Eksik-noksan başka, tahrifat başka

Geçen hafta, Y. Akit’te çıkan tahrifat iddialarına karşı 3-4 bölüm halinde bir dizi cevaplar verdik.

İddiaların sahibi, Tenvir Neşriyat’ın sahibi M. Sıddık Dursun idi.

Tenvir dışında Nur Külliyatı neşreden diğer yayınevlerinin tamamı Risâle-i Nur’da tahrifat yapmakla itham ediliyordu. Aynı zat, aynı türden iddiaları bundan yirmi sene kadar evvel de Milliyet gazetesi ekinde yayınlatmıştı.

O Milliyet ki, özellikle o tarihlerde dindarlara çamur atmakla, bir yandan da onları ihbar etmekle, hatta mâsumları gammazlamakla meşguldü.

İşte, böyle bir gazetede çarşaf çarşaf “Risâle-i Nur’da tahrifat var” iddialı yazılar yayınlatıldı. Ne âlâ hizmet, değil mi?

Sevsinler, sizin böyle dine/dindara muarız, mâsumları ihbar eden mevkutelerden bile medet umar tarzındaki zelilâne hizmetinizi…
* * *
Yirmi küsûr sene önceki aynı bayatlamış terâne, bu kez 27 Ocak 2014 tarihli Y. Akit gazetesinde “Risâle-i Nur’da büyük tahrifat” sürmanşetiyle servis edildi.

“Şu yayınevi istisna” denilmediği için, haliyle itham edilenlerin içinde Yeni Asya, Sözler, Envar gibi Nur camiasında itibar görmüş yayınevlerinin olduğu muhakkaktı.

Y. Akit, dinî tandanslı bir gazete. Lâkin, Nur Risâlelerinin tahrif edilip edilmemesi meselesi, onların zerrece umurunda değildir ve şimdiye kadar hiç olmamıştır.

Dahası, tahrifat ithamına maruz kalan yayınevi sahibi ağabeylerin bir kısmının “hükümete destek” mânâsındaki taze beyanatı, aynı gazetede âlâ-yı vâlâ ile nazara verildi.

Akit’in “Bravo Ağabeyler!” başlıklı yazılarının mürekkebi daha kurumadan, yayınevi sahibi aynı ağabeyler, bu kez M. Sıddık Dursun’un iddialarıyla yine aynı gazetede en ağır şekilde itham edilip bir güzel karalanmaya çalışıldı.

Tabiî, bu haksız ithamın çapı geniş tutulmuş ve Risâle-i Nur’u neşreden bütün gruplar hedef tahtasına konulmuştu.

Takdir edersiniz ki, o isnat ve ithamlara bir cevap vermek, meseleye açıklık getirmek gerekiyordu. Biz de öyle yaptık.

Vay, sen misin bunu yapan!

Bir salvolar, bir hakaretler, bir yaylım ateşi ki, sormayın gitsin…

1950’li yılların sonlarında Bediüzzaman Said Nursî imzasıyla neşredilen teksir Divân-ı Harb-i Örfî nüshasının HATİME kısmının hemen başlarında aynen şu ifadeler yer alıyor: “Ey Asuriler ve Turaniler ve Kiyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan arslan Türkler, Kürdler!”

Tenvir’i tenkit mi ettik?

Önce, bana Ömer Lütfi Beyden e-posta ile şu bilgi geldi: “Abdullah Can’ın M. Latif Salihoğlu’na Nâşirimiz ve Neşriyatımızla ilgili cevabî yazısı:”

“Nâşirimiz” dedikleri, M. Sıddık Dursun; nâm-ı diğer Şeyhanzâde.

“Neşriyatımız”dan da Tenvir Neşriyatı kast ediyorlar.

Duyan da diyecek ki, kim bilir neler demiş, neler yazmışız bunların hakkında…

Nitekim, kendince bize cevap veren Abdullah Can da, uzunca yazısının hemen başında, bizim için “hakarette bulunmuş”, hatta hızını alamayarak “ağzına geleni sıralayıp durmuş” diyor.

Başkasını tarif için yazıda geçen her kelimeyi, hatta ehl-i dünya için kullandığımız tabirleri bile üzerine alınırsan, yazının ana fikrini olduğu gibi anlamanı zaten beklemiyorum; bundan sonra da hiç beklemem.

Dolayısıyla, sizi ikna etmek için değil, eğer bütün bütün insafınız kurumamış, vicdanınız sönmemişse, sırf bu lâtifelerinize hitap sadedinde birkaç noktaya daha kısaca temas etmek istiyorum.
* * *
BİR: Bak azizim! Ben “fırsat bu fırsat” saikiyle hareket ettiğinizi söyledim. Yine söylüyorum. Gündemde sahiden ve alenen dehşetli bir tahrifat vak’ası var. Siz bunu fırsat ittihaz ederek, asıl gündem konusuyla hiç ilgisi bulunmayan yirmi yıl önceki temcit pilavını yeniden ısıtma cihetine gittiniz.

Bu hareketinizin yanlış olduğunu söylerken, el insaf be yâhû, size ne hakaret ettik, ne de Tenvir Neşriyatı karalama cihetine gittik.

Tenvir, elindeki orijinal nüshalardan hareketle neşriyat yapıyor. En ufak bir nükte, bir hâşiyecik olsun, şayet diğer yayınevlerinin neşrettiklerinde yoksa, yani eksik-noksan ise, o kısmı hiç çekinmeden Tenvir’den alıyor, okuyor ve hatta yazılarımızda kaynak olarak gösteriyoruz.

En az yirmi dört yıldır Tenvir’in külliyatını hazırda bulundurup okurken, diğerlerini ise karalama cihetine gitmiyorum, gidilmesini de asla doğru bulmuyorum.

Siz, diğerlerini hem karalıyorsunuz, hem de eksik-noksan kısımlardan hareketle, bu meseleyi “Tahrifat var!” yaygarasıyla dosta-düşmana ilân ediyorsunuz.

Üstelik, tevil ve tartışma dahi kaldırmayan dehşetli bir tahrifat vak’asıyla karşı karşıya bulunduğumuz bir zamanda…

Her neyse. Siz bana hakaret de etseniz, ben aslına uygun bir Nur neşriyatını yine de tenkit etmem, edemem.
* * *
İKİ: Bakın, ey azizler!

Tenvir ile diğer yayınevlerine ait Nur nüshaları arasındaki ufak-tefek bazı farklılıklar veyahut eksik-noksan gibi hususlar başka şeydir, tahrifat denilen mesele başka şeydir… Sizin dün de, bugün de ortaya attığınız iddiaların hemen tamamı o farklılıklardan ve bilhassa eksik-noksan şeylerden ibarettir.

Anlaşılıyor ki, siz daha “tahrif”in tarifini bile bilmiyorsunuz. Eğer bilseydiniz, her tarafta sayıp sıralamış olduğunuz eksikler, noksanlar listesini tutup kasten ve bilerek bozmak anlamına gelen tahrifat ile karıştırmazdınız.

Bizim “temcit pilavı” dediğimiz şey tam da budur işte.

Evet, kendinizi paralarcasına sıralamış olduğunuz hemen bütün belgeler için hep aynı şeyi tekrar edip duruyorsunuz: “Bak, işte belge. Bu kısım bizde var, sizde ve diğerlerinde yok.”

Bu türden şeyleri istediğin kadar sıralayıp dur kardeşim. Bunları görüp öğrenmekten sadece memnuniyet duyarım. Çünkü, eksiğimi tamamlamış olurum… Ama, bunları gösterip “İşte tahrifat!” diye bağırdın mı, bundan da şiddetli rahatsızlık duyarım.

Zira, böyle yapmakla, adeta vagonları dolu iken, hızla ters istikamette ilerleyen trene benzemiş olursun.

Bu durumda, istediğin hızla istediğin yere kadar git, yine de doğru bir hedefe, adrese ulaşamazsın. Meselenin özü, özeti bundan ibaret.

Bu arada “tahrifat”a bir örnek: Üstad’a ait olan doğru tabir acaba “pot kırdım” mı, yoksa “put kırdım” şeklinde midir?.. Biz, tartışmalı olan bu bir tek tâbir üzerine bile adeta kıyâmeti kopardık. Yazılarımızı takip edenler yakînen şahittir. Yazı arşivdedir, isteyene gönderebiliriz.
* * *
ÜÇ: Yeni Asya olarak, 1990’dan sonra Nur Risâlelerini, Eski ve Yeni Said’e ait her eseri neşretme yönündeki karar ve tatbikatımızı takdirle karşılamanızı beklemesek de, hiç olmazsa şunu görmenizi istemek hakkımız olsa gerek: Üstad Bediüzzaman’ın imzasını taşıyan her eseri, hiçbir rezerv koymaksızın neşretmeye başladık, devam ediyoruz. Yeter ki, elimize aslını gösteren orijinal bir belge, bir nüsha geçsin.
* * *
DÖRT: Elimizdeki son nüsha Divân-ı Harb-i Örfî isimli eserin “Hatime”sinin başında, aşağıdaki “Said Nursî” imzalı ifadenin olmadığını, hatta olamayacağını iddia edip, kendi akıl fenerinle bir de bunun tevili cihetine gidiyorsun.

Cidden yazık ediyorsunuz kendinize. Bari bunun belgesini de gösterelim, belki nedâmet gösterip tevbe eder ve bizden de bir helâllik dilersiniz.

Kupürünü gördüğünüz Osmanlıca belgede aynen şu ifadeler yer alıyor:

“Ebna-yı cinsime de burada birkaç söz söylemezsem, bence bahis nâtamam kalır.

“Ey Asuriler ve Turaniler ve Kiyaniler’in cihangirlik zamanında pişdar, kahraman askerleri olan arslan Türkler, Kürdler!” (Age, Osm., s. 59)
* * *
BEŞ: Üstad Bediüzzaman’ın 1923’ten sonra “Kürdî” imzasını kullanmadığı yönündeki ifademize, hiç ilgisiz öyle bir cevap vermişsiniz ki, cidden ciddiyetten fersah fersah uzaklara gitmişsiniz. Bir daha bakın, imza demişiz, imza; bizdeki Risâlelerde de var olan Kürdî tabirini, lâkabını değil.
* * *
ALTI: Diyorlar ki: “Bu tür eleştirileri hep Kürt kökenli olanlara yaptırıyorlar.”

Yazık ki, çok yazık: Nur dairesi içinde Türklüğün, Kürtlüğün bir farklılığı,  ayrıcalığı mı var? Adı batsın, böyle bir nifakı, ayrımcılığı Nur dairesine sokanın, karıştıranın, bulaştıranın…
* * *
YEDİ: Biz Üstadımız “Kürdî”liğinden asla rahatsız değiliz. Ama, varın siz onun “Seyyid”liğinden rahatsız olmaya devam edin.
* * *

SEKİZ: 1990’dan itibaren Münâzarât’ı eksiksiz ve bilhassa eski nüshalarda geçen “Kürtler”le ilgili herhangi bir tâbire de sansür koymadan neşrettiğimizi söyleyip delil  göstermemize mukabil, ters istikamette hızla giden bu arkadaşımız, bakın bu hususu nasıl bir tuhaflıkla tevil ediyor.

Diyor ki: “Bunu da Nurlu (!) Demirel’in ‘Kürt realitesini kabul ediyoruz’ demesinden sonra, ‘uydum imama’ kabilinden, orijinaline yakın bastırdığınızı sen de, ben de iyi hatırlıyoruz.”

Bu da maalesef zurnanın son deliği.

Kendisi yetmemiş, bizi de aynı yanlışa ortak etmeye çalışıyor.

Sahi, Demirel o sözü Diyarbakır’da 1990’da mı söyledi, yoksa Münâzarât’ı neşretmemizden üç yıl kadar sonra mı?

Umarız, ileri sürülen diğer iddialara niçin cevap verme gereğini duymadığımızın sebebi, hakperest kimselerin nazarında anlaşılır hale gelmiştir.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Latif Bey, Çukurova’dan selamlar.
    Tesbitleriniz yerinde, delilleriniz etkili. İstifade ediyoruz. Tebrik ve dualar.
    Fakat, Nurculuk adı altında yıllardır hizmet ettikleri Kürtlük ideolojisini iman hizmetinden üstün tutan bu guruhla daha fazla meşgul olmamanızı, onalara vakit harcamamanızı, sadece delilleri ortaya koyup yetinmekle kalmanızı, müsbet iman hizmeti açısından daha iyi olacağı kanaatindeyim.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*