Gazze’de insanlık katlediliyor

“Bütün bunlar basireti bağlı, feraseti kapalı, bakar-kör beşeriyetin; şaşı bakışları, şaşkın davranışları arasında yaşanıyor. Gazze’de, Filistin’de insanlığın gözü önünde, İsrail’in kanlı, kirli eli ile insanlık katlediliyor, hayat öldürülüyor. Onun için bu bir katliam, soykırım, devlet terörü, insanlık dramı filan değil, tam bir mezalimdir. Yahudi mezalimi.”

Gazze’de aylardır müthiş haller, dehşetli hadiseler yaşanıyor.

Böyle vakalar orada ilk defa vuku bulmuyor. Takriben yüz yıldır yalnız Gazze’de değil, bütün Filistin’de ve çevresinde nice elim hadiseler meydana geldi, geliyor. Fakat bu, olanların en kanlısı, en canicesi, en vahşîsi.

Orada akan kanı durdurması beklenen bazı Batılı devlet adamlarınca bunun bir savaş olduğu söyleniyor. Savaş muadil güçler arasında, mukabil hamlelerle yapılır.

Gazze’de, bir tarafta vatanları istilâ edilen, evleri başlarına yıkılan; tarlaları, bağları, bahçeleri bozulan, etrafları kale gibi beton duvarlarla sarılarak muhasara altına alınan, aç susuz bırakılan, ibadetlerine mani olunan, en temel insanî hakları ellerinden alınan; kimseden yardım görmeyen, kendilerini ancak sapan taşları ile iptidaî ve basit silahlarla korumaya çalışan mazlum ve mağdur insanlar var.

Diğer tarafta ise, İsrail gibi dünyanın güçlü devletleri tarafından desteklenen; ölçüsüz para, sayısız bomba, gelişmiş kitle imha silahları verilen, son model savaş uçakları, silahları, helikopterleri, hücumbotları, tankları, topları, tüfekleri, her türlü savaş eğitimini almış koca ordusu, komandosu, timi, istihbarat teşkilatı olan, Birleşmiş Milletler tarafından yasaklanan bombalarla birlikte bunların hepsini hedef gözetmeden, merhametsizce sivil halkın üzerine yağdıran bir zaleme güruhu var.

İsrailliler, kendi inandıkları mukaddes kitaba, atalarının değiştirdiği emirlere bile uymuyorlar. Tevrat’ta geçen on emirde ‘adam öldürmemeleri, birbirlerinin kanını dökmemeleri, yekdiğerlerini vatanlarından çıkarmamaları, insanlara güzel söz söylemeleri’ emredildiği halde onlar, yapılmaması istenen her şeyi yaptılar, yapıyorlar.

Attıkları bombalarla cephelerde savaşan askerlerden, istilâya karşı koyan gençlerden ziyade, Gazze’de, Filistin’de rahimlerde ceninler, beşiklerde bebekler, okullarda çocuklar, evlerde hanımlar, işyerinde işçiler, atölyelerde ustalar, çıraklar, dükkânlarda, çarşılarda pazarlarda esnaf, hastanelerde hastalar; sokaklarda, caddelerde, meydanlarda kendi halinde dolaşan insanlar; savaşı istemeyen, çıkmasına sebep olmayan, savaşacak gücü kalmayan kadınlar, ihtiyarlar, sakatlar katlediliyor.

Öldürülenlerden çok daha fazla yaralananlar, hastalananlar, sakat kalanlar var. Onların yakınları, akrabaları, arkadaşları, dehşete şahit olanlar, kan revan içinde kalanlar, çaresizce oraya buraya koşarak çare arayanlar da mağdur olanlar kadar acı ve ızdırap çekiyorlar.

Öyle dehşetli bir hal ki, şefkat ölüyor, merhamet ölüyor, iyi niyet ölüyor; sevgi, saygı, his, hayal, duygu, düşünce, sanat, edebiyat, adalet, fazilet, meziyet, istidat, istikbal istimdat ediyor. Halden anlayanlar, ölenler kadar, hatta onlardan daha fazla kalanlara acıyorlar.

Bin yıldır yaşayan bir halk, her şeyiyle bir günde yok edilmek isteniyor.

Beşerî efkâr-ı amme; zulüm, kıyım, vahşet, dehşet, katliam, soykırım gibi telaffuzu bile ruhu yaralayan kelimelerle anlatmaya çalışıyor Gazze’de, Filistin’de yaşanan faciayı. Oralardaki hadiselerde, bu ve benzeri kelimelerin hepsinin ihtiva ettiği manalar bulunsa da hiçbiri orayı tam olarak anlatmaya yetmiyor.

Zîra bu kelimeler ölümü ve öldürülen insanları hatıra getiriyor. Halbuki oralarda işlenen şenaatte yalnız insanlar ölmüyor. İnsanlarla birlikte büyük başından küçük başına, evcilinden yabanisine, kedisinden köpeğine, kanatlısından sürüngenine; sineğinden kartalına, kekliğinden tavşanına, yılanından kaplumbağasına, karıncasından hurdebinî mikrobuna kadar bütün hayvanlar, böcekler; bağından bahçesine, ağacından çiçeğine, otundan yaprağına her türlü canlı mahlukât da ölüyor.

Hatta hava, su, toprak, dağ, taş ve câmid mevcudat da kaderin, katledilenler listesine kaydediliyor. Atılan bombaların, sıkılan kurşunların, ateşlenen topların, öldürülen insanların, yok edilen canlıların, nesli kesilen endemik türlerin sayısı bilinmiyor, hesabı yapılamıyor.

Bütün bunlar basireti bağlı, feraseti kapalı, bakar-kör beşeriyetin; şaşı bakışları, şaşkın davranışları arasında yaşanıyor. Gazze’de, Filistin’de insanlığın gözü önünde, İsrail’in kanlı, kirli eli ile insanlık katlediliyor, hayat öldürülüyor. Onun için bu bir katliam, soykırım, devlet terörü, insanlık dramı filan değil, tam bir mezalimdir.

Yahudi mezalimi.

***

“Sizi taife taife, millet millet, kabile kabile yarattım, tâ birbirinizi tanımalısınız ve birbirinizdeki hayat-ı içtimaiyeye ait münasebetlerinizi bilesiniz, birbirinize muavenet edesiniz. Yoksa sizi kabile kabile yarattım ki yekdiğerinize karşı inkâr ile yabanî bakasınız, husumet ve adâvet edesiniz değildir.” (Mektubat, s. 538)

Kur’ân-ı Kerim’de, Maide Sûresi’nin 13. âyetinde mealen böyle anlatılır insanların milletler, kabileler, taifeler halinde yaratılmasının hikmeti. Âyet-i kerimede, mezkûr insan topluluklarının, milletler arası münasebetlerle birbirlerine karşı yapmaları ve yapmamaları gereken hareketler tefsire, tevile, izaha ihtiyaç bırakmayacak şekilde açıkça ifade edilmiştir.

Buna göre insanların birbirlerini tanımaları, içtimaî hayata ait münasebetleri bilmeleri, kendi aralarında taife, millet, kabile şeklinde teşkilatlanıp birbirlerine yardım etmeleri esastır. Kendilerini üstün görüp diğerlerini yabancı telâkki etmeleri, yok saymaları, horlamaları, küçük görmeleri, husumet besleyip adavet etmeleri yaratılış hikmetlerine aykırıdır.

Bu âyet-i kerimenin ışığında Yahudi milletine bakıldığında onlar taife iken de, kabile iken de, millet olduktan sonra da hep yaratılış hikmetlerine aykırı hareket etmişler; teneffür, tekebbür, tahakküm hislerini harekete geçirerek millî karakterlerini kendi iradeleriyle öyle şekillendirmişler ve her vesile ile izhar etme çabası içine girmişlerdir. Yeni nesillerini de kendileri gibi yetiştirmişler ve dünya milletleri arasında saygı duyulan bir millet olmak yerine, onların varlıklarını inkâr ederek, yabancı görerek, aldatarak, hile yapıp zarar vererek illet olmayı tercih etmişlerdir.

Benî İsrail olarak da adlandırılan Yahudi kavmine, aralarında aynı zamanda devlet başkanı da olan Hazret-i Davud, Hazret-i Süleyman, Hazret-i Musa, Hazret-i İsa Aleyhimüsselâm gibi ulü’l-azm peygamberlerin de bulunduğu pek çok nebi, resul gelmesine, Tevrat, Zebur, İncil gibi mukaddes kitaplar inzal edilmesine rağmen kötü huylarından vazgeçmemişler, peygamberlerine hile, isyan ve ihanet edip kitaplarını tahrif etmişlerdir.

Allah’ın peygamberlerine ve kitaplarına karşı müteaddit defalar yaptıkları isyanın, tahrifin cezası olarak da Bakara Sûresi’nin 61. âyetinde ifade edildiği gibi, Kur’ân-ı Kerim’in kendilerine şiddetli davranmasına, dehşetli sille-i te’dib, zillet ve yoksulluk damgası vurmasına müstahak olmuşlardır: (Sözler, s. 650)

“Onların üzerine bir zillet ve yoksulluk damgası vuruldu.”

***

“Benî İsrail’in, oğullarının kesilip kadın ve kızlarını hayatta bırakmak, bir Firavun zamanında yapılan bir hadise unvanıyla, Yahudi milletinin ekser memleketlerde her asırda maruz olduğu müteaddit katliamları, kadın ve kızları hayat-ı beşeriye-i sefîhanede oynadıkları rolü ifade eder.”

Bediüzzaman Said Nursî’nin; Bakara Sûresi’nin “Kızlarınızı sağ bırakıp yeni doğan erkek çocuklarınızı kesiyorlardı” mealindeki 49. âyetini ve (Bakara 96, 60, Maide 62, 64.) gibi ayetleri tefsir ederken ‘hayat-ı beşeriye-i sefihanede oynadıkları rol’ ile “hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli sermaye ile mübareze ettirip fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzaaf riba yapıp bankaları tesise sebebiyet veren, hile ve hud’a ile cem’-i mal eden o millet olduğu gibi mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor’ (a.g.e.) sözleri ile de dile getirdiği gibi Yahudiler, Firavun zamanında gördükleri feci muamelenin intikamını bütün milletlerden almaya çalışarak onlara zarar verdikleri için ekser memleketlerde katliamlara maruz kalmışlardır.

Yahudiler, yalnız kendilerine zulmeden, süren, kovan eziyet eden, insan yerine koymayan milletlere değil, yardım eden, iyilik yapan, katliamdan kurtaran, insan muamelesi yapan, kendilerine ülkesinde yurt veren milletlere de dinî, maddî, manevî, insanî, siyasî, içtimaî, iktisadî, ahlâkî zararlar vermekten ve o milletlerin gelecekleri ile oynamaktan çekinmemişlerdir.

Meselâ İspanya’da Endülüs Emevî devleti zamanında huzur, mutluluk içinde yaşayan Yahudiler, 1492 yılında Engizisyon zamanında İspanya devleti tarafından köhne gemilere doldurularak Akdeniz’e sürülüp ölüme terk edildikleri zaman, hadiseyi haber alan Osmanlı padişahı Sultan II. Beyazıt tarafından ülkesine davet edilmiş ve Selânik taraflarına yerleştirilmişti.

Osmanlı topraklarında millet hayatlarının altın çağını yaşayan Yahudiler, ticarî hayatı ele geçirmişler, bir yandan hırsla ve haram yollarla mal biriktirirken, diğer yandan bulundukları yerlerdeki insanları ahlâkî zaafa uğratmışlardı. Cemiyet içinde ağır yaralar açtıktan sonra temayüz etmiş mensuplarının kurdukları komiteler vasıtasıyla Osmanlı devletinin yıkılmasının zeminini hazırlamışlar, 31 Mart Hadisesinde oynadıkları müessir rol ile Sultan Abdülhamid’i tahttan indirdikten sonra yaptıkları ihanet hareketleri ve çevirdikleri entrikalarla menfur emellerine ulaşmışlardı.

Hitler zamanında Almanya’dan, Avusturya’dan sürülen veya kaçan Yahudiler, cumhuriyetin kurulmasını müteakip Türkiye’ye gelerek, kurucular arasında yer alan asker ve sivil Sabatay Yahudileri ile birlikte hareket etmişlerdi. Bediüzzaman Said Nursî’nin “…ihtilâl yüzünden kesilen yüz bin adam…” (Emirdağ L., s. 39) sözleri ile ima ve işaret ettiği şeair-i İslâmiyeyi hedef alan icraatların yapılmasında mühim roller oynayarak millet ekseriyeti ile devletin değerlerinin çatışmasına ve iki tarafın da zarar görmesine sebep olmuşlardı.

Halbuki eskiden İslâm milletleri farklı din, etnik milliyet mensuplarını ve çingene, aptal gibi vatansız toplulukları ayrı yerlerde iskân ederler, cemiyet içinde kendilerine has kıyafetlerle dolaşmalarını sağlarlardı. Böylece insanların günlük hayatta birbirlerini tanımalarını, ona göre muhatap olmalarını; sözlerine, hareketlerine, tavırlarına, onlara has hallerle mukabele etmelerini ve birbirlerinden zarar görmemelerini temin ederlerdi. Tanzimat’tan sonra Osmanlı’da fes, cumhuriyeti müteakip Türkiye’de şapka ve kıyafet kanunu ile o içtimaî düzen değişti, aile hususiyetli mahalle kültürü bozuldu. İnsanlarla inançlarına, kimliklerine, yaşayış biçimlerine göre muamele etme hassasiyeti kayboldu. Herkes her şey, her değer birbirine karıştı. O karışıklık hâlâ artarak devam ediyor.

Bu malum ve meş’um neticenin meydana gelmesinde, zamanın İslâm alimlerinin, Kur’ân-ı Kerim’in Yahudilerle, İsrailoğulları ile ilgili ayetlerini doğru tefsir edip herkesin anlayacağı şekilde açıklayarak devlet ve siyaset adamlarını ikaz etmemelerinin tesiri vardır. Çünkü meclisin ekseriyetini teşkil eden alimler, bunu yapmadıkları gibi yapmak isteyen Bediüzzaman Hazretlerine de destek vermemişler, yalnız bırakmışlardı. Onun sözlü, yazılı ikazlarını nazar-ı itibara almayan Yahudi menşeli komiteciler de onu zehirleyerek öldürmeye çalışmışlar, başaramayınca sürgün ederek maddî manevî tahribatın büyümesine sebep olmuşlar ve İbrahim Sûresi’nin 34. âyetinin manasını da yaşamışlardı:

“Muhakkak ki insan çok zalim ve nankördür.”

***

“Bütün bunların ardından kalbiniz yine katılaştı. Sanki taş kesildi, hatta taştan daha katılaştı. Çünkü öyle taşlar vardır, bağırlarından nehirler çağlar. Öyleleri var ki yarılır da aralarından sular akar. Öyleleri var ki Allah’ın korkusundan parçalanıp aşağıya yuvarlanır. Allah ise sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.”

Bediüzzaman Said Nursî Bakara Suresi’nin bu mealdeki 74. âyetini tefsir ederken muhatabın İsrailoğulları ve ilhaklarında, ifsatlarında, ihanetlerinde, isyanlarında ve Allah’ın emirlerine, insanların menfaatlerine aykırı olan her türlü menfî icraatlarında onları destekleyen Âdemoğulları olduğunu ifade etmişti.

Tefsirin devamında Allah’ın emirleri karşısında İsrailoğulları ve taşları karşılaştırmış; dağları meydana getiren taşların bağırlarından çıkarak aktığı yerleri cennete çeviren Nil, Fırat, Dicle gibi nehirleri örnek göstermiş, onların kalplerinin ‘zaaf ve aczleri içinde öyle bir Zatın emirlerine karşı kasavetle mukavemet ettiklerini’ söylemişti. (Sözler, s.392)

Bediüzzaman Hazretleri mezkûr âyet-i kerimeyi tefsir ederken bu sefer Hazret-i Musa Aleyhisselamın mucizelerini nazara vermişti. Taşların ‘Musa Aleyhisselamın asâsına karşı kemal-i şevk ile inşikak edip on iki gözünden on iki çeşme akıtırken’ İsrailoğullarının gözlerinin donukluğuna, kalplerinin katılığına dikkat çekmişti:

“Ey Benî İsrail! Bir tek mu’cize-i Mûsa’ya (as) karşı koca taşlar yumuşar, parçalanır; ya haşyetinden veya sürurundan ağlayarak sel gibi yaş akıttığı halde, hangi insafla bütün mu’cizât-ı Museviyeye (as) karşı temerrüd ederek ağlamayıp gözünüz cümud ve kalbiniz katılık ediyor?” (Sözler, s. 394)

Bu tefsir, izah ve mukayeseler gerçekten manidar. Müslümanların hac ibadeti sırasında Arafat’ta vakfeye durup hacı sıfatını aldıktan sonra, Mina’da üç sefer şeytan taşlamaları gibi Kur’ân-ı Kerim de evâmir-i İlâhiyeye karşı mutî ve musahhar olan taşların, haşyetinden yarılması, ağlaması, parçalanıp yuvarlanması gibi üç farklı mu’cize ile İsrailoğullarına atıfta bulunmuştur.

Bu atıf, Kur’ân-ı Kerim’in Yahudileri, âdeta şeytan taşlar gibi taşladığının ifadesidir.

Bediüzzaman hayatî dersler için ölçüyü vermiştir

Bediüzzaman Said Nursî, tarihte vuku bulan bazı hazin vakıaları ve yaşadığı zamanda meydana gelen elim hadiseleri medar-ı bahs ederek onlara ve gelecekte meydana gelmesi muhtemel benzer hadiselere Kur’ânî ve imanî bakış açıları getirir. Hayatın her safhasında ve her türlü hadise karşısında kullanılabilecek olan ve Risale-i Nur Külliyatında pek çok misâli bulunan o Kur’ânî, imanî, İslâmî, insanî bakış açısı ile Gazze’de, Filistin’de, Uygur’da, Ukrayna’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan mezalime bakarak hayatî dersler çıkarmak mümkündür.

“İsrailoğullarına Tevrat’ta şöyle bildirdik. Siz yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız.” Kur’ân-ı Kerim İsra Suresi’nin 4. ayetinde, Yahudi milletinin beşeriyete vereceği zararı böyle ihbar ve ifşa etmiştir. Ardından da A’raf Suresi’nin 74. âyetinde “Bozgunculuk yaparak yeryüzünü fesada vermeyin” buyurmuştur.

İsrail, Yahudi milletinin tarihte kurduğu ikinci devlettir. Aradan geçen asırlar içinde pek çok meskenet hâli yaşamalarına rağmen tarihî hadiselerden ve İlâhî ikazlardan ders almamış olmalılar ki İsrail, kurulduğu günden beri yalnız bulunduğu bölgede değil, yeryüzünde dinî, siyasî, insanî, içtimaî, iktisadî, ticarî, ahlâkî fesat çıkarıp kan dökmeye devam ediyor.

Son çıkardığı fesat hepsinden dehşetli. Bu sefer sanal yalanlarda ve sahtekâr lobi faaliyetleriyle dünyanın menfaatperest, sömürgeci güçlü devletlerini yanına aldığı için çok daha zalim ve cüretkâr hareket ediyor. Onların desteğiyle Gazze’ye, Filistin’e ölüm ve zulüm yağdırıyor.

Gazze yer ile yeksan oluyor, Filistin kan ağlıyor. Onlarla birlikte âlem-i İslâm da ağlıyor.

Havadan, karadan, denizden atılan ve bir an bile dinmeyen bomba yağmuru altında bir avuç insan kahramanca vatanını müdafaa etmeye çalışıyor. Bu müthiş ölüm sağanağından sağ kalmayı başaranlar, bir yandan yaralananların yaralarını sarmaya, diğer yandan masum insanların parçalanan cesetlerini toplamaya çalışıyorlar.

İnsanlar, tarihte ilk defa dehşetli bir mezalimi film seyreder gibi televizyon, bilgisayar, akıllı telefon ekranlarından canlı yayınla naklen seyrediyorlar. Ama orada olanlar film icabı değil, fiilen yaşanıyor. Bunu bilen vicdanlar yaralanıyor, kalpler kanıyor. Ellerinden bir şey gelmediği için de itikatları bozuluyor, imanları sarsılıyor.

Hülâsa ‘İbret alınmadığı için tarih tekerrür ediyor.’ Zîra tarih, böyle hazin ve elim hadiselere pek yabancı değil. Benzer katliamlar, soykırımlar, zulümler, kanlı hadiseler, muhteris Yahudilerin müsebbipleri arasında yer alıp mühim roller oynadıkları ve otuz milyon kadar insanın öldürüldüğü Birinci Cihan Harbi sırasında nice mezalimler yaşanmıştı.

Lâkin o zaman haberleşme ve nakil vasıtaları bu kadar gelişmediğinden yeryüzünde yaşanan ölüm ve yıkım görüntüleri, ancak iptidaî fotoğraf makineleri ile zar zor çekilen fotoğraflarla dünyaya yayılmıştı. O siyah-beyaz, bozuk, silik görüntüler bile insanların dünyalarını altüst etmeye, itikatlarını sarsmaya yetmişti.

“Yâ Rab, bu uğursuz gecenin yok mu sabahı?

Mahşerde mi bîçarelerin, yoksa felâhı!

Nur istiyoruz… Sen bize yangın veriyorsun,

‘Yandık!’ diyoruz, boğmaya kan gönderiyorsun.

Mazlumları nedir ezmede, ezdirmede mânâ?

Zalimleri adlin, hani öldürmedi hâlâ!”

O zaman hadiselerin pek çoğunu yaşayan, muhtemelen bazı akrabalarını da kaybeden merhum Mehmed Akif böyle başlamıştı “İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk eder misin Allah’ım?” mealindeki A’raf Suresi’nin 155. âyetini tefsire. Manzumeye, okuyanları Allah’ın adaletinden şüpheye düşürecek kadar müessir mısralarla devam etmişti. (Safahat, Yeni Asya Neşriyat, s. 187)

“Yetmez mi musâb olduğumuz bunca devâhî? / Ağzım kurusun… Yok musun ey adl-i İlâhî”

Böyle bitirmişti isyan hissinden ziyade, Cenâb-ı Hakka karşı nazlanma mânâsı taşıyan manzumesini. Mehmed Akif gibi bir mütedeyyin, müttakî, âlim insana ve istiklâl, itikat şairine böyle dedirten hazin, elim insan halleri ve dehşetli katliam görüntüleri, elbette taklidî iman sahibi avâm-ı mü’minîne çok daha farklı hissî isyan halleri yaşatabilir.

Aynı yıllarda yaşayan, onlara benzer nice hazin ve elim hadiselere şahit olan, bizzat içinde yer alarak maddî manevî tahribata mani olmaya çalışan Bediüzzaman Said Nursî ise “Musibet cinayetin neticesi, mükâfatın mukaddimesidir. Hazırda mükâfatımız nedir?” sorusuna, Kur’ânî bakış açısını muhtevî, insanların imanlarını şüpheye düşmekten, itikatlarını sarsılmaktan kurtaran; tesellî ve ümit veren müessir bir cevapla mukabele etmişti:

“Mükâfat-ı hâzıramız ise; fasık, günahkâr bir milletten, humsu olan dört milyonu velâyet derecesine çıkardı; gazilik, şehidlik verdi. Müşterek hatadan neş’et eden müşterek musibet, mazi günahını sildi.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 495)

***

“Bir zaman, bana hizmet eden kardeşlerim tarafından sual edildi ki: ‘Küre-i arzı herc ü merce getiren ve İslâm’ın mukadderatıyla alâkadar bu dehşetli Harb-i Umumîden elli gündür hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Hâlbuki bir kısım mütedeyyin ve âlim insanlar cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onlarla meşgul olmanın bir zararı mı var?’ dediler.”

Birincisinden çok daha dehşetli olan ve takriben altmış milyon insanın öldürüldüğü İkinci Dünya Savaşı sırasında, Kastamonu’da sürgünde bulunan Bediüzzaman Said Nursî’ye talebeleri böyle bir soru sormuştu. Soruda savaşın gidişatını radyo vasıtası ile merakla takip etme temayülü vardı.

Merhum Said Nursî verdiği cevapta, sadece o zaman onların değil, her zaman, her hadise karşısında, herkesin o nazarla bakarak fayda görebileceği ölçüler ortaya koymuştu. Ömür sermayesinin azlığına, lüzumlu işlerin çokluna dikkat çekmiş, insanın daire olarak adlandırdığı kalp, mide, ceset, hane, mahalle, şehir, vatan, memleket, küre-i arz, nev-i beşer, zîhayat, dünya hususlarında vazifeleri olduğunu, oralarda meydana gelen hadiseleri merak edebileceğini hatırlatmıştı.

“En küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî vazife var; en büyük dairede küçük, muvakkat ve ara sıra vazife bulunabilir.”

Daireler ve insan arasına bu kaideyi koyduktan sonra, büyük dairelerin cazibesinin, küçük dairedeki ehemmiyetli hizmetleri ihmal ettirebileceğini, insanı lüzumsuz malayani, afakî meselelerle meşgul edeceğini, kıymetli vaktini kıymetsiz şeylerle öldüreceğini söylemiş ve bir başka tehlikeye dikkat çekmişti:

“Bazen bu harp boğuşmalarını merakla takip eden, bir tarafa kalben taraftar olur, onun zulmünü hoş görür, zulmüne şerik olur.” (Asâ-yı Mûsa, s. 34)

Savaşın devam ettiği yedi sene boyunca tavrı değişmediği için zaman zaman tekrar sorulan öyle sorular karşısında ‘herkesin iman mukabilinde bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen, bakî ve daimî bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası başına açılmış’ olduğunu, onun da ancak iman-Kur’ân hizmeti yapılarak kazanılabileceğini, insanın bütün gücünü ve servetini o davayı kazanmak için harcaması gerektiğini söylemişti.

Mezkûr sorunun ‘Onlarla meşgul olmanın bir zararı mı var?’ şeklindeki şıkkına ise radyo vasıtası ile merakla, ciddî alâkadarâne, küre-i arzdaki boğuşmalara bakmanın, takip etmenin insana maddî manevî pek çok zararlar vereceği; insanın ‘aklını dağıtıp manevî divane olacağı, kalbini dağıtıp manevî dinsiz olacağı, fikrini dağıtıp manevî ecnebî olacağı’ (Kastamonu Lâhikası, s. 61) cevabını vermişti.

Bu müessir cevaba rağmen bazılarının merak hissinin tazyiki ve cazibedar yayınların tahriki ile taraftarane bir tavır takınıp hadiseleri takip etmesi, bazılarının da aynı hissiyatla izin vermesini ima ederek mezkûr soruyu tekrar sormaları üzerine “Muhakkak ki insan çok zalimdir” âyetinin tefsiri mahiyetindeki cevabını ibretli bir cümle ile bitirmişti:

“Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız, ben bakmadım ne kaybettim?” (a.g.e. s. 216)

O zamanın şartlarında, dünyada meydana gelen hadiseler sadece radyo ile takip edilebilirdi. Köylerde, kasabalarda da ancak mahdut sayıdaki kişilerde radyo bulunurdu. Bu gerçeği bilen Bediüzzaman’ın mezkûr cümlede ‘dinleme’ kelimesinden ziyade ekranları ima edercesine ‘bakmak’ fiilini kullanması manidardı.

Günümüzde evlerde, arabalarda, işyerlerinde binlerce radyo istasyonu ile bağlantı yapılabilen birçok radyo kanalının bulunduğu, televizyon, internet, akıllı telefon ekranlarından her an her hadisenin bakılarak ve dinlenerek takip edilebileceği gerçeği nazara alındığında, hadiseleri merakla takip etmenin ne kadar büyük zararlara sebep olabileceği anlaşılır.

Ülkede ve dünyada meydana gelen hadiseleri, o hususlarda vazifesi ve ihtisası olanların takip edebileceğini, bunun hususî haberleşme vasıtalarının olduğunu söyleyen Bediüzzaman; geniş dairede meydana gelen meseleleri, herkesi meraklandıracak ve kalbî, ruhî, dinî, şahsî işlerini ihmal ettirecek şekilde yayınlamanın, cemiyete vereceği zararları anlatmıştı:

“Onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalplerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalpleri serseri etmek ve manen öldürmekle dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merakla onlara göre malâyânî ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir.” (Kastamonu Lahikası, s. 61)

***

Bediüzzaman Said Nursî, tarihte vuku bulan bazı hazin vakıaları ve yaşadığı zamanda meydana gelen elim hadiseleri medar-ı bahs ederek onlara ve gelecekte meydana gelmesi muhtemel benzer hadiselere Kur’ânî ve imanî bakış açıları getirerek insanları ‘divane, manevî dinsiz ve manevî ecnebî’ olmaktan kurtarmak istemişti.

Hayatın her safhasında ve her türlü hadise karşısında kullanılabilecek olan ve Risale-i Nur Külliyatında pek çok misâli bulunan o Kur’ânî, imanî, İslâmî, insanî bakış açısı ile Gazze’de, Filistin’de, Uygur’da, Ukrayna’da ve dünyanın başka yerlerinde yaşanan mezalime bakarak bazı hayatî dersler çıkarmak mümkündür:

Birincisi: Tarihte defalarca yaşanan, günümüzde Gazze’de, Filistin’de irtikâb edilen mezalime bakıldığında, Yahudi milletinin Kur’ân-ı Kerim’de en veciz ifadesini bulan tıynetinin, millî zaaflarının, zihniyetinin değişmediği, değişmeyeceği, onların yeryüzünde fesat çıkarmaya devam edecekleri bir kere daha ortaya çıkmıştır.

İnsanlık artık Yahudi milletinin gerçek yüzünü görmeli, menhus ruhunun mülevvesâtını teşhir etmeli, devletler, milletler İsrail ile olan bütün ilişkilerini keserek onları yalnızlığa itip kendi kanlı, kirli, iğrenç, muhteris halleri ile başbaşa bırakmalılar. Ülkelerinde iş yapan ve haram kazançlarını İsrail zalimleri ile paylaşan dessas insanların fabrikalarını, bankalarını, işyerlerini kapatmalılar.

İnsanlar da içinde yaşadıkları cemiyette bulunan Yahudi menşeli kişilerin, küçük bir istisna olan ve İsrail’in mezalimini kabul etmeyen, karşı çıkan iyi niyetli, merhametli fertlerine muhabbet ederken, katliamı destekleyen müesseselerle alışverişi, müfsit, müfrit mizaçlı fertlerle selamı-sabahı kesmeli, onları kendi taassup kafeslerine hapsederek yaptıkları mezalime ortak olmamalılar.

Gazze’de, Filistin’de ve başka yerlerde işlenen mezalimin feci manzaralarına, kast-ı mahsusla bakmamalı, başkaları ile paylaşmamalı, zulmettikleri insanların elim görüntülerini yayarak insanları korkutmaya, sindirmeye çalışan Yahudi zihniyetinin kanlı, kirli ekmeğine yağ sürmemeliler. Öyle hazin görüntülerle karşılaştıkça “Allah’ın sevdiği ameli” işlemeli, Bediüzzaman gibi zalimlerin zulmünü yüzlerine haykırmalılar:

“Zalimler için yaşasın Cehennem!..”

***

İkincisi: Müsbet hareket etmektir.

‘Sivil itaatsizlik, pasif direniş’ gibi yorum ve tatbikleri de bulunan müsbet hareket; bir yönüyle, mücadele esnasında düşmanın silahlı saldırılarına, zorbalıklarına, tahriklerine, tazyiklerine ayniyle mukabele etmeden, emirlerine boyun eğmemek, masumlara, mahlukata zarar verecek fevrî hareketler yapmadan direnerek hedefe ulaşmak demektir.

Müsbet hareket, Bediüzzaman Said Nursî’nin; mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden, ‘münevver, Selef-i Salihînden, a’sârın mebuslarından müteşekkil muhteşem meclisten felâket ve helâket asrının adamı’ (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 489) sıfatını aldıktan sonra yaptığı ilk içtihatlardan biridir. Kendisi de bizzat bu içtihada uyarak örnek olmuştur.

Mesela Eski Said safahâtında da, Bosna Hersek’i ilhak etmeye kalkan Avusturya’nın mallarını boykot hareketine öncülük etmiş, hürriyet ve meşrutiyet mitinglerine katılıp müessir konuşmalar yapmış, İstanbul’da işgal kuvvetlerine karşı silahla değil, kitapla mücadele etmişti. İşgalcilerin asıl maksadını açıklayıp ruhlarını yaralayan, Müslümanlara iman, ümit ve hürriyet aşkı aşılayan Hutuvat-ı Sitte eserini bastırıp gençlerle dağıtarak sivil direnişi başlatmış ve başarılı olmuştu.

Türkiye Büyük Millet Meclisi adına, başkan Mustafa Kemal tarafından ısrarla Ankara’ya davet edilince gitmiş, mecliste törenle karşılanmıştı. Cumhuriyetin yanlış temeller üzerine kurulmak istendiğini görünce başkana mektup yazmış, mecliste beyanname dağıtmışsa da onları yanlış kararlarından vazgeçirememişti. Devlete hâkim olan zihniyetlerin, imanın erkânına saldırma teşebbüslerine Hubab eserini yazıp dağıtarak mukabele etmişti.

“O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılıç hükmünde i’caz-ı Kur’ân nurları ile mukabele edilebilir.” (Tarihçe-i Hayat, s. 131)

Âhirzamanda zuhur ederek millete, dine, imana, İslâm’a zarar verecek müthiş şahsı ve yardımcılarını teşhis edince, Peygamber Efendimizin (asm) bu hadis-i şerifi mucibince, siyasî mücadele yaparak onları yenmenin mümkün olmadığını, dahilde silahlı mücadelenin de menfî hareket olacağını düşünerek teklif edildiği halde teşebbüs etmemişti.

Silahlı ve siyasî cihadın zamanının geçtiğini, mânevî cihadın zamanının geldiğini, onun da Kur’ân’ın manevî kılıç hükmündeki i’câzı ile yapılacağını anlamış, Ankara’dan ayrılıp Van’a gitmişti. Dine mugayir icraatlar yapan kişilerle silahlı mücadele yapmak isteyen Şeyh Said’e, Kör Hüseyin Paşaya katılmamış, isyan etmelerine mani olmaya çalışmıştı. Merhum Şeyh Said, silahlı mücadeleye girişmiş, kendisi, ailesi, çevresi, memleket, millet zarar görmüştü.

Mütegallibelere mukavemet edecek gücü veya Hicaz, Bağdat gibi İslâm diyarlarına gidecek imkânı olduğu halde gitmemişti. Defalarca zehirlenmek, sürgün edilmek, mahkemelere verilmek, hapishanelere atılmak pahasına müsbet hareket tarzından ve manevî cihad mücadelesinden vazgeçmemişti. Risâle-i Nur Külliyatını telif, Nur hareketini tesis etmiş, kimseye zarar vermeden mücadelesinde muvaffak olmuştu, hedeflerine ulaşmıştı.

Siyasî veya silahlı cihada devlet adamları karar verir. Günümüzde İslâm ülkelerinin hiç birinde i’lâ-yı kelimetullah aşkıyla cihad edecek devlet ve siyaset adamının olmadığına, hemen hepsinin, Batılı büyük devletlerin himayesi ile idareyi ele geçirip onların emriyle hareket ettiklerine ve Gazze, Filistin gibi hayatî meselelerde bile bir araya gelemediklerine göre bunlar siyasî ve silahlı cihadın zamanının geçtiğini, Bediüzzaman Hazretlerinin manevî cihad hamlesini başlatarak isabetli karar verdiğini gösterir.

Nitekim onun çok zor şartlarda başlattığı müsbet hareket tarzı ve manevî cihad mücadelesi sayesinde yalnız Nur Talebeleri değil, aralarında Diyanetin, tarikatların, Süleyman Efendinin, Hüseyin Hilmi Efendinin talebelerinin de bulunduğu pek çok İslâmî cemaat ve hizmet kuruluşu, dünyanın hemen her ülkesinde hizmet ederek manevî cihad vazifesini yapıyor.

“Eylemler öncelikleri gösterir. Güç kazanarak gelmez, çabaların sayesinde güçlü yanların gelişir. Zorluklardan geçtiğinde ve teslim olmamaya karar verdiğinde işte güç budur” diyen Hintli lider Gandi, Vietnam’da Amerikan zulmüne karşı tek başına mum yakarak direnen Vietnamlı adam, Güney Amerikalı lider Mandela da müstebitlere karşı müsbet hareket ederek mücadelelerini kazanmışlardı.

“Mü’min, Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder”

Filistin, Gazze halkı, “Mü’min, zulüm ve haksızlık da görse Rahman olan Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder” Hadis-i Şerifi mucibince sabrediyorlar. “Kendisine zulmedene beddua eden, hakkını almış ve bedduası nisbetinde zalimdeki hakkını kaybetmiş olur” Hadis-i Şerifini biliyor olmalılar ki haklarının, dünyada olmasa bile ahirette muhakkak alınacağını bildiklerinden zalimlere beddua bile etmiyorlar. İmanlarının kuvveti, ihlâslarının safiyeti, cesaretleri, metanetleri ile dünya halklarının hayranlığını kazanıyorlar.

Üçüncüsü: Filistin halkı yüz yıldır Yahudi mezalimine maruz bırakılmıştır. Zalim İsrail zümresi ile mücadele etmiş ama kendi imkânları, gelişmiş silahları olmadığı, çevredeki İslâm ülkelerinden de yeterli desteği görmediği için başarılı olamamıştır. Nice kan, can, zaman, imkân kaybetmiş, vatanını işgalden kurtaramamış, hürriyetine kavuşup devletini kuramamıştır.

Bu netice elbette kaderin hükmüdür. Kaderin bu hükmü vermesinde Filistinli liderlerin mesuliyeti vardır. Onlar dünyanın gidişatını, İslâm âleminin içinde bulunduğu şartları, kuruldukları günden bu yana verdikleri mücadeleleri, kazandıklarını ve kaybettiklerini hesap edip kendilerine şu soruyu sormalıdırlar:

“Hangi fiilimiz ile kadere fetva verdirdik ki kader bu musibete hükmetti?”

Bunu yaptıkları takdirde, mücadele tarzlarının yanlış olduğunu, yıllarca o yanlışta ısrar ettiklerini ve hata yaptıklarını göreceklerdir. Zira zamanın en müessir mücadele tarzının müsbet hareket olduğu, silahlı ve siyasî cihadın bittiği, manevî cihadın başladığı gerçeğini görüp ona göre mücadele etme cihetine gidememişlerdir.

Bir ara Yaser Arafat’ın ‘küçük generallerim’ dediği Filistinli çocuklar ve gençler İsrail askerlerine, tanklara, toplara, helikopterlere sapan taşları atarak, yolları kapatarak mukabele etmişler, pasif direnişe geçmişlerdi. İsrail’in zecrî tedbirlerine şahsî cesaretleri ile karşı koymuşlar ve dünya milletlerinin çoğunun desteğini alarak topraklarının bir kısmını kurtarmış, her halleri ile Yunus Suresî’nin 62. âyetinin manasını yaşamışlardı:

“Allah’ın dostları için ne bir korku vardır, ne de onlar mahzun olurlar.”

Filistinlilerin bir grubu bunları yaşarken diğer bazı gruplar silahlı mücadele cihetine gitmişlerdi. İsrail ile silahlı mücadele etmek için gerilla teşkilatları kurmuşlar, Lübnan’daki eğitim kaplarında Filistinli gençleri eğitirken, muhtemelen para ve yardım karşılığında, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok İslâm ülkesinde, mevcut rejimi yıkmaya çalışan Rusya destekli Marksist, Leninist teşkilatlara mensup gençlere, gerilla eğitimi vermişler ve o ülkelerin liderlerinin hışmını üzerlerine çekmişlerdi.

Hareketin önde gelen isimlerinden bazıları İslâm itikadına zıt fikirler taşımışlardı. Müslüman oldukları halde sosyalist, materyalist dünya görüşünü kabul edip yayma gayreti içine girmişlerdi. İsraillilerin ve onlara destek veren ülkelerin yolcu uçaklarını, ticaret gemilerini kaçırmışlar, sinagoglarını, fabrikalarını basmışlar, çalışanları rehin almışlar, istemeyerek de olsa masum insanların zarar görmesine sebep olmuşlardı.

Halbuki bu mücadele tarzı İslâm dininin savaş hukukuna ve ahlâk esaslarına aykırıdır. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine sû-i kast hazırlayanları bile affederek pek çoğunun Müslüman olmasını sağlamıştı. Hazret-i Ali, bir vakit yere yıktığı kâfiri öldüreceği sırada onun kendisine tükürmesi üzerine nefsinin hissesi karışıp ihlâsının zedelendiğini düşündüğünden öldürmekten vazgeçmiş, o hareketi ile onun iman etmesine vesile olmuştu.

Bediüzzaman Hazretleri, Ruslarla ve Ermenilerle savaşırken Müslüman köylerini basıp kadın çocuk demeden herkesi öldüren Ermenilere ayniyle mukabele etmemişti. Baskın yaptığı Ermeni köylerindeki çocukları kadınları öldürmemiş, çocukları katledilen köylülerin intikam hissiyle zarar vermelerine mani olmak için onları Ermeni çetecilerine teslim etmişti. Ermeni çetecileri de ondan sonra Müslüman ahaliye zarar vermemişti. Talebelerinden birinin Ermenilere ait bir ineği silahla vurarak öldürdüğünü öğrenince (Merhum Mustafa Sungur’dan naklen) ‘Bu zulüm bizim kaybetmemize sebep olur’ demişti.

Bedir Savaşı’ndan sonra ‘Düşmanınızı tanımadan onlarla savaşa girmeyin’ mealinde âyet-i kerime inmiş, Peygamber Efendimiz (asm) ‘Düşmanınızın silahıyla silahlanın’ buyurmuştur. Filistinli liderler, o âyet-i kerimeye ve sünnet-i seniyeye de ittiba etmemişler, Yahudi milletinin Kur’ân-ı Kerim’de anlatılan mezkûr tıynetini tanımadan ve İsrail’in silahları ile silahlanmadan silahlı mücadeleye giriştikleri için ‘kadere fetva verdirip bu ve benzeri musibetlere hükmetmesine’ sebep olmuşlardır.

Son hadisede de ilk saldıran taraf olmaları hasebiyle dünya milletlerinin ekserisinin, makul düşünen, şiddete, savaşa karşı çıkan İsrail vatandaşlarının, başka ülkelerde yaşayan ehl-i insaf Yahudilerin bazılarının desteğini kaybetmişler, İsrail’in ve onları destekleyen devletlerin, mezalim için bahane üretmelerine ve zulme sessiz kalmalarına zemin hazırlamışlardır.

Yani dünya milletleri nazarında haklı iken haksız duruma düşmüşlerdir. Bunun mühim sebeplerinden biri de Filistin’in toprak olarak ve idare cihetiyle iki parça olması, liderlerin arasında gerektiğinde dahilî ve haricî meseleleri görüşüp halledebilecekleri istişare zemininin bulunmaması, tek devlet olarak İsrail’inin karşısına çıkamamaları, müzakere masalarına oturamamalarıdır.

Zîra bir köyde iki muhtar, bir şehirde iki vali, bir ülkede iki başkan olmaz. Olursa düzen bozulur, huzur kaybolur, adalet işlemez, serkeşlik başlar, her şey birbirine karışır, olan masumlara olur.

Filistin’de, hassaten Gazze’de olduğu gibi.

***

Dördüncüsü: Şefkat hassesini kullanma cihetidir.

“Şefkat-i insaniye merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan elbette rahmetin derecesini aşmamak ve Rahmeten li’l-âlemin olan zatın (asm) mertebe-i şefkatinden taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî, bir sakam-ı kalbîdir.” (Kastamonu Lâhikası s. 78)

Bediüzzaman’ın bu şekilde de izah ettiği gibi şefkat hissi, insana ihsan edilmiş bir hassedir. Veriliş maksadında kullanılmayıp hududunu aşar, ölçüsünden taşarak kalbî ve ruhî hastalık halini alırsa, insanın itikadı sarsılır akıl, kalp, ruh sağlığı bozulur. O haliyle meseleleri müzakere, hadiseleri muhakeme etmeye çalışırsa Kur’ân’ın hükümlerini tevil veya tekzip etmeye kalkar.

Gazze’de, Filistin’de yaşananlar, şefkatte ifrat etmeye müsait hadiselerdir. Bilhassa televizyon kanalları, videolar, akıllı telefonlar, sanal mecralar ve benzeri vasıtalarla dünyaya yayılan mezalim görüntüleri, insanların vicdanlarını yaralayıp huzurlarını kaçırıyor. Müslümanların da ‘esâsât-ı İslâmiyenin haricindeki bid’at ve dalâlet yollarına sapmalarına’ sebep oluyor.

Gerçi doğduğu günden beri öyle hadiseleri yaşayan, aile büyüklerinden onlar gibi çok dehşet hatıraları dinleyen Filistin, Gazze halkı, o görüntüleri seyredenlerden çok daha sakin, metin, mütevekkil, mütebessimdir. ‘Mü’min, zulüm ve haksızlık da görse Rahman olan Allah bizzat intikamını alıncaya kadar sabreder’ hadis-i şerifi mucibince sabrediyorlar.

“Kendisine zulmedene beddua eden, hakkını almış ve bedduası nisbetinde zalimdeki hakkını kaybetmiş olur” hadis-i şerifini biliyor olmalılar ki haklarının, dünyada olmasa bile ahirette muhakkak alınacağını bildiklerinden zalimlere beddua bile etmiyorlar. İmanlarının kuvveti, ihlâslarının safiyeti, cesaretleri, metanetleri ile dünya halklarının hayranlığını kazanıyorlar.

Hadiselere şahit olan pek çok Müslüman dinini yeniden öğrenip onlar gibi yaşama gayreti içine girerken, bazı gayr-i müslimlerin, onlara bu asil mukavemet gücünü veren İslâm dinini araştırıp ihtida etmelerine vesile oluyorlar. Fakat şefkatte ifrat ederek zarar gören, “Ağzım kurusun” diyen Akif gibi yaptığının yanlış olduğunun farkına varan ve bir teselli vesilesi arayan insan da az değil.

“Eski Harb-i Umumîde düşmanların ehl-i İslâma ve bilhassa çoluk çocuklara ettikleri katl ve zulümlerden çok müteellim oluyordum. Fıtratımda şefkat ve rikkat ziyade olduğundan tahammülüm haricinde azap çekerdim.” (a.g.e. s. 79)

Bediüzzaman Hazretlerinin, Birinci Dünya Savaşı sırasında yaşadığı bu hâlet-i ruhiyeyi, şimdi Gazze ve Filistin hadiselerini takip eden Müslümanlar yaşıyor. O zaman Moskof mezalimi, ardından Yunan mezalimi vuku bulmuştu; şimdi İsrail mezalimi irtikâb edilmekte. Üstelik o zamankinden çok daha gelişmiş öldürücü, imha edici, yakıp kavurucu bombalar kullanıldığı için Yahudi mezalimi onlardan çok daha dehşetli.

Her gün, her saat değil, neredeyse her dakika değişen ve her biri öncekinden daha elim, feci ve dehşetli olan katliam görüntülerine, şehir yıkıntılarına, çocuğunun parçalanmış bedenini taşıyan babalara, evladı ile birlikte yaralanan ve kendinden ziyade evladını kurtarmak için çırpınan analara, bir lokma ekmek, bir yudum su bulmak için canhıraş koşan çaresiz insanlara ve bakmaya da yazmaya da takatin yetmediği hallere bakıp da azap çekmemek mümkün değil.

Ama çok şükür mezkûr Balkan Savaşı faciasında ve benzer tabiî, beşerî âfetlerde olduğu gibi Gazze’deki, Filistin’deki Yahudi mezaliminde de mazlumlara ve onların zahirî hallerine acıyan insanlara, müjde muhtevalı teselliyi yine Bediüzzaman Hazretleri verdi. Üstelik bu tesellinin şefkat şümulü öylesine geniş ki mazlum kâfirlerin bile hisseleri var:

“Birden kalbime geldi ki o maktul masumlar şehid olup velî olurlar; fani hayatları bakî bir hayata tebdil ediliyor ve zayi olan malları sadaka hükmünde olup bakî mal ile mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre o dünyevî afattan çektikleri belâlara mukabil rahmet-i İlâhiyenin hazinesinden öyle mükâfatları var ki eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü rahmet görünüp ‘Yâ Rabbi! Şükür elhamdülillah’ diyeceklerini bildim ve kat’î bir surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden kurtuldum.” (a.g.e., s. 79)

Bu Kur’ânî ve imanî bakış açısı sayesinde, onların madde itibariyle kaybetmiş gibi görünseler de manen kazandıklarını idrak eden her insan ‘ifrat-ı şefkatten gelen teessür ve elem’den kurtulur. Haberlerde, yorumlarda söylendiği gibi Gazze’nin ölülerle, yaralılarla değil, şehidlerle, gazilerle dolu olduğunu, bundan sonra din, vatan, millet uğrunda ölecek, yaralanacak olanların da o sıfatları taşıyacaklarını anlar ve hissen ızdırap çekse de ruhen müsterih olur. Bilir ki bombalar nardır, ruhlar nurdur.

“Nar nuru yakmaz…”

***

Beşincisi: İnancı ve vicdanı ile kanunlar arasında sıkışıp kalanlara mütealliktir.

İnsanın kayıtsız şartsız riayetle mükellef olduğu değerlerin en mühimi inancıdır. Ardından vicdan ve âdil kanunlar gelir. Şefkat daha ziyade vicdanî bir haldir. Kullanma hududunu kanunlar, kurallar, yönetmelikler değil iman esasları tayin eder.

Meseleye bu nazarla bakınca resmî muameleler ve hissî mülahazalar arasında sıkışarak, şefkat hasletinin yanlış kullanıldığı, kişinin kendisi hakkında büyük bir zulüm işlemeye mazlumlara, mağdurlara vicdansızlık etmeye sebep olduğu bir başka cihet daha vardır. O da şefkat edilmemesi gereken zalimlere de şefkat etme temayülü ve teşebbüsüdür.

Zira zulüm sadece insanların bedenlerine vurulan darbeler; bileklerine takılan kelepçeler, haklarına, hürriyetlerine yapılan yasaklar değildir. İnançlarına, ibadetlerine, geleneklerine, millî manevî değerlerine yapılan müdahaleler, kanunî veya keyfî konulan yasaklar, hak mahrumiyetleri, horlamalar ve benzeri hakaretler de zulmü mezalim haline getiren hadiselerdir. Onlara duyulan sevgi, gösterilen şefkat emirlerine riayet de en az ötekilerinki kadar zulümdür.

Müthiş günahlara sevk eden, şeair-i İslâmiyeyi kaldırmaya kalkan’ emirlerine itiraz eden veya ihtilâl mahsulü kurallarına uymayan yüz binden fazla mü’mini katleden, milyonlarcasını manevî değerlerden mahrum bırakan dessas adamlar ki -onların çoğunun da nesebi ve güç kaynağı Yahudidir- insanlara zulmetmiş olurlar.

Hatta onlar fitneyle, hileyle, desiseyle, şatahatla, istihraçla şeair-i İslâmiyeyi kaldırmaya teşebbüs ettikleri, ibadetlere mani olmaya çalıştıkları ve kendi milletlerinin ebedî hayatlarını mahvetmeye, onları ebediyen öldürmeye teşebbüs ettikleri için onların zulmü diğerlerinden çok daha dehşetlidir. Bir nevi manevî mezalimdir.

‘Emir demiri keser’ bahanesiyle keyfî kanunlara, zecrî yönetmeliklere sığınıp çeşitli vesileler ihdas ederek onlara gafilâne bağlanmak, yüce sıfatlar izafe etmek, aşırı sevmek, kendilerini, zihniyetlerini, zalimane icraatlarını insanlara sevdirmeye çalışmak bekaları için bir nevi fiilî duadır.

Meydanlara put misâli heykeller diktirmek, resmî dairelere büstler yaptırmak, anaokullarından üniversitelere kadar yeni nesillere zorla veya cerbeze ile sevdirmeye çalışarak dinî, fikrî, millî, manevî, içtimaî, insanî tahribatlarının ömrünü uzatmak, onların mezalimine maruz kalan; canından, malından, haysiyetinden, şerefinden, namusundan olan masumlara merhametsizliktir ve bu azim zulümlere ortak olmaktır.

Bunları yapanlar, Peygamber Efendimizin (asm) şu hadis-i şerifinin muhatabıdırlar:

“Zalime bekası için dua eden, yeryüzünde Allah’a isyan edilmesini seven kimsedir.”

***

Altıncısı: “Siz şehidlere ölü demeyiniz, onlar diridirler.”

Âyet-i kerime hem ikaz ediyor, hem müjde veriyor. İnsanlar kahir ekseriyetle, savaşlarda veya başka afetlerde fiilen, mânen, hükmen şehid olanların bedenlerinin almış olduğu zahirî hallere baktıkları zaman şefkat hasseleri rencide olur. Hisleri iradelerine hükmettiği için de hissi kararlar verebilirler.

Öyle hallerde insanlar hep o görüntüleri hatırlayarak hem rûhen, hissen, hayalen, fikren rahatsız oldukları, hem de insanî, imanî, itikadî zaaflar yaşayarak manen de kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kaldıkları için âyette, zahirî halden ziyade bâtınî hakikate dikkat çekilmiş, tesellî edilerek kalben, ruhen rahatlamalarının zemini hazırlanmıştır.

“Ervâh-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar.” (Lem’alar, s. 529)

Mezkûr âyet-i kerimenin manası ile amel edip Bediüzzaman’a ihtar edilen bu gaybî hakikatle Gazze, Filistin şehidlerine bakıldığında; şehidler kendilerini ölü bilmedikleri, yaşadıklarını hissettikleri ve hayatta iken çok sevdikleri işleri, hareketleri yaptıkları için onların şimdi yıldızlarda, âlem-i berzahta mânen mücahedelerine devam ettikleri söylenebilir.

Elbette devlet ve siyaset adamları, haricî memurlar, yardım ekipleri ve fiilen vazifesi olanlar tedbir almak, yardım etmek için radyolar, televizyonlar, sanal siteler, cep telefonları ve benzeri haberleşme vasıtasıyla oralarda yaşanan hadiseleri yakından takip edecekler, gerekeni yapacaklardır. Onlar da zaten hissiyatları, fıtratları o işleri yapmaya müsait olan insanlardan seçilir ve ona göre eğitilirler.

Lâkin, öyle bir vazifesi olmayan, hadiseleri bildiği, görüntüleri gördüğü zaman da elinden bir şey gelmeyen insanlar ve avâm-ı mü’minîn, ekranlardaki feci görüntülere merakla baktıkça hisleri galeyana gelir, şefkat hislerini ifrat derecede kullanırlar. Hadiselerle ciddi alâkadar oldukları için ‘kalp, mide, ceset, hane dairelerindeki büyük, daimî, ehemmiyetli vazifelerini’ ihmal ederler ve hem kendileri zarar görür, hem de yakınlarına zarar verirler.

Bu itibarla öyle insanlar hisleri tahrik, iradeleri tahrif eden günlük, hatta anlık haberlerden, yorumlardan, sanal sitelerden uzak durmalı; merakını tatmin etmek için hadiseler hakkında genel malumat öğrenmekle birlikte, gerektiğinde Filistin, Gazze için yapılan dua, miting, boykot, yürüyüş, yardım faaliyetlerine katılmalılar.

Bir yandan bunları yaparken, diğer yandan Peygamber Efendimizin (asm) ‘güzel’ sıfatı ile tavsif ettiği ‘sabır ve dua’ silahlarıyla silahlanmalı, ‘kalp, mide, hane dairelerine’ kuvvet vermeli, ailelerini de bu güzel ve müessir silahlarla teçhiz etmeliler. Aile fertleri ile birlikte ihlâsla ibadetlerini yapmalı, her vesile ile ellerini Allah’a açarak âyet-i kerimede ifade edilen en ehemmiyetli vasıflarını kullanmalılar:

“De ki: Duanız olmasa, Rabbim katında ne ehemmiyetiniz var?” (Furkan: 77)

***

Yedincisi: “Ayet-i kerime, Yahudi milleti hakkında ‘Onlara zillet ve meskenet damgası vuruldu’ buyurduğu halde Filistin meselesinde neden çabuk tokat yemiyorlar?”

Bu günlerde, hemen her mü’minin kalbini kanatan, hislerini yakan, ruhunu muazzep eden, zihnine çivi gibi saplanan soruyu, Filistinlilerin İsrail askerleri ve Yahudi yerleşimcilere karşı ilk mücadelelere başladıkları yıllarda, talebesi Re’fet Bey Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine sormuş. O da şu manidâr cevabı vermiş:

“Yahudi milleti, hubb-u hayat ve dünyaperestlikte ifrat ettikleri için her asırda zillet ve meskenet tokadını yemeye müstahak olmuşlar. Fakat bu Filistin meselesinde hubb-u hayat ve dünyaperestlik hissi değil, belki enbiya-i Benî İsrail’in mezaristanı olan Filistin o eski peygamberlerin kendi milliyetlerinden bulunması cihetiyle, bir cihette ehemmiyetli hiss-i millî ve dinî olmasından çabuk tokat yemiyorlar. Yoksa koca Arabistan’da az bir zümre hiç dayanamayacaktı, çabuk meskenete girecekti.” (Şualar, s. 790)

Bediüzzaman Hazretleri meselenin bir cihetini böyle izah etmiş, gerçekten devletin adı dahil hemen her meselesinde dinî hassasiyet öne çıkmakta. İsrail uçaklarının Filistin’de ilk bombaladıkları yerlerin başında camilerin gelmesi, tarih boyu bitmek bilmeyen İslâm düşmanlığının tezahürüdür. Kanlı ve kirli postalları ile yıkılan bir camiye giren İsrail askerinin, caminin mikrofonundan Yahudi duası okuması bu taassubun son örneğidir.

Meselenin bu ciheti malum. Masum Müslümanları rencide etmemek için Bediüzzaman’ın imaen nazara verdiği diğer ciheti ise muhtemelen devletleriyle, milletleriyle Arap dünyasına ve İslâm âlemine mütealliktir. Çünkü İsrailler muharref dinlerine bağlı kalıp atalarının isyan ettiği peygamberlerinin mezarlarına sahip çıkma hassasiyeti göstermektedirler.

Şayet Araplar ve sair Müslüman milletler de hiç değilse onlar kadar hak dinlerine sahip çıkıp dinî değerlerini ihlâsla yaşasalar ‘Koca Arabistan’da o az zümre tutunamaz ve çabuk meskenete girerdi.’ Nitekim Müslümanlar dinlerine sımsıkı bağlı kaldıkları ve ihlâsla yaşadıkları için asırlar boyu Yahudiler Filistin’e, Kudüs’e ancak seyahat veya ziyaret maksadı ile girebilmişlerdi.

Meselenin bir başka ciheti olan Amerika, İngiltere, Almanya, Fransa gibi Batılı gelişmiş devletlerin İsrail’e destek vermelerinin sebebi ise Müslüman devlet adamlarının birbirlerine olan düşmanlıkları ve kendilerini desteklemeyen millet ekseriyetine husumetleridir. İsrail Gazze’ye bomba yağdırıp kendilerini tehdit ederken Esed rejiminin Halep yakınlarındaki muhalifleri bombalaması, Yemenlilerin birbirleri ile boğuşmaları, Somali’de esen darbe rüzgârları, bazı İslâm devletleri İsrail mezalimine şifahen de olsa karşı çıkarken Arap ülkelerinin tamamına yakınından hiç ses çıkmaması hazindir.

“Ümmetim zalime ‘Sen zalimsin’ demediği zaman artık onda hayır kalmamıştır.”

Bu hadis-i şerifin ışığında hadiseye baktığımızda Arap devletlerinin tamamına yakını İsrail’e ‘Sen zalimsin’ diyemediğine, zulmünü kınayamadığına, hatta bazıları İsrail’i destekleyen tavırlar takındıklarına göre, kahir ekseriyeti Batılı devletlerin eyalet valisi gibi hareket eden Arap devlet adamlarında hayır kalmamıştır denilebilir.

Şükür ki ekser İslâm milletleri ve dünyanın değişik ülkelerinde yaşayan Müslümanlar hareket halindeler. Krallarına, hükümdarlarına, yaşadıkları ülkenin devlet, siyaset adamlarına rağmen dualarla, maddî yardımlarla, tel’in mitingleri ile gösterilerle, boykotlarla, grevlerle ve yer yer mevzi saldırılarla Yahudi mezalimine karşı çıkıp Filistinli, Gazzeli kardeşlerine destek veriyorlar.

Bunları da iman kuvveti, İslâmiyet şehâmeti, cihad şuuru ile yapıyorlar. Lâkin bunlar yetmez. Onlarla birlikte yapmaları gereken mühim bir şey daha var. ‘Bu zamanda manevî cihadın iman-ı tahkikî ile olduğu’ gerçeğini nazara alarak imanlarını tahkikî yapmak ‘doğru

İslâmiyeti ve İslâmiyete lâyık doğruluğu yaşayarak’ -Gazze’de bazı örnekleri görüldüğü gibi- insanlığa hüsn-ü misâl olmaktır.

Zaten Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri de şu sözleri ile bu gerçeği nazara vermiştir:

“Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı imaniyenin kemalâtını ef’alimizle izhar etsek sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler, belki küre-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” (Eski Said Dönemi Eserleri, s. 328)

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*