Bebeğin yaratılışında göbek bağının önemi – 2

Allâh şu dünyayı insanoğluna geçici bir yurt, bir misafirhane yapmıştır. İnsan ise, içinde geçici ve az bir zaman duracaktır. Evet, insanın kendi içinde ve dışındaki âlemde devamlı değişim ve dönüşüm ile cereyan eden olaylarla iç içe yaşamaktadır.

Mevsimlerin arka arkaya değişmesi, tabiat’ta meydana gelen faaliyetlerin, değişik şekil ve renkleriyle bir sonraki mevsime devretmesi; kışta ölmüş olan arzın, baharla beraber tekrar canlanması, dirilmesi; bazen yağmur, kar fırtına, bazen renk renk süslü gül ve çiçekler; nesimi bir hava, gece karanlığının parlak güneşli bir güne, nura inkılap etmesi ve daha sayılamayacak kadar, arka arkaya gelen perdelerin değişmesi ve değişik sahnelerin açılması gösteriyor ki; şu perdeler arkasında muazzam bir Rabbâniyet, muhteşem bir saltanatla hükmediliyor.

Şu misafirhane dediğimiz dünyanın en seçkin, en mümtaz misafiri insandır. Ve etrafında cereyan eden olayları ve içinde bulunduğu sonsuz nimetleri ve şu muhteşem âlemdeki sergileri, antika sanatları seyrederken, tefekkürle bakmak ve muhakeme etmekle yükümlüdür ve bununla mükellef kılınmıştır. Zira bu düşünmekle beraber, aynı zamanda istikameti bulmak, yüce yaratanını tanımak veya tanımamak imtihanıyla karşı karşıyadır.

Yol iki görünüyor; ya hak veyahut batıl. Bunlardan birini tercih etmek, tam bir serbestiyetle beraber, bizim hür irademize bağlanmıştır. Burada önemli olan güzel bir insan olmaktır. Ama bundan da daha güzel olanı ise; güzel kalmak ve o güzellikte sebat edebilmektir.

Ruh bedenden çıkınca, haliyle imtihan kapısı da kapanmış olacaktır. Bila şüphe, herkesin ölümü, onun hususi kıyametidir.

İnsanın yaşamış olduğu bu dünyada, Allâh her şeyi bir kâder ile yaratmıştır. Kâder, plân ve program demektir. Buna tekvinî kanunlar da denilir. Kur’an’da bu “sünnetullâh” diye tabir edilmiştir. Bilim insanları ise; buna tabiat kanunları namını verirler. Bu kanunlara uymada; inançlı veya inançsız olmak fark etmez. Uyanlar faydasını görür, mükâfatını alır. Uymayanlar ise; zararlarıyla beraber, bir de cezasını çekerler.

Bu kanunlar; genellikle yeryüzünde hükmedilen, cereyan eden husûsiyet ve özelliklerdir. Ateşin yakması, demirin taşın sertliği, itme ve çekme kuvveti, suyun standart özelliği gibi bilimin keşfettiği veya daha keşfedemediği eşyadaki pek çok kanunlardır.

Kâinat’ta cereyan eden bütün olaylar, bir plân ve program dahilinde meydana gelir. Biz insanlar olarak, işlerimizi belli bir plân ve program dahilinde, ama fıtri kâder ve kanunlarına uygun yapmazsak; muvaffak olamayacağımız gibi, hedef ittihaz ettiğimiz maksatlar da hâsıl olmaz. Tüm bitkilerin tohumları, çekirdekleri ve bazı hayvanların yumurtaları, birer kâder programı dahilinde oluşturulmuş, plânlanmış ve yaratılmışlardır.

Sen, cüz-i iradenle o tohumlara ve çekirdeklere gerekli olan basit bazı işlem ve müdahelelerde bulunduktan sonra, o tohum ve çekirdeklerden Allâh; o muhteşem ağaçları ve görkemli bitkileri, değişik renk ve tatlarda meyveleri ve ta’amları yaratır.

Allah’ın yarattığı her şey, aslında hayırdır ve güzeldir. Onu güzel veya çirkin, hayır veya şer, zarar veya faydalı kılan, insanın cüz-i iradesidir. Bu iradeyle kendisi hakkında, ya hayra veya şerre çevirir. Ateşi yaratan Allah’tır. Elini içine sokarsan elini yakar, güzelim ormanları, beldeleri kül edersin. Yaratılması maslahat olan, kesin hayır olan ateşi; kendi hakkında şer etmiş olursun.

Yağmuru, suyu tamamen hayır üzerine yaratan Allâhtır. Bütün bitkiler ondan beslenir, ondan yeşerir hayat bulur. Bizler su’dan yaratıldık, ondan içeriz ve o su, hayat’ta hayat olur. Ancak sen dere yatağına ev yaparsan sel olan, coşan sudan evin yıkılır, boğulur hayatını malını kaybedersin. Tamamen hayır olan o su; sen kendi iradenle aleyhine, şerre çevirirsin.

Görüldüğü üzere Allâh her şeyi, genel anlâmıyla iyilik, güzellik ve hayır üzerine yaratmış, bina etmiştir. Esasen, insanın kendi varlığı da hayırlar, güzellikler üzerine bina edilmiş, yaratılmıştır. Sonradan insan kendi hür iradesiyle, bazen şer mecrasına girip, zararlı yolu tercih edebilmektedir.

Allâh, kulun kendisini tanıması ve doğru yolu bulması için; gerek kendi varlığı ve vücudu, gerekse tabiat’ta ve gerekse aklıyla ve görsellerle nüfuz edebildiği kadar, bütün evrende; delilleri, bürhanları, mühürleri (hatemleri, sikkeleri, turraları) gözler önüne sermiştir. İşte bütün bunları doğru okuyup, doğruluğa erişebilenlere ne mutlu demek lâzım gelir.

Daha önce de değinmiştim, teoloji (kelâm) ilminde Allâh’ın ulûhiyetiyle ilgili şöyle bir hüküm vardır; (La tefekkeru fî zâtihi ve lâkin tefekkeru fî âlâihî) yani, bizzat Allâh’ın zatını düşünmeyiniz. O’nu eserleri, san’atları ve bütün evrende, varlıklar âlemindeki icraatlarıyla, fiilleriyle tanıyınız düşününüz, buyrulmuştur.

Allâh, kâinatta vaz’ettiği fıtrî kanunlarla, bütün âlem’e birden tasarruf eden, ferdiyet ve irade sıfatından gelen yaratılışa ait, tüm harekât ve sükûneti tanzim eden, İlâhî kanun ve nizamlarıyla yönetir.

Evet, geçen günlerde bizim eve satın alınarak misafir gelen bir temizlik robotunu gördüm. Gayet güzel, sistemli, nizamî çalışan bir makine.. Bulunduğu mekâna göre konumlandırıyorsunuz, sonra o kendiliğinden çalışıyor. Koltuk, dolap altlarından tutun, evin en ücra köşesine kadar girer ve temizler. Temizlediği yere de bir daha girmez, basmaz. Bu suretle temizlik işini başarıyla yapar bitirir. Çalışırken bende hayranlıkla ve takdirkâr bir nazarla seyrederim. Elbette ki; bu makineden ziyade onu icâd eden, dizayn eden san’atkarını, mühendisini düşünürüm. O’nun zekâsına, maharetine hayranlık duyar ve onu alkışlayacak duygularım kabarır, heyecana gelir.

Bu güzel buluşu icâd eden, yapan mühendisi bizzat görüp veya görmemenin bir önemi olabilir mi? Zira icad ettiği eseri meydanda. Eserin varlığından ve onu var edenin mühendislik ilminden, bilgisinden onu tanımalıyız. O, gayet san’atlı eseri var edeni, inkâr edip tanımamak, göz önündeki eserini inkâr etmek, varlığını kabul etmemekle eşdeğer olmaz mı?

Zira o robot, plâsenta kanalıyla rahimdeki bebeğe erzâk ve diğer besleyici gıdaları direk adrese taşıyan, teslim eden bir alyuvar hücresinden daha acâip, daha san’atlı değildir.

Bu göbek bağı üzerinden akıllara durgunluk veren müthiş bir organizasyon görüyoruz. Daha önceki yazılarda da temas ettiğimiz gibi; annenin içtikleri ve yediği gıdalar, önce mideye ve akabinde bağırsaklardan kana karışarak kalbe gider.

Kanda bir takım süzgeçlerden, eleklerden geçirilerek vücudun bütün organlarına lâzım gelen vitaminleri, elementleri, ne eksik ve ne de fazla taşır, götürürler.

Döllenmiş hücre, ortalama sekiz günden sonra, o hücre yumağının dış kısmındaki plâsentayı oluşturmak üzere, farklılaşacak olan hücre grubu adı verilen bir hormon üretmeye ve kana salgılamaya başlarlar. Göbek kordonunda bulunan iki damar, ceninin kirli kanını ve zararlı madde ve atıklarını annenin kanına iletirler. Anne de bunları teneffüs ve sidik boşaltım sistemiyle dışarı atar. Plâsenta (göbek bağı) ve bağlı olduğu kaide, yani “eş” üçüncü aydan itibaren gelişmesi tamamlanmış olur.

Anne, eş üzerinden cenine, belirli miktarda hazma hazır gıdalar temin eder. Cenine günbegün ihtiyacına göre değişik gıdalar verir. Çünkü ceninin birinci ve ikinci aylarda ihtiyaç duyduğu gıdalar ile, sekizinci ve dokuzuncu aylarda ihtiyaç duyduğu gıdalardan, hem nicelik hem de nitelik bakımından farklıdır. Doğumdan sonra anne tarafından bebeğe emzirilen sütün terkibi de, her gün ihtiyaca göre değişiklik arz eder.

Anne nasıl besleniyorsa, plâsenta sayesinde bebek de aynı oranda besinlerini, gıdaların alır. Eğer hamile bir anne, yeteri kadar beslenmez, proteini ve kalorisi zengin gıdaları almazsa; o oranda bebek de geri kalır.

Dokuz haftadan sonra, yani 70 günlük iken cenin, anneden aldığı gıdalardan yavaş yavaş tat almaya başlar, annedeki ten sıcaklığı ile bebek psikolojisi iyileşirken; anne sütü ve kokusu sayesinde; o bebekler büyümeye ve gelişmeye devam ederler.

Burada en acip ve de daha dikkat çeken husus; göbek kordonu vasıtasıyla embriyo’nun, yani rahimdeki ceninin, her bir organının oluşması ve gelişmesi için, yine annenin kanından temin edilmek üzere; bütün elementlerin, vitaminlerin, proteinlerin en mükemmel şekilde karşılanmış olmasıdır. Ayrıca annenin kan dolaşımından, embriyo (cenin) de, gelişen kan damarlarından, oksijen ve besin taşıdığı gibi; dolaşım sisteminin oluşmasını ve gelişmesini de temin eder.

Embriyo’da ilk defa gelişen organlar kalp ve merkezi sinir sistemidir. Bu sistem 17 günde oluşmaya başlar. Dördüncü haftadan sonra, yani cenin bir buğday tanesi kadar iken, kalp çalışmaya başlar ve 6-7 haftada kalbin gelişimi tamamlanmış olur. Sekizinci hafta, yani ikinci aydan sonra, cenin hareket etmeye başlar.

Bundan sonra, dikkate değer diğer bir durum vardır ki doğuma değin, annenin kan dolaşımı ile bebeğin kan dolaşımı hiç karışmaz, ancak bebek bundan böyle, annesinden aldığı protein ve gıdaları, kendi özel kalbi ve kan dolaşımı üzerinden bebeğe aktarmak üzere, ceninin gelişimi tamamlanmış olur.

Doğumdan önce, göbek bağının ceninden ayrılması, tıbbî müdaheleyi gerektiren bir durumdur. Aksi takdirde bebek oksijensiz kalacağından ölebilir. Zira bebek doğduktan sonra, akciğerlerinden teneffüs edene kadar, göbek bağına bağlı kalmak zorundadır.

Bebek doğduktan sonra rahimin sancı dediğimiz kasılmaları devam eder. Bu kasılmalar sonucu, kordonun rahimden ayrılması sağlanır. Ve doğan bebekten sonra, bu plasenta kanaldan çıkarılır ve kordon kesilerek bağlanır ve bu suretle görevi de sona ermiş olur.

Şu kâinatta ve üzerinde yaşadığımız yeryüzünde her yaratık (mahlukât) ve her varlık (mevcudât) en seçkin, en mükemmel şekilde yaratılmışlardır. Bu inkar edilmez, her akıl sahibinin hakkını teslim ettiği bir hakikattir. Bütün bunları müşahede edip, yaratanını, sani’ini tanımamak; gerçek bir gaflet olsa gerek.

“Ana-babaya ihsan ömrü artırır. Yalan, rızkı azaltır. Hayır dua kazaları savuşturur.”

“Doğruluk iyiliğe götürür, iyilik de cennet’e götürür.”

“Tedbir gibi akıllılık yoktur, günahlardan sakınmak gibi takva yoktur, güzel ahlâk gibi asâlet yoktur.”

Hz. Muhammed (asm)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*