Çadırlar sökülüyor, göç düzülüyor; haberimiz var mı?

Rıhlet denilince yalnızca Kureyş mi hatıra gelecekti…

Kışın kuzeye, yazın güneye göç edenler onlardan mı ibaret dersiniz. Ah şu göçerler… Darülkarar zannettikleri diyardan bir mevsimlik, bazen bir nebzecik göç eden göçerler. Mevsimin kışa dönmesi, havaların soğuması, zirvelerin beyaza bürünüşü, gün ile birlikte yaprakların da sarararak rüzgâra teslim olmaları; yaylalardan çadırların söküleceğinin hep işaretleridir. Kimi Bozok’tan, kimi Ferraşin’den, kimi Sübhan’dan, kimi Tekir’den, Zorkun’dan, Çelebibey’den toparlanır ve geldikleri kışlaklara dönmek üzere yola revan olurlar.

Yayla dönüşünü derin acılarla dünyalarında yaşamamış bir yayla çocuğu gösterebilir miyiz… Büyükler acılarını gizlerlerse de kadınların ve çocukların gözyaşları, onların safiyetlerini ele verirler.

Ayder’e, Sultan Murad’a veya Kazıkbeli’ne bir sayfiye boyu çıkıp dönmek ile, şu dünya misafirhanesine konup göçmek arasındaki fark ne ola ki… Fakat çoğu kez aldanıyoruz. Üstadımızın tercümanlığıyla; Eyvah! Aldandık. Şu hayat-ı dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zâyi ettik. Evet, şu güzerân-ı hayat, bir uykudur; bir rüyâ gibi geçti. Şu temelsiz ömür dahi, bir rüzgâr gibi uçar gider, diye terennüm ettikleri gibi… Bu hakikati ders veren güzeller güzelinin; mutlaka biz O’ndan geldik ve yine O’na dönücüyüz, cümlesi de rıhleti üzerine değil miydi? Kışlaklarda barındıran da, yazlığa gönderen de ve imtihanımızdan sonra, tekrar Darülkarar’a götüren de O değil mi?

Elbette sebepler perdedirler. Korona da bir başka renkli perde. Kendisiyle çokça meşgul ettiğinden, bakışları kendisinde kilitlemiş. Bizim neslimiz; her evden bir-iki şehidin çıktığı savaşlara katılmadığından, o zamanların halet-i ruhiyesini bilemiyoruz. Sabahında tenceresinde hasret ve akşamında ayrılık pişiren anneleri ve genç gelinlerin hikâyelerini bize derli topluca yazan da olmadı. Taunun, vebanın veya bir başka salgının; kasabanın yarısını bir hafta içinde toplayıp götürdüğü zamanları da yaşamadığımızdan şu koronalı günleri bir yere koymakta epeyce zorlanıyoruz. Çevremizdekilerin; bize el sallama fırsatı bulamadan -bize göre- ayrılıp gitmeleri, gözümüzü-kulağımızı haberleşme makinalarına kilitledi, bu mevsimde.

Bazen sormaktan çekinir olduk. Hazan gazelleri gibi, hissedilmeyen saba rüzgârına bile dayanamadan dallarından kopanların isimlerini. Bu yazı size ulaşıncaya kadar, inşallah bir başka yanımızı yakan ayrılık ateşiyle tutuşmaz ciğerlerimiz. Çoğu kez, hayâlleri misal dünyamızda yansıyan kahramanların ayrılıklarına gönül inanmaya inat ediyor. Antakya ve Adana’nın medar-ı iftiharı Ali Kanıbir Ağabey’in iyileştiğini duyduktan sonra, göç haberini aldık. Sebepler susuyor ve rıhlet devam ediyor. Ali Ağabeyimiz, hüzünle peşi sıra baktığı Antakya’nın fedakâr kahramanlarından kaim pederi Ahmet Denktaş’a bu kadar kısa sürede kavuşacağını biliyor muydu? Kim bilir.

Üstadımızı görebilme ve talebe olma şerefine nail olmuş ağabeylerin şu güz mevsiminde, sararmış güneşler gibi batışları… Selahattin Akyıl, Fırıncı Ağabey ve Kemalettin Ağabeyler… Zübeyir Ağabey’in yoldaşları ve hem dertlileri Aydın’dan Necati Can ve İzmir’den Cafer-i Sadık Ağabeyler… Van’ının medar-ı iftiharı Kâmil Koyuncu’dan, müstakim ve kahraman Gedizli Ahmet Uzsoy Ağabeylere kadar… Ege’nin dindar demokrat kimlikli evlâdı Nur Talebesi Mehmet Özkan ve Gazetemizin eski yönetim kurulu başkanı Ömer Yavuzyiğitoğlu’ndan, Adıyaman’ın değerli ağabeyi, muallimi Hüseyin Özbey’e ve Mersin’in sevgili Mustafa İlhan’ına… Çocuklarını ve torunlarını Hak yolunda yetiştiren eniştem Derviş Uruç’tan, mütebessim ve şefkatli Said Durum’a kadar… Dedim ya, yaprak dökümü.

Hicret, göç, rıhlet, firkat ve ayrılık kelimelerinin acıklı yanı dostlardan müfarakat değil mi? Geçen mevsimleri çoktan unuttuk, hakikaten önceki sonbaharlar bu kadar hüzünlü müydü? Gel gör ki nefis kabule yanaşmıyor. Yukarda isimlerini saydığımız kahramanların tenlerini teneşirde görmeyenler, onları hafıza ve hayâllerinde uzun zaman yaşıyor, kabul edecekler. Ne zaman ki onlarla buluştukları önceki mekânları ziyaretlerinde sevdikleriyle karşılaşamadıklarında ve nihayet birileri ellerinden tutup kabirlerine götürdüklerinde, ruhları kalplerinden kopan hıçkırıkları duyacaktır.

Şu hastalığın şehadete vesile olduğunu söyleyenler, elbette söz konusu hadis-i şeriften haberleri var. Bu hastalığın göçerlerimizin çadır direklerini, çoğu kez, boğulma haletiyle söktüğünün farkında olmalıyız. Ki bu da şehadete bir başka işaret olmalı.

Bu ölüm mevsiminde eksikliğini ve zaafını en fazla duyduğumuz şeyin; Allah’a, ahirete ve kadere kuvvetli iman ile O’na teslimiyet olduğunu, her irkilişimizde biraz daha iyi anlıyoruz. Ölümün mahiyetini, ahiretin hakikatini ve dünyanın bir bekleme salonu olduğunu izah ve isbat eden NUR DERSLERİNE olan şiddetli ihtiyacı biraz daha derinden duyuyoruz.

Bu vesileyle ebediyete intikal etmiş ağabeylere ve ablalarımıza şahs-ı manevî adına rahmeti sonsuz Rabbimizden af ve mağfiret diliyor, onların bıraktığı boşlukları doldurmaya sevenleri âcilen dâvet ediyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*