Hubb-u cah, hırs-ı şöhret, makam-mevki meftunu olmak

Ulvî dâvâmızdan bizi alıkoyacak, kudsî hizmetlerimizden bizi vazgeçirecek maniler, engeller o kadar çok ki saymakla bitmez… Dünyamızın gülmesine bedel, ahiretimizin ağlamasına sebep olacak o kadar aldatıcı tuzaklar var ki bu gibi tuzaklara düşmeden yolumuza devam etmek hiç de kolay değil bu asırda…

Dünyalık mal-mülk ve servetler… Hırs-ı şöhret, makam-mevki tutkunu olmak, hubb-u câh, insanların beğenisini kazanmak arzusu, hep önde görünmek iştiyakı, şan-şeref meftunu olmak vs…

Hepsi de nefs-i emmâremizin ısrarla istediği, şeytanımızın sürekli telkin ettiği ve hakikat-ı halde ebedî hayatımızı karartacak olan istek ve arzular, gam ve tuzaklar…

Hakikat-ı halde dünyalık insanların gündeminde olan bu çeşit gayr-ı meşrû istek ve arzuların zaman zaman bir çok ehl-i dinin gündemini de artık meşgul etmesi tuhaf olsa da acı bir gerçektir. Bu acı gerçeği kulak ardı etmeden, her an insanı yoldan çıkaracak olan bu aldatıcı tuzaklara düşmeme noktasında her ehl-i dinin teyakkuzda olması gerekir.

İman Kur’ân hadimliği gibi yüce bir dâvâyı üstlenenlerin, yüklendikleri bu kudsî hizmetleri bihakkın yerine getirmek ve böyle aldatıcı servet, makam-mevki, hırs-ı şöhret, hubb-u cah gibi tehlikeli tuzaklara düşmemek için dikkatli olmaları gerekir.

Bu çirkin ve çirkin olduğu kadar da tehlikeli olan arzu ve isteklerin dünyalık insanların işi ve meşgalesi olduğunu Bediüzzaman; “insanda, ekseriyet itibarıyla hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret ve hodfüruşluk, ve şan-ü şeref denilen riyakârane halklara görünmek ve nazar-ı ammede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’î-küllî arzu vardır.” (Mektubat, s: 386) ifadeleriyle nazarlarımıza sunuyor.

“Hırs-ı şöhret”, “hodfüruşluk”, “riyakârane halklara görünmek”, “nazar-ı âmmede mevki sahibi olmak”… vs. ehl-i dinde olmaması gereken çirkin hâletler… Yalnız ve yalnız dünya hayatını hedef ittihaz edenlerin hasletleri, şiârları… İman Kur’ân hizmetini vazife bilenlerde hiç mi hiç olmaması elzem olan çirkin arzu ve istekler…

Çok iyi tahlil etmek lâzım… Hem dünyalık makam-mevkilere talip olmak; hem de uhrevî makamları arzulamak… Hem şan-şeref meftunu olup, onun arkasından koşmak; hem de Allah’ın rızasını tahsil etmek… Hem halkların beğenisini ve memnuniyetini arzulamak; hem de Hakk’ın rızasını, O’nun hoşnutluğunu beklemek… Böyle olur mu? Bunun bir mantığı olur mu? Böyle tezatların bir araya gelmesi mümkün mü?

Öyle ise aklı başında her insan, bu nevî tersliklerle, bu tezatlı durumlarla bir yerlere varılamayacağını düşünmeli. Ebedî hayatının huzur ve saadetini düşünüyorsa, dünyanın aldatıcı şan ve şereflerini, zevk ve lezzetlerini, makam ve mevkilerini, milletin rızasını, övgülerini değil; Yüce Allah’ın hoşnutluğunu ve rızasını gözetmeli ve o doğrultuda hâl ve davranışlarını tanzim etmeli, ve bu şekilde ahiretin yüksek makam, mevkilerine, hakikî şan-ü şereflerine, tükenmez zevk-ü lezzetlerine talip olmalı.

Bu meyanda nümune-i imtisâl olarak kabullendiğimiz Bediüzzaman’ın tavır ve duruşları bizim için ve bütün ehl-i din için en doğru, en isabetli örnek olsa gerek. Onun dünyaya yönelik şan-ü şereflerden, zevk-ü lezzetlerden, makam-ı mevkilerden, halkın takdir ve iltifatlarından neden kaçındığını çok iyi tahlil etmek gerekir. Kendisine ısrarla teklif edilen maaşları, servetleri, köşkleri, sarayları, mebuslukları, mevkileri elinin tersiyle neden geri çevirdiğini; şimdi bazı ehl-i dinin dahi makam-mevki uğruna, bazı dünyalık menfaatler hatırına, aldatıcı bazı şân-ü şerefleri muhafaza etmenin bedeline nice kudsî değerleri dahi fedâ ettiklerini görünce o büyük Üstadın tavizsiz duruşunu şimdi daha iyi anlıyor ve onu takdirle yâd ediyoruz. Değil dünyevî makam ve mevkileri, onun manevî makam ve mevkilere dahi talip olmayıp reddettiğinin sırr-ı hikmetini anlamaya çalışmanın gerekliliğine inanıyoruz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*