Musibetle Nasihat

Ömür bu, hiçbir şey her zaman yolunda gitmiyor. Her inişin bir yokuşu olduğu gibi ovalar bazen tırmanışla sürecini devam ettiriyor. Bazen tat veriyor, bazen acı ve bazen ders veriyor. Hislerin bir zar kadar incelip mantığın silkinişi bütün vücudu aniden sarıyor. Ve düşünüyor insan neden böyle oldu? Bunda benim suçum ne?

Bir öz eleştirinin, kişisel performans ölçümünün zamanı gelip çattığını hissediyor son düşüşünden aldı ızdırabın heyecanıyla haletiyle….

Yarattığı mahlukların en değerlisi ve en özeli, halife-i arzı olan insan, donatıldığı muhteşem cihazatı ve mantığı ile eşrefi mahlukattır. Her noktada kusursuz yaratılan insan doğruyu veya yanlışı seçme özgürlüğü ile de şereflendirilmiştir. Nefsin verdiği karşı konulmaz etkisi ile kalpteki ve bedendeki bu özgürlük hayatın her karesinin de insanların karşısına zorlu sınavlar çıkarıyor. Zamanın artık karşı konulmaz akışı insanı asıl amacına giden yoldan bazen sapmasına sebep oluyor. Bu halette ilerlerken sorumluluklarını unuturken, bazen misyon ve vizyonuna mugayir hareketleri yaparken buluyor kendini. Ufacık siyah noktayken bütün kalbi kaplayan tavizler, karşı konulmaz korumasızlığını acımasızca yaşatıyor. Siyah noktalar; Tenezzül edilen tavizlerin kimi kuvvetli, kimi zayıf olduğundan bu kararmanın da derecesi ayrı ayrıdır. Kimi günah kalbe reyn (pas, leke) olur, kimi kalbin üstünü mühürler, kimi de kalbi kilitler, kapatır. Ve bizi en çok dumura uğratan diğer vecih; ünsiyet… Bünyemizde ünsiyet oluşturan mantık silsilesinde yerini bulamayacak hareketlerimiz sıradanlaşıyor kendince ve sıradanlaştırıyor normal telakki ettiğimiz durumlar kabul görürken nefsimizce. Hani bazen insan görmenin sırrına eremez sadece bakar ya, yahut belki görürde elini kolunu kaldıracak mecali kendinde göremez ya işte yaşadığımız halet. Yanlış olduğu biline biline yapılır bazen nefsin edna isteği. Aklının en derininden beyninin en ince kıvrımından fetvalar çıkarırsın kendine ve nefsin muhakesiz savunucuları girer devreye mazeretler ve tezkiye-i nefs ile. Mudafaaların sonu son’suzdur. Sonunu görmek isteyen gözlerini nefsin kirli elleri açmaz.

Hayatımızın dejenere olmasındaki en büyük afet teknolojik nıkmete dönüştürdüğümüz hazin çerçeve… Ekran kültürünün insan bünyesiyle bütünleştiği 2000’li yıllar uyuşmuş insan topluluklarını da vatana millete kazandırmış durumda. Gündüzleri bilgisayar başında kalan insanlar evlerine giderken bilboardların istilasından sonra evdeki televizyonla bütünleşerek bir hayat akışının içinde gafletinden habersiz gaflet içinde. Cep telefonu ve dijital musik aletlerinin de kalan boş zamanlarını işgal etmesi de trajik bir hadise. Ve dikkat ettiyseniz insanların en büyük problemi zaman yetirememek. Yüz yüze yapılan iletişimleri ise zaten unuttuk. Bu hengamede asıl unuttuğumuz görevlerimiz. Yani yapmamız gerekipte zaman bulamadığımız işler. Aslında zaman problemi yokta, işte önemli işlere verilen öncelikler sırasında nefse hoş gelenler koyulduğu için bu zaman problemi ayyuka çıkıyor, o da ayrı bir konu. Akışa tabi olan insan durup düşünemiyor, bir muhasebe yapıp kendine nereden geldim? Nereye gidiyorum? Gibi insanın temel felsefesini sorgulayan sorular sormuyor. Buda gözümüzde ki perdeyi daha kalınlaştırıyor yüreğimizi nezafetsizliğe bulaştırırken, koptukça kopuyor insan, unuttukça unutuyor insan.

Yaratılanların en ‘özeli’ ‘eşref-i mahlukatı’ insan seçilmişliği ve özelliğiyle beraber, özgürlüğü neticesinde yaptığı hatalar ve yanlışların ikazı bazen bu dünyada yapılabiliyor. Gafletin içine çeken soğuk yüzünden uyanış işte bu ikazlar ile kendini gösteriyor. İrkiliyor insan. Çaresizliğini ve acziyetini anladığı demlerde tek kurtuluşun o’na biad etmekle gerçekleşeceğini anlıyor, adı konulmaz sıkıntılara O’ndan gelme düşüncesiyle merhem sürüyor. Farkındalığın en güzel hali olan bu silkiniş, akla gelen sayısız soruların cevaplanışıyla devam ediyor. Belki o­nlarca seminerde veya yüzlerce kitapla kazanılamayan bilgi ve mantık sistemi ufak bir musibetle insanın aklına ve kalbine bir balyoz gibi iniyor. Bir musibetin binlerce nasihatten etkili olduğu gerçeğini insan tüm hücrelerine kadar hissediyor.

Bir kerâmet bir ödül, ilahi bir ikaz diyebileceğimiz musibetler insanın düşünce dünyasında çatallaşan yolları teke indirip, sisli olanları netleştiriyor. Kullarına karşı çok şefkatli olan yaradan, kendisinden gelecek azaptan sakındırıyor. Tıpkı sınav yaptığı öğrencisinin kulağını hafiften çeken hoca gibi. Ta ki dersten kalmasın. Bu ders ki ne alttan alma şansımız var nede bütünlemeye girme şansımız.Telafisi mümkün değil geçen ve yitirilen zamanın. Yaşadıkça anlaşılan bu durum, anlaşıldıkça değerini hissettiriyor. Ve insan yaşadıkları zahirde üzücü ve zorda olsa minnet duygusunu kalbini hissetmeden edemiyor. Tabi önemli olan bu bilinci anlamak ve sabretmek. Bu bilinçle sabır göstererek öz eleştirisini ve performans analizini yapan insan doğruyu, güzeli bulacak ve hatasını anlayarak, çözüm alternatiflerini er geç bulacaktır. Nitekim gönlümüzün ayine-i misali olan fiili yanılgılarımızın farkında olmak ve bu hafif tokatlardaki şefkati idrak karanlığın içindeki aydınlıkta izlediğimiz silüetten edindiklerimiz en önemli azıklarımızdır. Vicdan yargıcının önünde makamsız ve mevkisiz duruş ve kaçınılmaz pişmanlıkların eşiğinde duruşumuzun neticesinde hayatımızın önsözlerini oluşturan nedamet ve istiğfarlara sığınmak bize düşen en önemli vazife… Celâlli musibetlerin arkasında böylesine cemâlli bir kasd-ı İlâhî varlığı kati ise en makbulü daha çok O’nda ve O’nunla olmak…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*