“Feyziler”den Ahmed Feyzi

Bediüzzaman Hazretleri’nin, hayatını Risâle-i Nur’a vakfetmiş olan “Feyzi” isminde üç mühim talebesi var: Bunlardan biri, Kastamonu’lu Nur kahramanı Mehmed Feyzi (1912-1990); İkincisi, Denizli Kahramanı Hasan Feyzi (1895-1946); Üçüncüsü ise, Isparta (Uluborlu) kahramanlarından Ahmed Feyzi`dir.
(1896-1972)

İşte, bu üçüncü sıradaki Ahmed Feyzi, aslında Risale-i Nurlar’ı ilk okuyup tanıyan şahsiyettir. Üstad Bediüzzaman`la şahsen tanışması daha sonra olmuştur.

Bugün onun vefat yıl dönümüdür. 16 Ekim 1972’de Antalya’da vefat etti. Mezarı İzmir-Aydın yolu üzerindeki Selçuk’a bağlı Çamlık kabristanındadır. İki sene evvel mezarını ziyaret edip Fatihalar okudum. Cenab-ı Hak, ona rahmet ve mağfiret eylesin.

Ahmed Feyzi (Kul), 1944’te Denizli ve Mart 1948`den itibaren de Afyon Hapishanesi’nde Üstadıyla birlikte yatmış ve mahkemede fevkalâde cesurane müdafaalarda bulunmuş bir kahramandır. Hem, öylesine bir cesaretle müdafaa yapmış maharetli bir hatip idi ki, Üstad, muallim mektebi mezunu olmasına rağmen onun için `Nur`un asıl avukatı budur` demiştir.

Yalnız, cesarette aşırı derecede ileri gittiği zamanlar da olmuş ki, Üstad Bediüzzaman, bu pervasız talebesini frenleme cihetine giderek onu daha ihtiyatlı davranma hususunda ikaz etme gereğini duymuş. On Dördüncü Şuâ`da yer alan bir mektubunda, şöyle der, Üstad Bediüzzaman: “Ben onun (Ahmed Feyzi`nin) bin kusurunu görsem, ondan gücenmem. Fakat, Nurlar’a zarar gelmemek için, cesurane ve ihtiyatsız hareketten bir derece çekinmek lâzımdır.”

Üstad Bediüzzaman henüz Barla`da (1926-1934) iken Risale-i Nur`u okuyan ve bu iman-Kur`ân hakikatlerine dair mektuplar yazan Ahmed Feyzi`nin bazı mektupları Barla Lâhikasında yer almış. Ayrıca, bazı hatıra notlarından edindiğimiz bilgilere göre, Ahmed Feyzi`ye Risale-i Nur`u tanıtan ve okumasına vesile olan zat, Milaslı Halil İbrahim`dir. Emirdağ Lâhikası-1, s. 54`te yer alan Üstad Bediüzzaman`a ait mektubun bir bölümünde, hem bu metin Nur şakirdinden, hem de Hasan Feyzi ile Ahmed Feyzi`den şöyle bahsediliyor:

“Milaslı Halil İbrahim, hakikaten Risale-i Nur`un demir gibi metin ve sarsılmaz bir şakirdidir. O kasaba onunla iftihar etmeli. Hem o zatın, hem Hasan Feyzi`nin haddimden yüz derece ziyade hüsn ü zanları neticesinde yazdıkları parlak manzum iki parçayı, Risale-i Nur`a hitap ediyorlar ve benim ehemmiyetsiz şahsımı perde ve arizi bir ünvan olarak yapmışlar diye kabul ediyorum.

Yoksa benim ne haddim var ki o meziyetlere sahip olayım. Hem ona, hem Risale-i Nur`un avukatı Ahmed Feyzi`ye ve arkadaşlarına ve eski kahraman kardeşlerimizden Şefik`e çok selâm ve duâ ediyoruz.`

2004 yılı Temmuz ayında yine bu köşede merhum Hulusi Yahyagil`in ağzından orijinal bazı hatıraları naklettik. O hatıra notları, 1969 yılında kendisi ile Nur`un ilk sadık talebelerinden Ahmed Feyzi Kul arasında geçen bir konuşmadan alınmıştı. Muhterem Mustafa Birlik tarafından ses kasetine kaydedilen bu sohbet metnindeki merhum A. Feyzi Kul`a ait olan kısmı için, ileride inşaallah bir vesile ile onları da neşrederiz demiştik. Onun vefat yıl dönümü bilvesile olsun.

Nur`un ilk kahramanlarından ve Üstad Bediüzzaman`ın en sadık talebelerinden olan Ahmed Feyzi Kul, aslen Uluborlu`lu (Isparta) olup uzun yıllar İzmir havalisinde ikamet etmiş. 16 Ekim 1972`de Hakk`ın rahmetine kavuşan Ahmed Feyzi`nin mezarı, ikamet mahalli olan İzmir`in Selçuk ilçesi Çamlık Köyü Kabristanı’ndadır.

Vefatından iki-üç yıl evvel İzmir`de Mustafa Birlik Ağabeyin evinde Hulusi Yahyagil ile bir araya gelen Ahmed Feyzi`nin arasında uzun süren tatlı bir sohbet gerçekleşir. Mustafa Birlik`in kaydettiği bu sohbetin mevzuu, `Üstad Bediüzzaman ve Mehdiyet` hakkındadır.

Muhterem Yaşar Kul, merhum Ahmed Feyzi`nin oğludur. Geçen sene e-mail yoluyla gönderdiği mesajında şunları ifade ediyordu: “Bendeniz, Ahmed Feyzi Kul`un oğluyum. Kasetteki sesin merhum babama ait olduğuna şehadet ederim.” Bu uzun sohbetin Hulusi Yahyagil`e ait kısmını daha evvel yayınlamıştık. Şimdi de, sizlere o sohbetin merhum Ahmed Feyzi Ağabeye ait kısmının geniş bir özetini takdim ediyoruz.

Ahmed Feyzi, konuşmalarında Üstad Bediüzzaman`ın hakikî manevî hüviyetini setrettiği noktası üzerinde ısrarla duruyor ve bunun geçerli sebeplerini, hikmetlerini izaha çalışıyor. İşte söyledikleri…

AHMED FEYZİ KUL ANLATIYOR

Bu Zat (Bediüzzaman), nihayet eser yazmış. Eserlerini okumuş ve okutmuş. Eserleri Kur`ân-ı Kerîmin esrar ve meanisine müteallik. Diğer mütefekkirlerin, âlimlerin, hocaların da eserleri böyle olduğu halde, bu zatın-eserlerinin-bu kadar rağbete mazhar olması, elbette bu zata yapılan inayet-i İlâhiyenin çok fazla olduğuna dair bizi ikna ediyor.

Sohbetimizin başından beri bahsedildiği üzere, Nur Risaleleri’nde, başka eserlerde görülmeyen, tartıya, ölçüye gelmediği halde insanın hiss-i seliminin takdir ettiği bir müstesnalık var. Haydi fevkalâdelik demeyelim; onun tabiriyle `Kur`ân`ın bu asırda zuhur etmiş bir mu’cize-i maneviyesi` de demeyelim.

Belki bu, Risale-i Nur`u tanımayanlara karşı büyük bir iddia olur. Fakat, bu derece kıymetli asar, ne için böyle sadattan (seyyid) olduğu açıkça belli olmayan bir zata verilmiş? Ayrıca kendisinde Sünnet-i Seniyyeye harfi harfine riayetteki bu derece tevfik nedendir?

Ahir zamanda iman kurtarmak, büyük bir milletin imanını siyanet (muhafaza) etmek gibi ağır ve mühim bir vazife niçin bu zata verilmiş de, bu kadar mühim bir vazifenin başarılması için, niçin vazifenin esas sahipleri olan sadattan bir zat çıkmamış? Sonra bu zat diyor ki: “Biz ileride gelecek olan bir zatın yapacağı vazifeye ihzarat (hazırlık) yapıyoruz.”

Amma akabinde de, `O zat gelecek, bu eseri program yapacak` diyor. Programı hazırlayan mı mukteda-bihtir, programı tatbik eden mi? Tatbik eden madundur. Makamı ne kadar yüksek olursa olsun! (Yani, programı hazırlayan, tatbik edenden daha üst makamdadır, amir durumundadır.)

Demek bu zat açıkça diyor ki: (vazifeli olarak gelecek zatlar) `Bu eseri tatbikle mükelleftirler, memurdurlar.` Şimdi bu eseri vücuda getiren, ortaya koyan bir zat mı metbudur, yoksa alelıtlak bir tatbikatçı mı?

Bu itibarla, o kendisini ne kadar setretse, mahiyetini gizlese de, bizim bu zat hakkındaki haklı hüsn-ü zannımızın hiçbir mantıkla, hiçbir şekilde sarsılmasına imkân olmuyor. Bunun için, bütün sadatın da kendisine tevcih-i nazar etmesini de dikkate alarak, biz öteden beri bu zatın ahirzamanda gelecek ve İslâma büyük hizmet edecek, İslâmı dalâletten, küfürden kurtarmaya vesile olacak zat olduğu kanaatındayız.

Çünkü, bugünkü realite budur. Önümüzde bu hizmet görülüp duruyorken ve bir cemaat-ı sadıka bu zatın peşinde kemal-i azimle hiç yolunu şaşırmayarak yürümekte bulunurken ve kendisindeki mahviyet, tevazu, şahsiyetinden tamamen tecerrüd etmek, kendisini merci olarak kabul etmemek; ancak ilmi, ancak Kur`ân`ı merci olarak kabul etmek, istiğna-i tam gibi halleri, ne kadar setretse de, bizim aklımızı bu zatın mahiyetine ve ahirzamanda gelecek vazifedarın kendisi olduğuna tevcih ediyor.

Evet, zamanın siyasî icabları vesairesi bakımından belki kendisini setre memurdur; kendisini setretmiş olabilir. Amma bu mezkûriyetin ilelebed devam etmiş olması ve bizim bir cehalet karanlığında bir ama-i tefekkürde kalmış olmaklığımız, sonuna kadar devam edemez. Bu insanlar, kimin peşine düştüklerini ve bu dâvânın hangi dâvâ olduğunu anlamak zaruretindedir. Şimdi bir nokta daha.

Meselâ, diyor ki: “Ey muhatablarım, ben çok bağırıyorum. (Bağırdığını işiten yok.) Zira, asr-ı salis-i asrın minaresinin başında durmuşum.”

Aaa, on üçüncü asrın bir minaresi mi var? Onun başında bu zat durmuş! “Sözde medeni, ondan sonra dinde laubali olan medenileri camiye dâvet ediyorum.” Bu cümlenin “Ben bir memur-u mahsusum, on üçüncü asrın hidayete dâvet memuruyum” demekten başka, ne gibi bir manası var?

Öyle olmasına rağmen, bu zat birçok yerlerde mahiyetini açıkladığına göre, bizim hâlâ da “Kapat, kapat orayı, mahiyetini karıştırma, eserler önemlidir” dememiz uygun mudur? Bu eserlerin bizzat ona verilmesi, ihsan edilmesi karşısında bizim durmamız, duraklamamız ve düşünmemiz icab eder.

Bu zat, ancak sülâle-i tahirden olabilir. Bu eserler, madem ki fevkalâdeliğe sahiptir, o halde onları hamil bulunan zatın da fevkalâdeliği anlaşılır. Kur`ân, Fahr-i Kâinat`a (asm) verildi. Onun en parlak, en mükemmel tefsiri ve izahı niçin bu zata verilmiş? O halde, bizim böyle bir zatın değerini anlamaklığımız, vazifemizin ciddiyetle, azimle takibi için bence elzemdir. Biz fikrimizi açıkça söylüyoruz. Herkesin temyizi var, hiss-i temyizi…

Ben altı adet eserin yazılmasına şahid oldum. O da iki hapishanede. Biri Denizli, diğeri Afyon hapsinde. Her iki hapishanede de, o kadar tekayyüz, yani bir kelime bile yazılmaması için şiddetli bir baskı vardı.

Ve, hiçbir yazının içeri girmesine, dışarı çıkmasına, kuş uçmasına (zahiren) imkân yoktu. Bu şartlar altında altı eser yazıldı. Bilhassa Meyve Risalesi… Meyve Risalesi, bir şaheserdir. Tamam Denizli`de başgardiyan elde edildi. Üstad ayrı, tek hücrede, biz de ayrı ayrı koğuşlardayız.

Ispartalılar bir koğuşta, oraya gönderiyorlar hep. Kâğıt yok, bir şey yok, imkân yok. Mahkûmlar, tabiî sigara içiyor. Paketlerin kâğıdını atıyorlar. O kâğıtlar alınıyor, üç satır yazı yazılıyor. Gardiyan, başgardiyan “Hafız Ali!” diyor, Hafız Ali çıkıyor, yazıyı alıyor. Üç satır, ertesi gün beş satır daha…

Meyve Risalesi böyle tamamlanıyor. Bugün Meyve Risalesi`ni okuduğunuz zaman, ondaki azamet-i ifade karşısında insan donakalıyor. Böyle yazıldı, bunu ben gördüm. Sonra daha garip bir şey var. Altı eser bu şekilde bütün imkânsızlıklar, memnuiyetler içerisinde yazıldı. Dışarıya çıkmasına imkân ve ihtimal bile yok.

Ama, bu eserlerin hepsi de dışarıya çıkıyor, dışarıda neşrediliyor. Biz buna şahidiz. Hatta, bir gün bir tek pusula yakalanmış, pusula! Afyon`da. Bu pusula için öyle tahkikat yaptılar ki… Buna rağmen, o bizim büyük Afyon müdafaası ve daha neler dışarıya çıktı. Onlara hiçbir şey olmadan.

Dışarıda da intişar etti. Ve neşredilenlerden de bir nüsha temyiz başsavcısına verildi. Öyle olduğu halde, ağır ve şiddetli hücumu olan bir müdafaa olmasına rağmen, baş müdde-i umumi (baş savcı) benim beraetimi talep etti! Bu harikulâdedir, görülmemiş bir şeydir. Ben, Bediüzzaman Hazretleri’nin en az yüzlerce kerametine şahit olmuşumdur.

Zahir kerametine şahit olmuşumdur. Fakat, en küçük bir keramet bile zuhur etse, hemen: `Hizmetin kerametidir, Nur`un kerametidir, benimle alâkası yok` derdi. Bir gün, neyse kusura bakma, istidracen söyleyiveriyorum. Emirdağ`ına gittim. Beni hemen içeri aldı, biraz sohbetten sonra dedi ki: `Kardaşım, sen bugün behemahal buradan git, zira buranın kaymakamı çok münafık, bir hadise çıkarma ihtimali var.`

Emri alınca, hemen çıktık. Mehmed Çalışkan`ın dükkânına vardık. Onlar yemek hazırlamışlar. `Siz yemek hazırlamışsınız, ama ben emir aldım, vasıtaya bakıverin` dedim. Onlar `Ooo… vasıta bir defa geliyor buraya, o da gitti. Senin fazla paran varsa, hususî bir taksi tutalım, seni gönderelim` dediler. Nerde Hacı Ahmed`de kav çakmak! `Bugün, burada mecburi kalıyorsun` dediler. `Aman` dedim, `Üstad duyarsa ne hale gelirim sonra? Ona haber vermemek şartıyla…`

İkindi oldu, camiye sapa yerlerden gittik ve geldik. Büyük bir camileri vardı. Mehmed Çalışkan`ın evine kapandık. Orada misafir kalacağız, başka yolu yok. Ertesi gün gidilecek. Akşam, Allah ne verdiyse yedik. Misafirler gelmeye başladı. Hâkim, doktor gibi hep yüksek tabakadan insanlar, hepsi de müdakkik.

Bana kabir suali sormaya başladılar. Bir fütuhat geldi, gece yarısına kadar, hiç aklıma gelmeyen şeyleri orada inayet-i İlâhî ile onlara söyledim. `Artık bu gece tam doyduk, bütün müşkillerimiz halloldu` dediler. Gece yarısı dağıldılar. Biz de yatsıyı kılıp yattık.

Sabah namazından sonra gitmeye hazırlanırken, Zübeyir geldi. `Kardeşim, Üstad Hazretleri sizi istiyor` dedi. `Eyvah, yandık` dedim. Mehmed Çalışkan`a dönerek `Kalk bakalım, suç senin, beni göndermeyen sensin` dedim. O da `Sen korkma` dedi. Ve, Üstadın yanına gittik. Ben önünde diz çökerek oturdum, Mehmed Çalışkan ayakta, sonra o da oturdu. Bize niçin kaldın, niye gitmedin gibi bir şey demedi:

`Kardaşım, bu gece kalmanız çok isabetli oldu, çok isabetli oldu` dedi. Sanki, mübarek gece konuşulanları aynen dinlemişti. Yani, o gece yapılan sohbet Üstad tarafından aynen telkin edildi, tasarruf edildi. Daha başka neler söyledi, hatırlamıyorum. Biz buna benzer daha neler gördük, kardaşım. Ne hadiselere şahidiz.

Üstad`ın önünde, gönlünden geçen bir şeyin cevabını, daha ağzını açmadan, almamak mümkün değildi.

Bir de, Üstad`ın yanında bir istinsah (elle yazarak çoğaltma) işimiz oldu. Abdülmecid Efendi Asa-yı Musa’yı Arapçaya tercüme etmiş. Üstad Hazretleri de, Mehmed Feyzi Efendiye haber göndermiş, fakat o hastalığından dolayı gelememiş. Ben de o zaman Ankara`daydım. İstanbul`dan birisi geldi.

`Üstadın canı çok sıkılıyor` dedi. Hayret, ne var, ne için dedim. `Asa-yı Musa`yı istinsah ettirecek, Mehmed Feyzi Efendiye haber göndermiş, o da hastayım demiş, Arapçayı herkes yazamaz ki, Arapçanın imlâsına tam vakıf olarak yazmak lâzım` dedi.

Ben İstanbul`a gitmekten çekiniyordum. İstanbul`a gitmeye maddî gücüm de müsait değildi. Şöyle bir düşündüm. Eee Ahmed, sana bir vazife düştü. Bu vazife senin dedim. Derhal gidip bu yazıyı yazacaksın. Sungur da oradaydı. Sungur`a `Kardaşım, ben İstanbul`a gideceğim` dedim. `Aman, ne çabuk karar verdin? dedi.

Ben de `Her halde bizim gitmemiz lâzım, ama ben Hüsnü`yü de götüreceğim` dedim. Sungur `Ağabey, sen bilirsin` dedi. Ertesi gün kendi paralarımızla otobüs biletlerini aldık. O zaman Ankara`dan İstanbul`a on liraya gidiliyordu. Paranın ehemmiyetine bak. Trenle filan gitmek bizim için mümkün değil.

Bizi uğurladılar. Epey yol aldıktan sonra, Hüsnü bana dedi ki: `Ağabey, biz oraya gece yarısı varacağız. Bu otobüs Sirkeci`den Fatih`e Reşadiye Oteli’ne varana kadar gece yarısını geçecek. Üstad`ın yanındaki kardeşler de evlerine gidecek. Bizi de Reşadiye Oteli’ne kimse almaz. Biz orada meydanda kalacağız` dedi. Ben gayri ihtiyari `Kardaşım merak etme, bizim buradan oraya gittiğimizi söylerler ona` dedim. Hiç … Kim söyleyecek?

Bizim ne gittiğimizden, ne de geldiğimizden kimsenin haberi var. Neyse, Üsküdar`a vardık. Araba vapurunda sıra bize gelip Sirkeci`ye varana kadar gece yarısı oldu. Hemen alel-acele indik, bir taksi tuttuk. Hücum…. Fatih`e. Ben eskiden İstanbul`u bilirim. Şehzade başı`ndan geçerken, Hüsnü `Ağabey, kardeşler geçiyor` dedi. Ben de `İn, onları çabuk yakala` dedim. Arabadan indi ve onları yakaladı.

Bana doğru geldiler, sarılıp kucaklaştık. Ben İstanbul`a bir şeyler götürmüştüm, onları koltuklarına aldılar. Onların yerine, yani Süleymaniye`deki o şimdiki malûm yere gittik. Şimdi Almanya`da bulunan Abdülmuhsin kardeş gülmeye başladı. `Ne gülüyorsun?` dedim. O da `Sorma, biz hiç bu yoldan geçmiyorduk, Şehzadebaşı`ndan.

Hadi bugün de bu yoldan gidelim dedik. Sonra, daha garip bir şey var` dedi. Ben `Ne o` dedim. `Üstad Hazretleri, bugün `Ekmek alın bana` diye tutturdu. Canım Üstad`ım, ekmeğimiz çok, sana bunun bir tanesi on gün yetiyor. Ekmeği aldırıp da ne yapacaksın dedik. `Yok, yok alın! Sizin aklınız ermez, misafir falan olur` dedi.

Zorla bunlara üç tane ekmek aldırmış. İstanbul`da o zaman ekmek vesika ile bile bulunmuyor. İmaretten talebelerden alıyorlar. Neyse yumurta filan yaptılar, karnımızı doyurduk. Ertesi sabah otele gittik, Üstad Hazretleri’ne benim geldiğimi haber verdiler, kabul etti. Abdülmuhsin `Efendim, dün bize ekmeği boşuna aldırmamışsınız` dedi. Üstad da `Sus, bir şey yok onda, o hizmetin kerametidir, bize ait bir şey değil` diyerek adeta onu azarladı.

Neler gördük, neler, neler, arkadaşlar. Bu hakikatleri mezarda ne yapalım. Onun için bu hakikatleri sizlere beyan etmek vazifemizdir. Ben şuna inanıyorum ki, bugün ağabeyimizi (Hulusi Ağabeyi) de konuşturduğumuza göre, bu ümmet-i Muhammedi (asm) Kur`ân`ın hakikatlerine eriştirmek suretiyle, içinde bulunduğumuz gibi yeni baştan iman ve hidayet yollarına sevk edecek aslî vazifedarın peşindeyiz.

Benzer konuda makaleler:

1 Yorum

  1. Ahmet Feyzi Kul`un 4 tane oğlu var
    Faruk kul(2016 vefat)
    Arif Kul İzmir Selçuk Çamlık köyünde ikamet etmekte
    Nuri Kul (2016)vefat
    Yaşar kul İstanbul`da ikamet etmektedir bu konuşmayı okudum ben de torunuyum bu konuşma dedeme ait.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*