez. Demek vâlideyn ve veled ortasında fıtraten sebeb-i münâkaşa yok.” (Sözler, 583) demekle, Batının ahlâk ve davranış temellerine oturttuğu müthiş bir kompleksi, o meşhur Odip kompleksini bir tek cümleyle yıkar geçer Üstad.

Belli bir yaşa kadar evlât babasını arkadaş grubundan biri gibi görebilir. Öyle görmeye devam ettiği zaman, onu rakibane bir duygu içinde de algılayabilir. Ama işin iç yüzü öyle değil. Onlar ne söylüyorsa, bizim iyiliğimiz içindir. Ellerindeki metod, bilgi o kadardır. Onlar o malzemeyle, o imkânla en iyisini yapmaya çalıştılar. Kaynakları kurutulmuş meş’um bir devirden geçtiler. Biz, onların yaptığının yanında belki de hiçbir şey yapamadık. Gerçek kahraman, babalarımızdır. Hayatını evlâtları, ailesi için yaşayanlardır.

Hz. Üstad, bu mânâyı o kadar güzel dile getirir ki…

Şu hatıraya kulak verelim:

“Bediüzzaman Hazretleri’nin Van’da, Vali Tahir Paşa’nın konağında kaldığı günlerdi.

“Bir gün basit kıyafetli bir köylünün kapıda kendisini beklediğini söylediler. Kapıya koştu.

“Gelen babasıydı. Bir merkeple Nurs’tan kalkmış, Van’a oğlunu görmeye gelmişti.

“Bediüzzaman sevinç içinde babasının ellerine sarıldı, öptü. Halini hatırını sordu. Annesi ve kardeşleri hakkında bilgi aldı.

“Mirza Efendi, kapıda oğlunu,

‘Oğlum, burada benim, senin baban olduğumu sakın kimseye söyleme’ diye uyardı.

“Bediüzzaman babasının önüne geçip ona yol gösterdi ve içeri aldı.

“Salona girdiler.

“Vali ve şehrin diğer ileri gelenleri de oradaydı. Sofi Mirza Efendi, utanarak kapının eşiğine yakın bir yere oturdu.

“Bediüzzaman, uyarısına rağmen babasını topluluğa iftiharla tanıttı:

‘İşte bu zat, benim babam Sofi Mirza Efendi’dir.’

“Ve babasını kapı ağzından alarak başköşeye, Vali Tahir Paşa’nın yanındaki sedire oturttu.

“Onun lâyık olduğu yer orasıydı. Baba, herkesin önünde ve başında olmalıydı.” (Bediüzzaman’la Yaşayan Öyküler, Ömer Faruk Paksu)

Babasıyla iftihar etti mi böyle etmeli insan. “Babam” demeli. O kelime sadece ağzını değil, kalbini ve hayalini de doldurmalı.

Yine Bediüzzaman Hazretleri gençlik yıllarında münâzaralı dâvâlarda rakipleri tarafından kıskançlık ve çekememezlik yüzünden şikâyetlere uğrar. Bir yerden diğer bir yere sürgün edilir. Bu olaylarda annesi Nuriye Hanım’ın duyduğu üzüntüye karşılık, babası Sofi Mirza Efendi; “Bizim çocuk yine önemli şeyler yapmış her halde” der. Babasının bu kanaatini Üstad Hazretleri şu cümle ile tamamlar: “Zaman, babamı haklı çıkardı.”

***

Evet, babamla aramızda bir cümle var. Onu saklayacağım. Gençlik yıllarımda yanıma yaklaşıp kulağıma bir şey söylemişti. Şimdi saatlerce söylenecek, konuşulacak bir konuyu o bir tek cümleyle, mahcup bir edâ ile söyleyip gitti ve o cümle benim hayatımda yol gösterici, ışık tutucu oldu. Mahcup bir edayla söyledi. Esas kaçan ben olmalıydım, ama baba işte… O kadar yapabildi, o kadar söyleyebildi. Ama söylediği yürekten olduğu için, sözün gücü yürekten geldiği için yüreğime oturdu. Allah razı olsun, mekânı Cennet olsun.

Sevdiğim bir kardeşim var. Bu yazının sonuna geldiğim sırada ona “Bana babanı bir cümleyle anlatır mısın?” dedim.

“Babam çok dürüst bir insandı. Yürürken hep önüne bakardı. Yanından biz bile geçsek hiç fark etmezdi” dedi.

Ne güzel der şair Behçet Necatigil:

“Biz bu kadar eğilmezdik

Çocuklar olmasaydı?”

Bütün babalara rahmet duâsı ile… Ve özellikle de Hz. Fatıma’nın (r.anhâ) babacığına, Efendimiz’e (asm) salât-u selâm ile…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*