Hz. Adem’in yaratılmasındaki hikmet ve gayeler

Kıymetli Dostlar,

Daha önceki yazdıklarımızdan da anlaşılacağı üzere, insanın ne kadar mümtaz ve saygın bir varlık olduğu ve mahiyetinin özü ve cevheri üzerinde çalışmalar yürütüyoruz.

Bu konunun detaylarına girmezden evvel; insan oğlunun mesken tutacağı dünya’nın, hayata hazırlanma safhalarını izah etmeye çalışmıştık.

Bilindiği gibi, hayatın dört temel unsuru vardır.

Bunlar: Toprak, Su, Hava (oksijen) ve Hararet.

İşte, bunların aşama aşama yer küresinde; ilmî ve hayatî ölçülere uygun, nasıl hazırlandığıyla alakalı bilgileri, daha önce de gözler önüne sermiştik.

Aslında dünyamız da bir canlı hayvandır. Nasıl ağacın başlangıcı bir çekirdek ve ondan ağaç hasıl oluyor ise; ağaçtan da meyve ve tekrar çekirdek oluyor.

Çekirdeğin neticesi ağaç, meyve ve yine çekirdek. Aynen Vahdettin neticesi yine vahdet olduğu gibi. Eseri yaratan Allâh, yani yaratılan eser, yine yaratıcıyı gösterir. Yani bir sanat, sanatkârsız olmaz, bir kitabın kâtipsız olmadığı gibi…

Hemen burada, bahsi geçen konuyla yakından ilgili olduğu için, iki bilge düşünürden birer vecize nakletmek isterim:

Goothe; “Tabiat, her yaprağında en derin yazılar, deliller olan, Allâh’ın birer kitabıdırlar.” derken,

Merson: “Gördüklerim, görmediğim yaratıcının varlığına, beni inanmaya adeta mecbur ediyor.” demişlerdir.

Yunus’un şu vecizesi de her halde makama uygun düşmektedir. “İlim ilim demektir, ilim HAKKI bilmektir.” buyurdu.

Allâh, varlıkları ve eşyayı bazı sebeplere dayanarak yaratır. Burada mühim olan, bu sebepleri, belli bir ilim çerçevesinde tanzim eden, düzene koyan müsebibü’l-esbabı, yani o sebepleri dakik ölçülerle yaratanı, bir araya getireni görebilmektir. Zira görebildiğimiz ve hissettiğimiz her bir varlık, her bir mahluk başlı başına birer mu’cizedirler.

Şu kainattaki bütün varlıkların, birbirinin yardımına koşmaları, yek diğerinin ihtiyacına cevap vermesi, mükemmel bir tesânüdü (dayanışmayı) gösterir. Bu da bir tek zatın idaresini ve tasarrufunu ilân eder.

Bitkiler, hayvanların imdadına; hayvanlar dahi insanların imdadına koşması; hatta bir insan vücudundaki organların birbirine yardımı, gıda zerrelerinin bedendeki hücrelerin yardımına koşmalarına kadar, cari olan yardımlaşma bize gösterir ki; bütün varlıklar ve mahlukat, bir tek yaratıcının himayesi ve tasarrufu altındadır.

Kâinatta her şey şuursuz olduğu halde, yaptıkları vazife ve işleri şuurdarane olduğu görülmektedir. Bu faaliyetlerde; bilinçli davranışlara aykırı, bir tek zerreye rastlanılması mümkün değildir.

“Bütün bu âlemin bütün eşyası, birbirini görür gibi, birbirine el verir. Birbirinin işini tekmil için, omuz omuza veriyor, beraber çalışıyorlar. Her şeyi buna kıyas etmek gerekir.

İşte bütün bu haller, Allâh’ın kuvvetiyle döner, her şey O’nun emriyle hareket eder. Zira her şey, O’nun hikmetiyle tanzim edilmiştir. Her şey O’nun keremiyle, ihsanıyla vücûd bulmuştur.”(1)

Allâh Te’al’a âyet-i kerime’de: “De ki; her şeyi yaratan Allâh’tır. O birdir ve her şeyin üstünde mutlak kudret ve tasarruf sahibidir.”(2) buyurmuştur.

Şimdi de, insan oğlunun yeryüzünde zuhur etme zamanını ve şu misafirhane- i dünya’da, yaşama gözlerini nasıl açtığı hususuna bakacağız.

Elbette ki, evvelâ insanoğlunun ilk babası ve ceddi sayılan Hz. Adem’den ve O’nun yaratılışından başlamak uygun olacaktır, diye düşünüyorum.

Birer insan olmamız hasebiyle, bizler için yer yüzünde insanların silsile halinde, evveli babamız Adem’e kadar, bu yaşam öyküsünü merak edip takip etmek, bilgilenmek ve öğrenmeye çalışmanın da bir zaruret olduğuna inanıyorum. Daha açık bir ifadeyle, bu araştırma ve bilimsel inceleme yazılarının da dikkatle takip edilmelerini de ayrıca önemsediğimi ifade etmek isterim.

Hz. Adem ve yaratılışını izah ederken; zihinleri karıştırmaya yönelik ortaya atılan ve hiç bir ilmi ve bilimsel gerçekliği ve dayanağı söz konusu olmayan, “Evrim” teorisi üzerinde de, bir nebzecik durmayı da ihmal etmeyeceğim.

Şimdi tefekkürü, aklın refakat ve yoldaşlığıyla beraber; evrenden dünyaya doğru kısa bir akıl yürütme seyahati yapalım.

–Dünya bir ateş kitlesi iken; o ateşi söndürüp sert bir kabuk ile saran,

–Sonra o kabuğu, kuluçkaya yatan bir tavuk misali; yumurtalarını kırıp civcivlerini dünya ile tanıştırıp yaşama gözlerini açması gibi; karaya çevirip toprağa dönüştüren ve etrafını denizlerle kuşatan,

–Akabinde yaşam için elzem olan dağları, ovaları, vadileri, gölleri, çayları, ırmakları yaratan,

–O toprağa; hayata elverişli bir hazırlık olarak, mikrop ve bakterilerle bir yarım canlı grubu oluşturan,

–Ve yer yüzünün asıl canlı misafiri olan; başta insan olmak üzere, tüm hayvanlara, yine olmazsa olmaz olan, oksijenin ve havanın meydana gelmesi için, bitkileri ve ağaçları yaratan,

–Ve o ağaçları suyla buluşturup, yapraklarına oksijeni üreten birer fabrika gibi, gizemli ve bir muamma “FOTOSENTEZ” kabiliyet ve gücünü hikmetle veren,

–Bir incir çekirdeğine, koca incir ağacının yaşamı boyunca, vereceği tüm meyvelerin, yaprakların, dalların ve çiçeklerin, bütün programlarını derc edip yerleştiren ve o çekirdeği, o incir ağacının bir nevi fihristesi yapan,

–Ve yer yüzünü; İstanbul’un Mısır çarşısı gibi, gül ve çiçekleri ile yapraklarından buhur gibi etrafa yayılan, güzel kokularıyla bir nevi ıtır deposuna dönüştüren,

–Ve mükemmel bir yapıya kavuşan dünyaya; artık saygın ve şedefli misafirleri olan insanları davet edip ağırlayacak Halık-ı Zülcelâl, yüce yaratıcı olan Allâh, Adem’i yaratamaz veya yaratmamıştır denilir mi?

Kâinatta, bütün bu hikmetli tasarrufu ve icraatı yapan Zat’a, Adem’i yaratmak, elbette bir zerre mesabesinde kolaydır.

Kur’an-Kerim’de Hz. Adem’in yaratılışı ile ilgili olarak 14 âyette açıklama yapılmıştır. Kur’an’dan önceki semavî kitaplarda, yani Tevrat, İncil ve Zebur’da da Adem’in topraktan yaratıldığıyla ilgili âyetler vardır.

Konuya dair bir kaç âyet şöyledır.

“Andolsun biz insanı çamurdan bir özden yarattık.”(3)

“O (Allâh) her şeyi güzel yaratmış. İlk başta insanı çamurdan yaratmıştır.”(4).

Ve bunlara benzer 5 âyet daha vardır. Bu çerçevede bir değerlendirme yapacak olursak;

Hz. Adem, İlâhî irade ile çamurdan yaratılmıştır.

Hz. Adem, Hz. İsa’nın babasının olmayışı gibi, bir canlıdan doğup gelişmiş değildir.

Allâh çamurdan Adem’i yaratıktan sonra, ruhundan nefhetmiş, üflemiştir.

Yine bu âyetlerden anlaşıldığı kadarıyla; Hz, Âdem, dolaysıyla insan; başka bir canlıdan gelmiş ve gelişmiş değildir. Sadece, “Ol” demiş ve oda hemen oluvermiştir.

Zira Allâh (cc), bir şeyin olmasını murad ettiğinde; Kur’an lisanıyla; “O (cc), bir şeyi yaratmak istediğinde, ona ‘OL’ demesi ile, o şey hemen oluverir.”(5) diye ifade edilmiştir.

Evet, Cenab-ı Hakk’ın kudreti zatidir. Yani bu kudret kendine aittır, kendindendir. Nihayetsiz ve mutlaktır. Kudretinin zevali muhaldir. Acz ona arız olamaz. Yani bir şeyin azameti ve büyüklüğü karşısında aciz kalması düşünülemez. Kudretinde mertebe ve derece yoktur. Kudretinin karşısında ha bir zerre, ha bir güneş’in farkı yoktur. Her şeyi kolaylıkla halk eder, icad eder. Güneşleri, küreleri, gezegenleri bir tesbih tanesi, hatta bir atom mesabesinde kolaylıkla ve rahatça evirip çevirir.

Ağaçlarda gözlerimizle müşahede ettiğimiz bir aşılama olayı vardır. Örneğin; aldığınız bir kiraz çubuğunu, bir kayısı veya erik ağacının dalına aşıladığınızda, artık o ağaç kiraz vermeye başlayacaktır.

İşte, ağaçların aşılanma örneğinde olduğu gibi; Allâh’ın, Hz. Adem’in kendisinden, kaburga kemiğinden, beşerin ilk anası Havva’yı var etmesi, yaratmış olması, hiç zor değildir ve akıldan uzak tutulmamalıdır.

Havva’yı Allâh, yine aynen Âdem gibi suyla karışık topraktan (balçıktan) yaratamaz mıydı? Belki de hikmeti öyle iktiza ettiği için böyle yarattı. Öyle veya böyle, hem Âdem ve hem de Havva’nın topraktan yaratıldıkları inkâr edilemez bir realitedir.

Zira onlar sebebi vücudumuz. Onlar olmasaydı eğer, yer yüzünde insan nesli olmayacaktı. Dolaysıyla onlara şükran borçluyuz ve ilk annemiz ve babamız olan Âdem ve Havva’yı rahmetle, anmak ve dua etmek gibi bir sorumluluğumuz vardır.

Allâh Te’al’a bir çok âyette; insanı diğer bütün yaratılmışlardan üstün yarattığını söylüyor. İnsan, vucûd yapısıyla, genetiğiyle, madde ve manasıyla ve genel bir ifadeyle kimliğiyle, diğer bütün canlılardan ayrı bir mahiyette yaratılmıştır.

Bu kimlik ve versiyonu, Yaratıcının; parçadan bütüne, yarattığı her şeyin üzerine mührünü vurması olarak da tarif edilebilir. İlmi, kudreti, zenginliği, mahareti, iradesi ve merhameti sonsuz olan bir yaratıcının; bütün yaratıkların üzerine bir taraftan ismini yazdığını görürken; diğer taraftan yaratılanın orijinal tek nüsha olduğunu ve yaratıklarının üzerine, işlediği taklidi mümkün olmayan turralardan ve nakışlardan anlıyoruz.

İşte bu farklı ve yalnızca o zerreye, bitkiye, hayvana, moleküle veya insana ait o nakşa, o benzersiz mühürlere “kimlik” diyebiliriz. Hakikaten, insan bunca gelişmiş ilmi değerlere rağmen; tabiatın ve fıtratın bir tek zerresine dokunup benzerini yapabiliyor mu?

Âyet-i Kerime’de: “Orada (yerde) her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik (canlandırdık)”(6) buyurarak, insan dahil olmak üzere, her şeyi fıtrat kanunlarına uygun ve ölçülü yarattığını beyan eder.

Varlık âleminde, her ne varsa çift yaratılmıştır. Bu konuda Allâh şöyle buyurmuştur: “Her şeyden iki çift yarattık.”(7)

Bu durum, bitkilerde ve hayvanlarda da aynıdır. Çift yaratılma bu kâinatın düzenidir. Aktifin karşısında pasif vardır. Elektron protona takabül etmektedir. Kromozomlar birer çifttirler. Dişilik işareti “X” in karşısında erkeklik işareti olan “Y” vardır. Atomda aktif elektron ile pasif proton vardır. Elektrikte artı ve eksi kutupları vardır. Ve bitkilerin bütün türlerinde bu çift yaratılma söz konusudur.

Buna dair âyette şu ifadelere yer verilmektedir. “O meyvelerin hepsinden, yine kendilerinin içinde, ikişer çift yaratmıştır.(8)

Bu durum; hayvanların tek hücrelilerden, memelilere, insana kadar bütün canlılar âleminde aynıdır, hiç değişmez.

Şimdi, 19. Yüzyılın başlarına doğru, papaz okulu mezunu, tıp ve biyoloji ilimleri ile yakından uzaktan hiç bir ilgisi olmayan DARWİN denilen kişi; insanların tek hücreli mikroptan gelişen hayvanlardan biri olduğunu ve mahluklardan gelişerek meydana çıktığını iddia etti. Yıllarca bu düşünce, bir bilimsel gerçekmiş gibi okullarda okutuldu.

Bu hususta günümüz bilim adamlarından Prof. Dr. DUANC GİSH şöyle diyor: “Evrim (yani insanın bir hayvandan geliştiği) hiç bir bilimsel kanıtı olmayan felsefî bir düşüncedir.” diye ifade etmiştir.

Diğer Evrim savunucularından biri olan, biyoloji Profesörü RB.GOLDCHİMİT, “Evrim konusunda hiç bir bilimsel kanıt yoktur. O sadece bir düşünce tarzıdır.” demiştir.

Evrimciler, hücreleri eski tanımları içinde ilkel-gelişmiş diye ayrıma tâbi tutarlar. Halbuki 1955 ten sonra anlaşıldı ki, hücrelerin yapısı yüzde 99 oranında birbirinin aynıdır. Kimyasal yapı taşı olan DNA ise tüm hücrelerde yüzde 100 aynıdır. Hücreler arasındaki fark, matematik programlarındadır. Yani ot hücresi, oksijen işlemeye göre ayarlanmış, safra yapan hücre, safra yapmaya göre ayarlanmıştır.

Matematik programın ilkel yada gelişmişi olmaz ki, Evrim, yani gelişip mükemmelleşme olsun. Burada evrimcilerin öncelikle hücre ile matematik programları arasındaki ilgiyi öğrenmek zorundadırlar.

Evrimcilerin diğer bir iddiaları, mutasyon ile evrimin gerçekleştiği tezidir. Yani Mutasyon; genlerin istidatlarının değişmesi ile meydana gelmiştir, derler. Şimdiye kadar yapılan milyonlarca deneye rağmen, bir canlıdan mutasyon yoluyla, çok yakın benzeri bir canlı elde edilmiş değildir. Halbuki kemik iliğinde saniyede milyonlarca farklı hücreler, bir ana hücreden imal edilmektedir.

Kaldı ki, maymunun beyin ağırlığı 130 gr. İnsanın beyni 1400-1500 gram arasında değişmektedir. Evrimcilere göre arada, yani insan ile maymun arasında on farklı canlı olması gerekir ki, bunlardan hiç birisinin sağ kalmaması mümkün değildir.

Peki evrimcilere şunu sormak gerekmez mi?

Maymun hala tüm türleri ile yaşıyorken; aradaki bu on tür insan-maymun arası canlılar nerede?*

Evrimcilerin bu tezleri, temelsiz, bilimsellikten yoksun olduğu halde, hala savunanlar varsa onlara şaşırmamak mümkün mü?

Hikmeti bilinmez ama, bu kadar çirkin olan, maymunla ilişkilendirilme adına; “soyumuz maymundan geliyor” iddiasında, hala ısrarcı olanlar varsa eğer; onları hayretle karşılamak gerekmez mi?

İnsan ile maymun arasındaki fark, bir kıl ile kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık ve ahlâk farkı da vardır. Maymunun bütün hüneri taklit algılamasından ibarettir. İnsan ne hareket yaparsa, bunu gören maymun, onu taklit eder. Bu taklit keyfiyeti bir çoklarının nazarında, maymunu adeta insana yaklaştırır. Halbuki maymunun önünde, günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde, o ateşin karşısında ısınmayı öğretiniz, sonra onu alıp bir kıra götürünüz. Yanına kibrit, odun, kömür de koyunuz. O üşüdüğü zaman, bunları bir araya götürüp de bir ateş yakarak ısınmasını düşünemez ve bilmez. Artık bu akıl ve mantık üzerine bina edecek diğer hareketleri varın siz tasavvur ediniz.

Kur’an’da da maymundan bahsedilmektedir. Maymun yeryüzünde yaratıldığıdan bu yana aynı maymundur. İnsanda aynı insandır. Maymunların, maymunluktan terakki ederek, yani gelişerek insana dönüştüğünü, beşer tarihinde hiç bir kayda rastlanmamıştır. Bunun bilimsel hiç bir gerçekliği yoktur. Sadece bir safsatadan ibarettir.

Maymun, akıllanıp canlansa, bu evrimcilere muhtemelen şöyle diyecektir: “Bize ne yapışıp durmaya kalkışıyorsunuz. Biz zavallı hayvanlardan ne istiyorsunuz? İnsanlığınızla, şerefinizle yaşayınız. Ve maymun değil, insan olarak yaratıldığınıza da şükrediniz. Yüce Yaratana hamd-u sena ediniz.” diyeceklerdir.

Ve Ademle alakalı olarak Allâh şöyle demiştir:

“Ey insanlar, sizi bir tek candan yaratan, ondan da zevcesini (eşini) vücuda getiren… Rabbinize karşı gelmekten sakının.(9)

“Sizi bir candan yaratan, bundan da eşini yapan O’dur.”(10)

“O, Sizi bir kişiden yarattı. Sonra O’ndan da eşini meydana getirdi.”(11) buyurdu.

Hz. Adem’den bu yana, insan yine aynı insandır. Hiç bir değişikliğe uğramadan öyle kalacaktır. İnsanlar, asıl itibariyle aynı kökten yükselen bir ağacın dalları, meyveleri ve yaprakları gibidirler. Bu insanların sadece akıl, düşünce yapıları ile âhlakî yapılarında farklılıklar oluşabilmektedir.

Bütün dinlerin mahiyetinde; her şeyin yaratıcısını bulma vardır. Hele hele İlâhî dinlerin yegane hedefi tevhittir. Ve her bir insana, bu tevhid mesajına çağrı vardır. Ve “İnsanın yaratılışının hikmeti ve gayesi; Halık-ı kâinatı tanımak ve iman edip, ibadet etmektir.” diye bir davet vardır.

Hz. Adem, tam 930 yıl yaşamıştır. Vefat ettiğinde yeryüzünde 40 bin insan yaşamaktaydı. Beşinci batından olan oğlu Şit, sonradan peygamber oldu. Adem ölmeden önce, O’na şu tavsiyelerde bulundu.

1- Hiç bir zaman kalbinle dünyaya bağlanma, dünyayı ahiretin önüne geçirme.

(Yani “Dünyayı kesben değil, kalben terk etmektir.” Yani dünyayı gereği gibi imar edeceksin, çalışmayı ihmal edip tembellik yapmayacaksın. Ama dünyaperest de olmayacaksın. Zira Kur’an’da da zikredildiği gibi “Allah çalışanı sever, ancak çalışan

kazanır.” buyrulmuştur.)

2- Bir şeyi konuşmadan veya yapmadan; öncesini ve sonrasını iyice tartmadan söyleme, yapma. Yapmaya karar verdiğinde de; kalben rahatsızlık hissediyorsan o şeyi yapma. Yani bunun yararı ve zararları ne olabilir, pozitif veya negatifini nazara al, öyle yap.

3- Kadınların dediğini hemen yapma. Çünkü kadınlar, genelde akla değil, hissiyata uyar ve hareket ederler. (Yani kadınlar nazik, nahif ruhlu, duygusal olurlar. Dolaysıyla bu tarz ve makamda söyledikleri ve yaptıkları, insanı bazan hataya veya yanlışa götürebilir, duygusallıkla hareket edilmez, iş görülmez.)

Sende kuvvet varsa, bende hakikat var,

Kuvvet sistir kalkar, hakikat güneştir doğar.

Ben korkmam kuvvetten, sende korkma hakikatten,

Ondan korkanlar, ayrılmaz zulüm ve zulmetten.

Kazım KARABEKİR

Dipnotlar

(1) Ramazan Sodan, Allâh’a İnançta Düşünsel Derinlik. s, 223.
(2) Ra’d 13/16
(3) Mu’minın 23/12
(4) Secde 32/7
(5) Yasin 36/82
(6) Hıcr 15/19
(7) Zariyat 51/ 49
(8) Ra’d 13/ 3
(9) Nisa 4/1
(10)A’raf 7/189
(11) Zumer 39/6
*Daha geniş bilgi için, Dr. Halûk Nurbaki, Kur’an-ı Kerim’den Ayetler ve İlmi Gerçekler. s.170-8

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*