Hürriyet ve demokrasi nimetinin bedeli

Şu dünyada işleyen bir İlâhî kanundur ki, her nimet bir külfet mukabilindedir.

Külfet, zahmet çekmek, bedel ödemek demektir. Dolayısıyla, zahmet-meşakkat çekmeden, fatura-bedel ödemeden ulvî nîmetlere vâsıl olunamıyor.

İşte, hürriyet ve demokrasi de büyük nîmetler silsilesi içinde olup, medeniyet beşerin terakkisi itibariyle liste başında yer alanlar arasında sayılır.

Bugün itibariyle çokça ihtiyacımızın bulunduğu bu iki büyük nimetin temini için yakın tarihimizdeki büyük (Namık Kemâl ve Said Nursî gibi) bazı zatların çektiğine dair bir pencere açmaya çalışalım.

Çok erken denilecek bir yaşta vefat eden Namık Kemâl (1840–88), yıllarca hürriyet, meşrûtiyet ve kànunda hâkimiyet yolunda mücadele etti. Bu dâvânın bayraktarlığını yapmak uğrunda, ömrünün çoğunu sürgünde, hapiste, zindanlarda geçirdi, Netice itibariyle maksadına bir derece muvaffak oldu. 1876’da Meşrûtiyetin ilânı ile Kànun–u Esâsî (ilk Anayasa) kabul edildi.

Meşrûtiyetin ilânından 30 sene sonra meydân-ı zuhûra çıkan Bediüzzaman Said Nursî de, Kur’ân ve Sünnet prensiplerine uygun şekilde, ilim ve mârifet bayrağıyla istibdada karşı çıkarak hürriyeti dâvâ etti; kezâ, Mutlakiyete muhalefet ederek Meşrûtiyeti savundu.

Bu yaptıklarından dolayı da, tıpkı Namık Kemâl gibi—hatta daha da beteri şekilde—başına gelmedik belâ, musîbet, sıkıntı kalmadı: Monarşi döneminde tımarhane, hapishane, zindan, idam talebiyle muhakeme…., Cumhuriyet’ten sonra ise, 35 yıl devam eden sürgün, hapis ve zindan hayatı.

Buna rağmen, Said Nursî, hürriyet ve demokrasi (meşrûtiyet) yolundan asla vazgeçmedi; dahası, bu mecrâda büyük muvaffakiyetler kazandı. O, bilfiil siyasete girmeyerek, nice eserleriyle bu dâvânın bir nevî sancaktarlığını yapmış oldu.

Namık Kemâl’in 1888’de vefat etmesiyle birlikte, bir ismi de “Osmanlı Hürriyetçileri” olan Jön Türkler arasındaki ihtilâf su yüzüne çıkmaya başladı.

Nitekim, meşhûr Kemâl’in vefatından bir yıl sonra (1889) Askerî Tıbbiyeliler arasında gizli bir klik hareketinin teşekkül etmeye başladığı tesbit edildi. Süreç içinde değişik isimler kullanan bu gizli klik-grup, nihayet 1902’de İttihat ve Terakki Cemiyeti şeklini aldı.

Gariptir ki, bu ismin ortaya çıkmasıyla birlikte, eski isimlerin hemen tamamına adeta sünger çekildi, hatta muhalif kimseler tehdit edilmeye başlandı. Artık varsa–yoksa İttihatçılık…

Başlangıçta Mizancı Murad, Prens Sabahaddin gibi liberal ve hürriyetçi görüş sahiplerinin etkili olduğu bu cemiyet, bilhassa Selanik kökenli dönmelerin merkezî yönetime sızmaya başlamasıyla birlikte bozulmaya yüz tuttu.

Bu cemiyette ayrışma ve bölünme, 1902’de Paris’te yapılan I. Jön Türk Kongresinden sonra iyice belirginleşti. Jön Türkler, bilâhare İttihat–Terakki ile Ahrarlar olarak resmen ikiye ayrıldı.

Nimetin zahmet ve meşakkati devam ediyordu.

İşte, 1908 Türkiye’sinde su yüzüne çıkacak ve yıllar yılı rekabetkârâne devam edecek olan iki ana eksenli siyasî yapı, devlet ve millet hayatında kendini iyiden iyiye hissettirmeye başladı.

Bunlardan birincisi olan Ahrar’ın en büyük dayanağı, iktidara gelmek için milletin hür iradesine dayanmak iken, İttihatçıların en büyük kozu ise, komitacılık mantığıyla devletin içine sızmak ve iktidar menfaati uğrunda icabında güç kullanmak, provokasyonlarda bulunmak, cinayet işlemek, hatta bazen kendi tarafındaki adamı bile öldürmek mübah görüldü.

İşte, bilhassa son yüz yirmi senelik “Demokrasi ve darbeler tarihi”miz, daha çok bu iki temel anlayış ve bu iki eksen etrafında şekillenerek devam ediyor.

Günümüzde işlenen siyasî cinayetlerin iç yüzünü de bu zaviyeden bakarak değerlendirmek mümkün.

Ne yaparsın ki, bunlar da hürriyet ve demokrasi nimetinin bedeli ve külfeti cümlesinden sayılıyor.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*