İnsanın yaratılış hakikati ve mahiyeti

İnsan, kâinat ağacının en seçkin, en mümtaz meyvesi ve özüdür. Bütün yaratıkların odak noktasında insan vardır ve her şey ona musahhardır, yani ona boyun eğdirilmiş, hizmetkar kılınmıştır.

Bu bahiste, ilgili şu âyetle başlamak istiyorum:

“Sizin yaratılışınızda ve (Allâh’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için, ibret verici işaretler vardır.”(1) Bu ibret verici işaretlerin en belirgin örneği, insanın ana rahmine düşmesinden, insan suretine dönüşmesine kadar, yaratılışının her safhasında görülen, ilginç gelişmelerdir. İnsana benzer her canlıda, bu ibret alınacak dersler mevcuttur. Mühim olan bunları akıllıca okuyup, idrak edebilmektir.

Allâh’ı bize tanıtan en önemli delillerin başında, bu hayat gerçeği yatmaktadır. Hayat sahibi her unsur, hayat sahiplerinin umumuna birer fihrist hükmündedirler. Bu varlıkların en mühim neticesi ve hikmeti, hayatın yaratılmasında gizlidir. Varlığın esas gayesi, hayata dönüktür ve hayatın ta kendisidir. Hayat mucizesi ve ölümün kaçınılmaz olması; bu gün de insanlığın önünde, kendi kudretinin üstünde bir kudreti kabul etmeden, açıklanamayacak kadar, iki bilmece gibi durmaktadır.

Işık ile varlıklar görüldüğü gibi, hayat ile de; varlıkların varlığı bilinir. Bunların ikisi de göstericidir. Halihazır da canlı varlıkların çoğu, bir tek mikroskopik hücreden gelişmekte olduklarını görüyoruz. Bu bir tek hücre, bir çığ tanesine benzeyen, şeffaf, bulanık bir damlacık, hayat denen şeyin tohumunu ihtiva etmektedir. Hücreler bölünerek çoğalırlar. Döllenmiş bir yumurtanın nasıl olup da, çok hücreli bir organizma haline geldiği meselesi, biyologlar için bir sır olarak kalmıştır.(2)

Ancak bu bölünme olayı zincirleme tekrar edilerek; hücreler dokuları, dokular organları, organlarda sistemleri meydana getirirler. Böylece hayat; bütün şekilleriyle, özellikleriyle ve renkleriyle ve versiyonlarıyla eksiksiz, mükemmel bir şekilde ortaya çıkmaktadırlar.

Hayat denilen varlık; çok kompleks, çok mühim ve insanı hayrette bırakan bir olay olduğunu herkes kabul etmektedir. Çünkü yeryüzünün, bütün canlıların yani bitkilerin, hayvanların ve bunlardan daha üstün değerlerle donatılmış olan insanın hayatı ve yaşaması için hazırlandığını görüyoruz.

Hayat, adeta bütün varlıkların merkezi konumundadır. Tüm varlıklar bu merkeze yönelmiş ve ona hizmet ediyorlar. Bu hayatın merkezinde ise insan vardır. Hayat da, merkezindeki insana

yöneliktir, hep ona bakar, onun için iş görmektedir.(3)

Hayat ve ölüm; sönüp yanan, değişip tazelenen güneş parıtıları, her zaman yenilenen sinema perdeleri gibi, yeni canlı kafileler halinde gelir ve giderler. Bir bütün olarak hayat ve ölüm olayı başlı başına, zaruret derecesinde Allâh’ın varlığına, birliğine, ezeliyetine, ebediyetine ve âzametine şehadet ve delâlet ederler.

Hayat, ruh, nur ve varlık, iki yüzlü şeffaf nesne gibi oldukları için, iç ve dış yapısı (Mülk ve Melekut) itibarıyla, vasıtasız olarak, yani sebebsiz, argumansız, direk kudret elinden çıkarlar.(4)

Kur’an, hayata sebeb olan şeylerle, bu sebebler neticesinde meydana gelenler (müsebbeb) arasındaki uzaklığa dikkat çekerek; Allâh’ın hayat vermeye nasıl muktedir olduğunu gösterir. Şöyle ki: “İnsan, neden yaratıldığına bir baksın? Atılan bir sudan” (5) “İnsan dökülen bir nutfe (sperm) değil miydi?”(6) “Ölü toprak, onlar için bir âyettir. Biz onu diriltik, ondan taneler çıkardık da, ondan yiyorlar.”(7)

Ölü toprak nerede, canlı bitkiler nerede? Hele, insan bunları bir düşünme zahmetinde bulunsun. Topraktan biten, yeşeren, bütün o ayrı ayrı özelliklere sahip bitkiler, güleç yüzlü meyveler..Her birinin rengi, tadı ve kokusu ayrı, şekilleri ayrı, biçimleri başka başka. Toprakta bu hususiyetler var mıdır? Derin bir nazarla baksın, tefekkür etsin, gerekmez mi insanın? Ölü bir toprak ve bir damla su nerede; âkıl, şuur ve idrak sahibi insan nerede? İşte bütün bu uzaklığı yaklaştırıp, olmazları olur yapan, onlara ruh’undan üfleyen, canlar yaratan; elbette Muhyî olan, hayata hayat veren, Allâh’tır.

insan oğlunun Âdem’den beri, mahiyetini açıklayamadığı hayat vakıası; Âllah’ı perdesiz tanıtan bir Kur’anî delildir. Diğer hususlarda kudret eli, zahiri sebebleri perde ettiği halde, bunda doğrudan doğruya Hayy, Kayyum, Muhyî ve Mumit (ölümü veren, yaratan) isimlerini bizzat tecelli ettirmektedir.(8) Kâinat’ta muhteşem bir ihyâ hareketi müşahede edilmektedir. “Bütün göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır. O hayatı verir ve öldürür. Size Allâh’tan başka ne bir veli (dost) vardır ve ne de bir yardımcı.”(9)

Ölüm de hayat gibi Allâh’ı tanıtır ve bildirir. Zira ölüm, beşer aklının tamamen kavrayamadığı, şaşırıp kaldığı bir başka sırdır.(10) Uyku, ölümün küçük bir örneğidir. “Düşünenler için bunda ne kadar ibretler vardır”(11) “Uykudan uyanma da, ölümden sonra dirilmeye bir örnektir.”(12)

“Allâh bir şeyden her şeyi, her şeyi de bir şey yapar. Bir sudan her nevi canlıyı, bir topraktan sayısız yiyecekleri, nebatî, hayvanî pek çok gıdaları, canlı vücutları ve organları dokuyan O’dur.(13)

Bu gün, gelişen teknoloji ve bilimsel çalışmalar, yıldızların ve galaksilerin de aynen bu maddeden yaratıldıkları anlaşılmıştır. Yaratma tecezzi (bölünmeyi) kabul etmez. Bir şeyi yaratan, her şeyi yaratır. Her şeyi yaratamayan, hiç bir şeyi yaratamaz.

Evrendeki bir noktayı, yerinde yaratabilmek için, bütün kâinatı yaratabilecek sonsuz bir kudrete sahip olmak gerektir.

Allâh’ın, cansız maddeden ilim, irade kudret ve basar sahibi bir takım canlı ve dirileri çıkarması, hep emsalsiz yaratma (ibda) ve yine icâd etmeye dair emsalsiz eserlerdir.

Allâh en küçük şeyleri, en büyük san’atla yaratır. Mahluklar plânında bile, bir şeyin san’atkârı, o şeyin cinsinden ve aynısı değildir. Ayakkabıcı ayakkabı, terzi kumaş, marangoz tahta cinsinden değildir. Aynen bunun gibi, bu kâinatı ve içindekileri yaratanı, kâinatın içinde aramak abestir ve büyük bir hatadır. Allâh Te’âlâ maddeden münezzehtir. Bütün yarattıklarının dışında ve onlara benzersiz sıfatlara sahiptir.

Işık saçan şeyin ışıksız, var edenin varlıksız, ilim verenin ilimsiz, şuur verenin şuursuz, irade verenin iradesiz olduğu, kabul edilemez. Varlıkları ortaya koyan da elbette vardır ve var edicidir.

Biz burada insan tasavvuru, hakikati ve mahiyeti üzerinde durmak istiyoruz. Allâh Te’âlâ insanı yaratırken iki kaderle yarattı. Birinci kaderin adı tabiattır. İkinci kaderin adı fıtrattır. Hâlık sıfatıyla insanın tabiatını, Fâtır sıfatıyla da, varlığının özü olan fıtrâtını yarattı. Hâlık sıfatıyla bizi, bu gün yaşadığımız her şeyi, hatta zekâyı da onun içine yerleştirdi. Kalb sadece, kan pompalayan bir organ değil; arzuları, tutkuları, yaratılışa ait iç güdüleri (garizası) yla, o tabiat dediğimiz versiyonun içinde vardır. Fakat Allâh, fıtrâtı bedene değil, ruha yerleştirdi.

Zira, yukarıda da kısaca değindiğimiz gibi; hayat, varlık ve âlem tasavvuru, çok büyük önem arz etmektedir. Bu arada yapay zeka insanların gündemini işgal edip, üzerine bir hayli dikkatleri çekmiş durumdadır. Bunun olumlu veya olumsuz yönleriyle, başımıza neler getireceğini şimdiden kestirmek hayli zor. Dolayısıyla, insan fıtrâtını, tabiatını korumak ve muhafaza etmek bayağı zor görülmektedir. Zira insan fıtrâtı, aslî görevlerinden hızla uzaklaşmaktadır.

Hakikaten, Kur’an’ın insan tasavvuru, başka edebiyatlarda, başka yerlerde görülemeyecek kadar bir zenginliğe sahiptir. Çünkü Allâh, bu kitabı insana gönderdi ve öncelikle insanı muhatap kabul etti, ittihaz etti.

Kur’an’ı Kerim, insanı üç kategoride ele alır. Beşeriyet, Ademiyet, İnsaniyet. Beşer kelime olarak, deri manasına gelir. Yani bize giydirilmiş deri libasıdır. İnsan bedeni tamamen bununla sarılmış, örtülmüştür. Yani insanın fiziğini ve suretini ifade eder. Bu aynı zamanda; sudur, topraktır, ettir, kemiktir, bedendir, cesettir. Bunlar; insanın beşeriyet konumunu temsil ederler.

Bir hayvan öldüğü zaman, onun etinden, derisinden, kılından, yününden ve bunlara benzer çok şeylerinden istifade ederiz. Ancak insan öldüğünde, onun ölüsünden kaçar, behemehal gömmeye çalışırız. Artık dünyalık olarak ondan yararlanılacak hiç bir şeyi kalmaz.

Ademiyet ise; Allah, insanın beşeriyeten âdemiyete geçişinde, kendisine ruh vermiştir. İnsaniyet ise, ruhu hak ile, cismi halk ile ünsiyet kuran, âkıl ve idrâk verilen en üstün varlık ile şereflendirilen irade ve özgürlük bahşedilen, yeryüzünü imar etmekle görevlendirilen Mükerrem, en saygın varlık insandır. Beşeriyet ile âdemiyeti birleştirerek insana isimleri öğretti. Bu isimleri öğretme hakikatini Allâh Te’âlâ, Kur’an’ı Kerim’de şöyle ifade etmiştir. “Ve Âllâh, Adem’e (dolayısıyla insanoğluna) bütün isimleri öğretti.”(14) yani beyanı, konuşmayı öğretti. Ve “Bu Kur’an, bütün insanlığa bir açıklamadır. Takva sahipleri için de bir hidayet, bir öğüttür.”(15) buyrulmuştur.

Batı felsefesinin üstün insan tasavvuru ile İslam’ın önerdiği kâmil insan tasarımı arasında fark vardır. An itibariyla günümüz Müslümanları, genel anlâmda İslâm’ın ahlâkî yapısını, üstün meziyetlerini, fıtrâtını fiilleriyle, pratiğiyle yansıtmaktan, çok uzaktırlar. Yani, İslam’ın bu kâmil insan tasavvuruna ayna olamadığımız gibi; ayrıca çoğu zaman perde oluyoruz. Yeni ismiyle Yusuf İSLÂM, bu durumu şu sözleriyle ifade etti: “Ben İslâm’ı Kur’an’ın kutsal metinlerinden öğrenerek, Müslüman oldum. Eğer Müslümanları, hal ve hareketleri itibariyle örnek alsaydım, bilaşüphe Müslüman olmazdım.” diyerek ifade etti.

Kâmil insan, beşeriyetin ortak özelliklerini red eden insan değildir. Hz. Peygambere peygamberlik görevi verildiği zaman; mağaraya gizlenmeye gitmedi; tam aksine, mağaradan toplumun içine indi. İnsan sadece bilim, felsefe, teknoloji ve benzeri şeylerle de kâmil insan olmaz. Yani kâmil insan olabilmek için; iki tarafı, yani âkıl ile kalbi birleştirmesi gerekir. Yani kalbî duyguları ile âklî melekeleri bütünleştirerek bir kâmil insan olabilir.

Bunu Üstad Nursî: “Aklın nuru, medeniyetin fen ilimleridir. Kalbin ziyası (ışığı) din ilimlerdir. Bu ikisinin imtizaciyla (birleşmesiyle) hakikat tecelli eder. Bunların birbirinden ayrılmasıyla; birinden taassub (bağnazlık), diğerinden hile ve şüphe doğar. Bu iki kanat ile ancak talebenin himmeti, gayreti kanatlanıp uçabilir.” diye, en güzel ve veciz bir şekilde ifade etmiştir.

Genelde İslâm felsefe ve edebiyatında, küçük tabiat, büyük tabiat tabirleri kullanılmaktadır. Bütün varlıklar ile kâinatı ve insanı mukayese eder.

Şeyh Galip:

“Hoşça bak zatına ki, zübde-i âlemsin sen,

Merdum-î dide-î ekvân olan âdemsin sen.”

Yani, kendine iyi bak çünkü, âlemin özüsün sen,

Varlıkların göz bebeği olan insanoğlusun sen.

Yükarıda da değindiğimiz gibi; insanda üç şey vardır. Bunlar; Tabiât, Gariza (yani içgüdü) ve Fıtrât. Tabiât, insanın beşerî yönüdür, cismidir, bedenidir, hatta aklıdır, zekâsıdır.

Gariza; yine bedende olan bir takım arzular, istekler, tutkular, açlık, susuzluk ve benzeri duygular garize ile ifade edilir. Bir de fıtrât vardır ki; insan varlığının zübdesi, odak noktasını teşkil eder. Tabiât denince kâinatın bir parçası kasdediliyor. Birde her insanın kendine özgü tabiâtı vardır.

Ancak Allah fıtratı, insanın bedenine, biyolojik yapısına değil, ruhuna yerleştirdi. Beden varlığını topraktan alırken, ruh ise varlığını doğrudan doğruya Cenab-Allâh’tan aldı. Allâh’tan varlığını alan fıtrât, esma-i İlâhiye’de var olan bütün değerler ile fıtrâtı donattı. Yani fıtrât, bu değerlerin hafızası oldu. Aslında insanı gerçek, kâmil bir insan yapan, bu değerlerin bütünüdür. Zira imân burada, Rabbini tanımak burada, ahlâkî erdemlerin tümü, şefkât, merhamet, bütün ihsan ve iyilikler, bu fıtrâtın içine dercedilmiştir. Eğitimde asıl en önemli olan, insanın tabiât olarak eğitilmesi bir yana, mühim olan fıtrât itibariyle, yani ruhsal ve manevi yönden eğitilmesi, terbiye edilmesi gerekir.

İnsanı, iyi bir insana dönüştürmek için; fâtır sıfatiyla, Cenab-ı Hakk’ın ruhuna yerleştirdiği fıtrâtı ve o fıtrâta naklettiği değerleri öne çıkararak, oradaki değerleri imana ve ahlâka dönüştürecek pencereler açmamız lazımdır. Bu insanlığın geleceğiyle ilgili, önemsenmesi gereken en önemli konudur.

İslâm’ın iki türlü insan tasavvuru vardır. Bunlardan biri “Kevser” diğeri “Ebter” insandır. Ebter insan ketumdur, tek yönlüdür. Sadece bedenini, hazzını, nefsanî şehevanî duygularını tatmin etmeyi düşünür. Bu tür insanlar, Kur’an’ın kabul etmediği insanlardır. Zira bu tip insanlar tek yönlü, tek boyutludur, diğergâm değil, egoist insanlardır.

Kevser insan ise; çok yönlüdür. Aklî ve kalbî ve ruhu birleştiren insandır. Dünya ile ahireti birleştirir, daha çoğulcudur, bereketlidir. Zaten, kevserin bir manasıda berekettir.

İslâmın en önemli bir hedefi de; insanı âlet olmaktan çıkarıp, ona bir âyetler topluluğu olarak bakmaktır. (Âyet: İnkârı mümkün olmayan delil demektir.) İnsanın bir tek hücreden, vücudu tam teşeküllü bir insana dönüşünceye kadar, her dakika başında, mu’cizeler mesabesinde deliller yansıtmaktadır. Dolayısıyla, bir âlet insan var, bir de âyet insan vardır. Âlet insan araçsaldır, zevk ve hazzın, yemenin ve içmenin aracıdır. Fakat âyet insan ise; onun içinde bir âyet vardır, bir de âlâmet vardır. Âlâmet bizi Allâh’ın varlığına götürür. Âyet ise; bizi Âllâh’ın vahdaniyetine, yani birliğine ulaştırır. Bu itibarla insan, kişiliği ve evrensel konumuyla bir âyetler topluluğudur, bu âyetlerle kuşatılmış en büyük âyet’tir, diyebiliriz.

İKİ ÂYET:

“Kim huzurumuza bir iyilikle gelirse, mükafat olarak ondan daha hayırlısı verilecektir. Üstelik böyleleri, o günün dehşetinden de, güven içinde olacaklardır. Ama kim de kötü amellerle gelirse; işte onlar yüzü koyun ateşe atılacaklardır. Siz başka değil, ancak yaptıklarınızın karşılığını göreceksiniz.” (Neml, 89-90)

Dipnotlar

(1) Casiye 45/4

(2) J.D. Watson. Gen ve Moleküller Biyolojisi. Çeviren Altan Günalp s.368

(3) Said Nursî. Mektubat, s.399

(4) Said Nursî, Mesnevi s.211

(5) Tarık 86/5-6

(6) Kiyame, 75/37.

(7) Yasin, 36/33.

(8) Said Nursî, Sözler, s 496.

(9) Tevbe, 9/116.

(10) Seyir Kutub, Zilâl, XVll, s.121

(11) Zumer, 39/42

(12) En’am, 6/60

(13) Said Nursî, sözler, s. 282.

(14) Bakara 2/31

(15) Âl-i İmran, 3/138, Rahmân, 55/4

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*