Mehmet Fırıncı: Ayrılık yok, vazife taksimi var

Bediüzzaman Hazretlerinin vefat ettiği 23 Mart 1960 tarihinden bugüne baktığımızda, Türkiye’de ve dünyada hizmetlerimiz nereye gelmiştir? Kısaca değerlendirir misiniz?

Bizim noktamızdan bakınca çok mükemmel vasata ulaştığını görüyoruz. Ama beşerin Risâle-i Nur’a ihtiyacı noktasında ise henüz çok dar bir sahadayız diyebilirim. Ama tabii bizim gibi imkânsızlıklar içinde, şartların daima aleyhimizde olduğu dönemlerde, hatta bazı cemaatlerin dahi Risale-i Nur’u tarikat zannettiği bir vasatta bu gelişmeler iyi.

Buna rağmen elhamdülillah en çok arzu ettiğimiz âlem-i İslâmdaki neşriyat hususunda Kahire’de bir neşir merkezi kuruldu. İslâm dünyasının neresinde bir fuar varsa oraya Risâle-i Nurlar, bütün külliyat, Arapça ve diğer dillerden de bir miktar bulunaraktan katılıyor. Bu şâyân-ı şükran birşey elhamdülillah. Dünyanın çeşitli yerlerinde, başta İngilizce ve Arapça olmak üzere aşağı yukarı 30 dile tercümeler kısmen yapılmış. Bunlar memnuniyet verici şeyler.

Ama bunlar dünyaya açılma bakımından az gibi görünüyor. Çünkü bu asrın idrakine sunulan Kur’ân hakikatleriyle kim karşılaşırsa “Şimdiye kadar neredeydiniz?” diyor. Bunu pekçok yerde pek çok defa gördük. İnsan bu bakımdan bakınca biraz üzülüyor tabiî. Ama bu imkânsızlıklar içerisinde bu kadar gelişmiş olması da harika.

Zaman çok farklı. Yani insanlar birbiri içinde. Hıristiyanlıkta da, Müslümanlıkta da… Aynı evde diyelim beş kişi var. Üç tanesi ateist, iki tanesi Hıristiyan. Hıristiyan ama o da haftada bir defa kiliseye gidiyor. Bir kısmı “Ben ateistim” diyor, ama hakikatte Allah’a inanıyor, kiliseden istifa etmiş. Risale-i Nur’un meselelerini duyunca Allah Allah diyorlar. Hakikaten böyle pekçok insanla karşılaştık. Bu gibi şeyler Risale-i Nur’un mübrem, zarurî bir ihtiyaç olduğunu gösteriyor. Yoksa Risale-i Nurları dünyaya neşretmek için, insanları Risale-i Nur’a kazanıp da o­ndan birşey elde etmek istediğimiz falan yok. Zaten kitaplardan birşeyler kazanıp da o­nu kendine mal etmeye kimsenin yetkisi yok, çünkü Üstad o hususta izin vermiyor. Yani “Bu Kur’ân’ın. Ne benim, ne sizin, ne başkasının malıdır. Risâle-i Nur’un malı Risale-i Nur’a aittir” diyor.

Nasıl Peygamberimiz (asm) tüm menfî şartlara rağmen Kur’ân’ın hakkaniyetini ispat etmiş ve bütün beşere rahmeten lil âlemin olarak kendini ve Kur’ân’ı göstermiş. Kur’ân’ın bu asırdaki tam bir tefsiri olan Risale-i Nur da o­nun gibi. Almanya’da bir profesör 26-27 Şubat’ta sempozyumda o­nu söyledi. Daha evvelden bir Amerikalı profesör de söylemişti. Yani bunun bence en mühim noktası herkes bir tarafından bakıyor. Kastamonu’da lise talebeleri “Muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar. Bize Hâlıkımızı tanıttır” diyorlar. Üstad da “Muallimleri değil fenleri dinleyin” diyor. “Fenler mütemadiyen Allah’ı anlatıyor size.” Bu zamanın düşüncesi bu işte. Fenlerle Allah’ı bulmak. Bu noktada Bediüzzaman muvaffak olmuştur. Son İstanbul’a geldiğinde bize “Küfrün belini kırdım, merak etmeyin, hiçbir halt edemeyecekler” demişti. İngiltere’de 20 yaşından beri ateist olan 81 yaşındaki Prof. Antony Flew, “Allah var” demekten başka bir çare bulamadı. Üstad da zaten o­nu anlatıyor. İlmen o­nu ispat etmiş, o­nların dâvâlarının hakikat olmadığını, Kur’ân’ın dâvâsının hakikat olduğunu ifade etmiş. En güzel tarafı da insanları aynı zamanda Kur’ân’a bağlıyor. Yani “Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır, benim malım değildir” diyor. o­nu okuyunca Kur’ân’ın mânâlarını anlamış oluyorsunuz. Başka bir şey değil.

Bundan sonrası için hizmetlerle ilgili şunu da yapmak gerekir dediğiniz birşey var mı?

Eskiden beri düşündüğüm şu: İlmiye kademelerine girebilmek için Risâle-i Nur’u bilen gençlere Avrupa ve Amerika’da doktora tezleri yaptırmamız gerekiyor. Çünkü İslâm memleketlerinde halka hitap edebiliyoruz. Ama diğer memleketlerde ilmiye sınıfına anlatmak gerekiyor, o­nlardan aşağı doğru inmesi lâzım. Meselâ Yunus Çengel burada bizim bünyemizde yetişmiş kardeşlerden birisi. Gitmiş, çalışmış, Amerika’da Nevada Üniversitesinde profesör, ilim adamı olmuş. Oralarda ne varsa, sempozyumlarda gündeme getiriyor. Bu yavaş yavaş, dalga dalga halka açılmış oluyor. İşte böyle çok kimseleri gönderebilseydik, yapabilseydik iyi olacaktı. Ama olacak inşallah, yol açıldı. Yani biz istiyoruz ki insanlar hakikî gayesini, yani yaratılmanın gayesini anlasınlar ve Yaratanı bulsunlar, başka birşey istemiyoruz.

ORTAK ORGANİZASYONLAR YAPILABİLİR

Nur Talebeleri arasındaki gruplaşmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Birleşme olmayacak mı?

Zaman ve zeminin şartlarında bazı süratli anaforlar oluyor. o­nların içinde bazı değerlendirme farklılıkları oluyor. O değerlendirmeyi yaparken farklı fikirler çıkıyor, yoksa Risâle-i Nur’un anlaşılmasında değil. Hariçteki hadiselerden dolayı böyle oluyor. Ama bakıyoruz ki bütün gruplarımız hepsi Risale-i Nur’u okuyor. Üstad ne demişse o­nu anlamaya ve anlatmaya çalışıyor. Hatta en mühim husus menfî hareketlere karışmamak. Bakın, anarşi, terörizm vs. bunlarda katiyen Nur Talebesi yoktur. Bu korkaklıktan değil, o­nlar cesur ve kahraman insanlar. Ama Üstad madem böyle emir vermiş, Kur’ân bu zamanda böyle emrediyor diye bütün gruplar bunda teslim olmuş. Bu, farklılık yok demektir. Yani ayrı grup olması bir farktan gelmiyor. Gruplaşmalar Risale-i Nur’un ana temasındaki bir farklı anlayıştan değil, haricî sebeplerden kaynaklanıyor. Ama hepsi aynı düşünce içinde, aynı maksada hizmet etmiş oluyorlar. Bazıları gazete ve neşriyatla, bir kısmı radyo ve yayınlarla, bir kısmı daha ziyade Bediüzzaman Hazretlerinin öncelik verdiği medrese-i nuriye denilen o mekânlarda devamlı Risale-i Nur’u okuyarak insanlara anlatmakla hizmet ediyor. Benim gibi bazıları da daha ziyade dışarıyla ve dış ülke hizmetleriyle meşgul oluyor. Sanki vazife taksimi gibi. Mezheplerle ilgili bölümde Üstad izah ediyor ya, hikmet-i İlâhiyenin tensibiyle Şafiiler daha ziyade dağlık yerlerde, Hanefîler ise şehirlerde bulunuyor. o­nun gibi bizimki de hikmet-i Rabbanî.

Birleşmeden kasıt da bir kısım hizmetlerle ilgili olmalıdır. Diyelim ki sempozyumlar, konferanslar oluyor. Bunlarda hep bir arada bulunmalı, dinlemeli, maddeten ve mânen sahip çıkmalı. Ortak organizasyonlar yapılabilir. Bunlar birleşmedir. Böyle gelişmelerin artmasını diliyorum. Böylece maksat hasıl olmuş olur.

Üstadla yaşadığınız, hiç unutamadığınız bir hatıranızı bizimle paylaşır mısınız?

Bir gün Emirdağ’da Üstad bana “Kardeşim Muhammed, ben bir adamın imanının kurtulması için Cehenneme girmeye razı olmuşum” dedi. Bunu bana sene içerisinde kaç defa daha söylemişti. Son söylediğinde ben çok müteessir oldum. Dünyada işkencelere maruz kalmış, bu kadar insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş bir zat, ebediyen nasıl cehenneme girecek! Hem dünyada çekti, hem ahirette!.. O anda çok acayip bir ıztırap çöktü bana. Baktım Üstad hemen doğruldu, “Ebediyen değil” dedi. Yani günahların cezasını çektikten sonra Cennete girmek tarzında. Kalbimi okudu yani. Öyle deyince birden rahatladım.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*