Denizlerdeki hayatta tezahür eden mucizeler

Sevgili Dostlar,

Bu gün, bir damla su’dan hareketle denizlere ulaşmayı ve ardından, denize nazır yüksek bir tepeden engin masmavi manzaralarını, uçuşan martıları ve denizi sıra sıra yaran gemileri, hep beraber seyredelim mi?

Yine bir denizci dalgıç misali, okyanusun karanlık suları derinliklerine doğru bir yol almak ve oralarda başta balinalar ve küçük, renk renk balıklardan tutun, bütün canlıların yaşam tarzlarını yakından müşahede etmek ve incelemek üzere bir fikrî seyahat yapalım, istiyoruz.

Burada bilimsel bir bakış önceliğimiz olmakla beraber; Kur’an’dan da ilham alarak; mu’cizevî âyetlerine ve ifadelerine de yer vermeye çalışacağız.

Kur’an’ı okurken, genellikle yanımda hep kalem ve not defterini bulundurmaya çalışırım. Zira bazı âyetler ve sözler, zaman ve mekâna bağlı olarak anlam kazanırlar veya o mekân ve zamana göre anlâmlandırılırlar.

Tefsir dediğimiz Kur’an ilminde, vücûh ve nezâir denilen kurallara dikkat edilmeli ki, mana tam anlaşılmış olsun. Zira Kur’an bu anlâmları ihtiva ettiği için, her zaman ve asırlara hitap edebiliyor. Kur’an âyetlerinde yıpranma, pörsüme, eskime olmaz ve düşünülemez. Çünkü onlar her zaman genç, taze ve diridirler.

Tefsirde, bir kelimenin zikredildiği farklı yerlerde, farklı anlamlarda kullanılmasına “vücûh”, aynı anlamda kullanılması ise, “nezâir” terimleri ile ifade edilir.

Bu sabah dikkatimi celb eden şu âyeti sizlerle paylaşmak isterim ki: Allâh, Resûlü Muhammed’e “RABBİM İLMİMİ ARTIR DE.” Diye, kendisinden ilim talep edilmesini emreder.

Demek ki, Dünya’da insan için en değerli şey ilimdir. İlme sahip olmak en büyük zenginliktir. Buna göre cahil; en büyük fakir olmak durumundadır.

Buna işaret eden, aşağıdaki âyet ve Hadis-i Şeriflere dikkatleri çekmek isterim; Allâh şöyle buyuruyor: “De ki, bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu, ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.(1) İfadeleriyle aklî bilgilere sahip olmanın, ne denli kıymetli olduğunu nazara vermiştir.

Günlerden bir gün Hz. Peygamber Mescid’e girdi. Orada halka halinde oturmuş iki grup sahabe ile karşılaştı. Bunlardan bir grubu, Kur’an okuyor ve Allâh’a dua ediyordu. Diğerleri de, ilim öğreniyorlardı.

Allâh’ın Resûlü şöyle buyurdu: “Bunların hepsi hayır üzerindedirler. Şunlar Kur’an okuyorlar ve dua ediyorlar. Bunlarda ilim öğreniyorlar. Ben de ancak bir muâllim olarak gönderildim.”(2) dedi. Ve Resûlüllâh bu sözlerinden sonra, ilim öğrenen grubun yanına oturdu. Burada anlaşılması gereken, Hz. Peygamber; ilim öğrenmeyi Kur’an’ın okunmasından daha efdal olduğunu, haliyle izhar etmiş ve diliyle de ikrar etmiş bulunmaktadır.

Başka bir Hadis’te Hz. Peygamber: “Dünya ve içindekiler değersizdir, ancak ilim öğreten âlim (muallim) ve öğrenmek isteyen talebe bundan müstesnadırlar.” (Yani Dünya’da sadece değerli olan bunlardır.) (3) buyurmuştur.

Diğer bir hadiste Peygamber Efendimiz: “Kıyamet günü âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanı ile tartılır. Âlimlerın kanı daha üstün gelir.”(4) Buyurmuştur.

Şu âyet de, bu manaya yakın bir anlâmı ifade ediyor: “De ki, kör ile gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu?”(5)

İşte, bilmek inanmayı gerektirir. İnanmak ile inanmamak, muazzam bir benzetme ile burada müşahede edilmektedir.

İnanan; gündüz aydınlığında bulutsuz bir semada denizleri, ırmakları, ovaları, dağları, ağaçları, çiçekleri, uçan kuşları, arıları, kelebekleri ve yekpare, tabiatı bütün güzellikleri ve şa’şası ile seyredip temaşa ederken; diğeri ise kör olup ve o körlüğü ile gece karanlığına kendisini mahkum etmiş bir talihsiz..

Bu girişten sonra, hayat kaynaklarından en önemlisi ve yine hayatın idamesi için en lüzumlu unsur olan “su” hakikatine dönüyoruz. Şu hususu bir âyet’te Allâh şöyle ifade ediyor:

“Yer yüzünde birbirine komşu kıtalar, üzüm bağları, ekinler, bir kökten ve çeşitli köklerden dallanmış hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi bir SU ile sulanır. Böyle iken, yemişlerinde onların bir kısmını üstün kılarız. İşte bunlarda akıllarını kullanan bir toplum için ibretler vardır.”(6) buyurmuştur.

Aynı topraktan ve aynı su’dan beslenen bitkilerin her birinin rengi, tadı, kokusu birbirinden farklı meyveler vermesi; Allâh’ın varlığının en açık ve bariz delilleridirler.

Allâh (cc) diğer bir âyet’te ne buyuruyor bir bakalım:

“Göklerın ve yerin yoktan yaratılışı, insanların tekrar diriltilmesinden daha büyük bir iştir. Fakat insanların çoğu bilmezler.”(7)

Bu arada filozof Descartes’in şu yorumu dikkate değerdir. Şöyle ifade etmiştir. “İnsan her şeyi ile sınırlıdır. Sınırlı olan insan, sınırsız düşünemez. Allâh (cc) ise, varlığı sınırsızdır, namütenahidır. Bu bakımdan sınırlı düşünen insan, Rabbini tam ihata edemez.”

“Allâh’ı bulan neyi kaybeder? Ve O’nu kaybeden neyi kazanır.”

Ha bir damla su; ha bir okyanus bir birinden farksız aynı unsur. Hani deniliyor ya, “Damlaya damlaya göl olur.” Buna göre bir damla su eşittir bir okyanus ve deniz. Denizler, okyanuslar on binlerce enva-ı çeşit canlıyı barındıran, yaşama elverişli büyük bir âlemdirler.

“Dağılmak, dökülmek ve istila etmek fitratında olan denizler arzı kuşatıp, arz ile beraber gayet sur’atli bir surette bir senede, yirmi beş bin senelik bir dairede (sür’atle) koşturulduğu halde; ne dağılırlar ne dökülürler ve ne komşularındaki toprağa tecavüz ederler. Demek gayet kudretli ve azametli bir zatın emriyle ve kuvvetiyle, dururlar gezerler, muhafaza olurlar.”(8)

Denizlerle ilgili “Nahl suresi 14 âyet”te, enteresan şu ifadeler yer almaktadır: “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için, denizi emrinize veren O’dur. Gemileri denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun.(Bütün bunlar) O’nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.”

Gerçek odur ki, denizler gayet güzel ve en kıymetli cevherleri de barındırırlar. İnci, zümrüt, mercan zebercet ve daha niceleri gibi…

Ayrıca denizlerin, binlerce çeşit hayvanatın rızıkları ve idarelerini barındırmaları muhteşemdir. Basit bir kumdan ve acı bir sudan temin edilen ve hiç tükenmeyen yiyecekleri, rızıkları çok düşündürücü…

Bunların rızıkları tastamam veriliyor. Bu canlılarda açlık ve susuzluk belası ve endişesi yoktur. Nitekim başta balıklar olmak üzere, diğer deniz canlılarının zayıfı semizi yoktur. Hepsi tok, etli ve dolguncadırlar.

Bunlar aynen diğer canlılar gibi, yiyecek ve içecekleri olduğu gibi, elbette artıkları, kazuratları, ölüleri ve cenazeleri de vardır. Bu duruma; doğa kanunlarına göre bakıldığında; denizlerin, pislikten ve ölülerin cenazelerinden dolup taşması gerekir. Ancak, özellikle insanlardan uzak mahallerde denizler, okyanuslar pak ve temiz olup, bu pislik ve artıklara rastlamak ve görmek mümkün değildir.

Bir balık tek bir seferde yaklaşık 3 milyon yumurta bırakır. Bu yoğunluğu tasavvur etmek, insanı hayretler içinde bırakır. Lâkin Allâh Te’ala’nın tabiata vaz’ettiği kanunlar çerçevesinde; “Büyük balık küçük balığı yutar.” Kaidesince; büyük balıkların rızkı temin edilmekle beraber, bir de denizlerde ilgili denge ve muvazene de temin edilmiş olmaktadır.

Bu vaki olan son deprem bölgesinde, kokudan insanlar büyük oranda rahatsızlık hissetikleri gibi, bir de çöpten, kirden ve nezafetsizlikten dolayı hastalıkların baş gösterdiğini biliyor ve görüyoruz.

İnsanların çoklukla bulundukları çarşı ve pazarlar, bir hafta temizlenmezse kirlenir, pislenir ve ufunet peyda eder.

Kâinattaki ve denizlerdeki bütün bu temizlik ve tanzif, Allâh Te’alâ’nın ism-i Kuddüs’unun cilveleri ve tezahürleridır.

Ve Allâh’tan bir uyarı:

“Allâh’ın bütün yer yüzündekileri, emriyle (sularda) akıp giden gemileri, sizin emrinize sunduğunu görmedin mi?”(9)

Elbette ki, bütün bu nimetleri görüp, takdir etmek ve secde-i şükran etmek insanlığın muktezası olsa gerektir.

Bilindiği üzere, bütün nehirler, akar sular niha-i noktada denizlerle birleşmektedirler. İşte bu birleşme mıntıkalarına şu âyet işaret etmektedir:

“Birinin suyu tatlı ve susuzluğu giderici, diğerininki tuzlu ve acı, iki denizi salıveren ve aralarına bir engel, aşılmaz bir sınır koyan O’dur.”(10)

Bu âyetle ilgili olarak değişik tefsirler yapılmış ve farklı yorumlar ifade edilmiştir. Denize karışan nehir (Dicle gibi) ve onun karıştığı denizdir. Denizi yarıp fersahlarca akıp gittiği halde, nehrin suyunun tadı bozulmamaktadır. Bu durum Cebelitarık boğazında da bariz bir şekilde müşahede edilmektedir. Zira, burada Akdeniz ile Okyanus sularının birbirine karışmadıkları da herkesce bilinen bir hakikattir.

Öncelikle buraya bir not düşmekte yarar var; arapçada yerine göre, birikmiş her su, deniz olarak adlandırılabilir.

1872 den 1876 ya kadar, Challenger isimli İngiliz gemisi Dünya çevresinde dolaşarak araştırma yapmasından itibaren, okyanus bilimi, modern bilimler arasında yerini almaya başladı. 20 yüzyılın sonunda uydular ve uzaktan fotoğraflama vasıtalarıyla insanların denizleri tanıyacağı hususunda ümitler çoğalmaya başladı.

Bilim; Kur’an’ın, Allâh’ın kelâmı olduğunu tasdik etmektedir. Nehirlerin ve her denizin, tuzluluk, tatlılık ve yoğunlukları vardır. Bu su kütlelerine uygun, her birinin bir de canlı barındırdıklarını görüyoruz.

Araştırmacılar, nehirlerin dökülme bölgesinin doğal ve biyolojik olarak, nehirden ve denizden farklı özelliklere sahip olduğunu keşfettiler. Denizdeki med-cezire ve nehrin taşmasına karşılık, bu iki suyun doğal olarak karışması gerekirken; aralarında sudan bir engel olduğu görülmektedir. Şu durumda üç bölge oluşmaktadır. Bir deniz, iki nehir ve aralarındaki kendine özgü üçüncü bölge. Bu üç çevre, içlerinde yaşayan canlı varlıklara göre tasnif edilmiştir.

Tatlı su nehirlerinde yaşayan canlılar, denizde yaşayamaz, acı ve tuzlu deniz sularında yaşayanlar da, tatlı sularda yaşayamadıkları gibi; deniz ve nehirlerin birleştikleri özel bölgede, ancak yaşayabilen canlılar vardır. Bu bölge, denizde ve nehirde yaşayan çoğu canlılar için yasak bölgedir. Bu canlılar buraya girdiklerinde özelliklerinin değişikliğinden dolayı hemen ölürler.

Deniz bilimlerindeki tarihi gelişim, yaklaşık 1500 yıl öncesinde, denizlerle ilgili kesin bilgilerin var olmadığına tanıklık etmektedir. Buna rağmen Kur’an’ı Kerim nehirlerin dökülme bölgelerini dakik bir şekilde nitelemiş, doğal ve biyolojik özellikleri itibariyle nehir ve deniz çevresinden tamamen farklı olduklarını belirlemiştir.

Derin okyanusların özelliklerini açıklayan şu âyet, gerçekten incelenmeye değerdir:

“Yahut (o inanmayanın duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; (öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut…Birbiri üstüne karanlıklar…İnsan elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahi göremez. Bir kimseye Allâh nûr vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur.” (11)

Bu âyetın bilimsel gerçekliliğini biraz açmak isterım şöyle ki:

Britanicca Ansiklopedisi bu hususta şunları yazmaktadır. “Uydu fotoğraflarının çoğunda görüldüğü üzere, genellikle derin okyanuslar ve denizler Güneş ışığının büyük bölümünü engelleyen yoğun, yığınlar halindeki bulutlarla örtülüdür. Bu bulutlar Güneş ışınlarının büyük oranını yansıtırlar, Güneş ışığının büyük kısmını da engellerler. Geriye kalan ışığın bir kısmını su yansıtır, diğer kısmını da emer. Bu kısım suların derinliğinin artmasına paralel olarak eksilir. Böylece bu denizlerde, 200 metre derinliğe kadar seviye seviye karanlıklar oluşur.1000 metre derinlikten sonra karanlık şiddetlenir ve görme tamamen imkansız hale gelir.

Bilim adamları, karanlıkta görebilmek ve avını yakalamak amacıyla ışık saçan organlar kullanan balıkları, derin denizlerde 600 metre ile 2700 metre arasındaki derinliklerde görebilmişlerdir.

Modern deniz bilimleri 19 yy. bitimiyle beraber fotoğraf araçlarının kullanımından sonra, derin denizlerde, sert dalgaların varlığını keşfetmiştir.

Yukarıda ismi geçen Ansiklopedi de, buna dair şu bilgileri vermektedir. “Denizlerin derinliklerinde bulunan iç dalgaları insanoğlu ancak yüz yıl önce öğrenmiştir. Bu iç dalgalar yoğunluk, basınç, ısı, med-cezir (Gel-git) ve rüzgar etkisi açısından, birbirinden farklı, iki su tabakasını ayıran, yüzey boyunca meydana gelmektedir. Değişik yoğunlukları bir birinden ayıran yüzey, ana ısı düşüşü bölgesinde oluşur. Böylece ılık yüzey sularını, soğuk derin sularından ayırır.”

20. Yüzyılın ikinci yarısında modern deniz bilimi, denizlerin ve okyanusların derinliklerinde bulunan çok sırları çözmüştür. Zikri geçen âyet-i kerime’de; derin denizlerdeki karanlıkların tezahürüne; derin deniz manasına gelen, “engin deniz” ifadesiyle işaret etmiş, karanlığın da, bu denizlerde kademeli olduğunu belirtmiştir.

Müfessirler şöyle derler: “Bu karanlıklarla kasdedilen bulutların, dalgaların ve denizin karanlığıdır. Bu karanlıklarda kalan bir kimse hiç bir şey göremez. Bu denizleri örten yoğun bulutlar, büyük oranda Güneş ışığını yansıtır. Denizler yüzeydeki dalgalarıyla, Güneş ışığının diğer bir bölümünü yansıtır. Ardından sular, Güneş tayfının renklerini tamamen kayboluncaya kadar, renk emerler. Bu sefer, sıra derinleri tam bir karanlığa gömen, iç dalgalara gelir. Öyle ki, insan elini çıkarıp uzatsa göremez.

Âyet’te geçen, “Birbiri üstüne karanlıklar” ifadesi bu denizlerdeki gerçeği çok dakik bir surette ifade eder. Ne kadar acaip ve dikkat edilmesi gereken İlâhi bir hikmettir ki; o derinliklerdeki balıkların gözleri yoktur. Allâh’ın vücutlarında yarattığı, yollarını aydınlatan, ışık veren organlara sahiptirler.

Burada şöyle bir anekdot düşersek, herhalde uygun düşecektir. Hem karada ve hem de denizlerdeki canlıların her birinin kendine münasip sıcaktan, soğuktan ve gelecek tehlikelere karşı kendisini koruyacak ve yine rızkını temin edecek organlarla donatılmışlardır.

Bunlardan kimisinin derisi, kılı, yünü, tüyü, pençesi, keskin gagası ve dişleri, boynuzları vardır. Uçan kuşların kanatları, ceylanın en hızlı koşuya sahipliği, kurbağanın ok gibi fırlayan yapışkan dili. Ve en zayıf canlı olan örümceğin ağı; hem yuvası, hem koruyucu silâhı ve hem de sinek, böcek gibi canlıların yakalanması için bir tuzak ve leziz bir sofra niteliğini taşır.

Yine nahif, yumuşak yarasalar, mükemmel bir radar sistemi sayesinde, genellikle gece karanlığında avını yakalar. Hiç bir yarasa tamamen kör olmamasına rağmen, karanlıkta daha iyi görmek için çıkardıkları sesi kullanır. Bir yarasanın hassas yapısı ve ses radar yöntemiyle, av bulmasını sağlar. Yarasa kulak çıkıntıları akustik bir fresnel mercek görevi görerek, toprakta yaşayan böceklerin hareketlerini veya böcek kanatlarının çırpınmasını duymasını sağlar.

Aynen karadaki her bir canlının olduğu gibi; deniz canlılarının da kendilerine göre savunma ve erzak temin etme organları söz konusudur. Balinaların cüsseli yapısı, kılıç balığı, köpek balığının keskin dişleri, en narin yapısıyla mürekkep balığının mürekkep torbası. Düşmanını sezdiğinde, bir pompa ile mürekkebi çevreye yayar. Kendisi o bulanık ortamda görme yeteneğine sahiptir. Dolayısıyla o bulanık sudan yararlanarak, düşmanından uzaklaşır ve kuytu yerlerde saklanma imkânına sahip olur.

Denizin içerisinde yüzeysel denizle, derin denizin ayrılma bölgesinde, yüzeydeki dalgalardan farklı dalgalar oluşmaktadır. Bunun fark edilmesi ve bilinmesi bu son yüz yıldır bilinmektedir.

“İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmazlar.”(12)

Tuzluluk farkı sebebiyle, iki deniz arasında bir “dikey su tabakası” engeli oluştuğu, son keşiflerle ortaya çıkarılmıştır.

Denizlerin iç versiyonu ile ilgili, şu âyetler de çok dikkate değerdir:

“İki deniz birbirine eşit olmaz. Bu tatlıdır susuzluğu keser, içilmesi kolaydır. Şu da tuzludur, acıdır. Hepsinden de taze et (balık) yersiniz ve giyeceğiniz süs eşyası çıkarırsınız.”(13)

“(Onlar mı hayırlı) yoksa yer yüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarından (yer altından ve yer üstünden) nehirler akıtan, arz için sabit dağlar yaratan, İKİ DENİZ ARASINA ENGEL KOYAN MI? Allâh’tan başka bir İlâh mı var! Doğrusu onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.”(14)

14 asır önce ümmi (okuma, yazması olmayan) belki de, hayatında deniz görmemiş bir insan, tek başına, denizler arası bu olağan üstü su engellerini keşfetmesi ve Kur’an’da zikretmesi imkânsızdır. Ve kezâ yerin altında nehirlerin akmakta olduğunu nasıl bilebilirdi?

Deniz araştırmaları ile ünlü Fransız bilim adamı kaptan Cousteau (Kusto), denizlerdeki engellerin oluşumu üzerinde çalışırken, gördüğü bu Kur’an âyetlerine hayranlık duymuştur.

Şu enteresan ifadeler O’na aittır: “Sonra Atlas okyanusunu inceledik, bu da Akdeniz’den tamamen ayrı özelliklere sahip olduğunu gördük. Halbuki, Cebeli Tarik Boğazında birleşen bu iki deniz, aynı veya birbirine yakın yoğunlukta ve özelliklere sahip olmaları gerekmekteydi. Ancak bunların birleşme yerlerinde, bir su engelinin bulunduğunu görüp keşfettik.

1962 yılında aynı türden bir su engelinin Alman bilim adamları tarafından, Aden Körfezi ile Kızıldeniz Mendep boğazı arasında olduğunu bulmuşlardı. Aslında bütün denizlerin birleşme noktasında, aynı cinsten birer su engeli bulunduğunu göstermektedir.

Bütün kâinatta, kusursuz bir tanzim ve kurulu muazzam bir düzen vardır. Aynen bunun gibi denizlerde de bu nizam söz konusudur. Yukarıda Kur’an âyetlerının mucizevî ifadeleriyle de, bunu te’yid ederek nazara vermeye çalıştık.

Şu âyet’le bu günkü makaleme bir son vermek isterım:

“O, HER ŞEYİ YARATAN, YARATTIĞINI BİR ÖLÇÜYE GÖRE DÜZENLEYENDİR.”(15)

Dipnotlar:

(1) Zumer 39/9
(2) İbn-i Mace
(3) Tirmizi, Zühd, 14
(4) Suyûti, el Câmiu’s-Sağir, No: 10026
(5) Ra’d 13/16
(6) Ra’d 13/4
(7) Mu’min 40/57
(8) Asay-ı Musa s.107
(9) Hac 22/65
(10) Furkan 25/53
(11) Nur 24/40
(12) Rahman 55/19-20
(13) Fatır 35/12
(14) Neml 27/61
(15) Furkan 25/2

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*