Sadeleştirme üzerine…

alt

Üstad, Otuzuncu Lem’anın Altıncı Nüktesi’nin başında İhtar olarak bir paragrafa yer veriyor. Bu paragrafın ortalarında şöyle bir kısım var:

“‘Bir şey bütün elde edilmezse, bütün bütün elden kaçırılmaz’ kaidesiyle, ‘Bu manevî bahçenin bütün meyvelerini koparamıyorum’ diye vazgeçmek kâr-ı akıl değildir. İnsan ne kadar koparsa kârdır.”

Burada bize söylenen mesaj açık: “Bugün bu manevî bahçeden kopardıklarınız yeter. Bir dahaki gelişinize belki daha çok meyveye ulaşacaksınız. Şimdi toplayabildiklerinizi toplayın ve bunu kâr kabul edin.”

Ama bu mesajı anlayıp nefsimize dinlettirmek zor.

Bunu nefsimize söylesek, bize muhtemel cevabı şöyle olacak:

“Bir daha bu bahçeye kim gelecek? Şimdi gelip bu bahçeye girdiğimize göre bütün meyveleri almamız lâzım. Çünkü bizim için geçerli olan ‘Ya hep ya hiç.’ Birazını alıp gitmek olmaz.”

İşte nefis bu. Ondan daha farklı bir cevap beklemek olmaz sanırım. Ama pes etmemek lâzım. Üstadın verdiği mesajı hayatımıza uygulamamız lâzım. Bunun için de nefsimizi bu konuda susturmamız gerek.

O zaman devam ediyoruz:

“Ey nefis! Görmüyor musun ki, o ağaçların dallarına bizim boyumuz yetişmiyor. Ne yapacağız?”

“Belki o ağaçlardan meyve alabilmek için bizim boyumuz yetmiyor olabilir. Olsun! Uzanabildiğimiz dallara asılır aşağı çekeriz. Dalları kırmak pahasına da olsa o meyveleri toplarız.”

“Peki, dallar kırılırsa ne olacak? Öyle bir durumda o ağaç seneye nasıl ürün verebilir ki?”

“Kırılsın! Bizim için önemli olan meyvelere ulaşmak değil mi? Hem tekrardan ürün vermesine gerek yok ki? Biz şimdi işimizi görelim. Seneye bakarız. Ayrıca bu bütün meyveler bizi uzun seneler idare edebilir. Eğer olur da biterse, başka bahçelere gideriz.”

Teşbihte hata olmasın, şu zamandaki durum da bunun gibi değil mi?

Manevî bir bahçe olan Risale-i Nur’u okuyoruz, ama anlamıyoruz düşüncesiyle veya anladığımızı kâfî görmemek gibi bir saikle hepsine sahip olmak istiyoruz.

Peki, bu kötü bir şey mi?

Hayır. Bunu iyi değerlendirirsek bu tabiî ki kötü bir şey değil. Daha çok anlamak için Risale-i Nur’u tekrar tekrar okuyabiliriz.

Ama burada da nefis boş durmaz, tekrar devreye girer.

“Aynı kitabı 3 kere, 4 kere, belki 10 kere neden okuyalım ki? Bu zamanda böyle şey olur mu? İçindeki bilgiler aynı değil mi? O kadar çok okuyunca ne değişecek?” der.

Aslında bunun cevabı yine bahçe temsiliyle verilebilir. Bu manevî bahçeye sonraki gelişlerimizde belki boyumuz daha uzun olacak ya da elimizde meyvelere uzanmamızı sağlayan bir araç olacak. Aynen bu temsildeki gibi o kitapları tekrar okuduğumuzda da bilgimiz daha çok olacak, daha farklı kapılar, daha farklı pencereler, daha farklı mîzanlar olacak. Dolayısıyla kitaptan aldığımız bilgi de eski okuyuşlarımızdan farklı olacak.

Yani “aynı kitaptan her seferinde farklı bir bilgi”. Bu aslında müthiş bir şey, ama bunun olması için bol bol okumamız, emek sarf etmemiz, zaman harcamamız lâzım. Bu ise ancak nefsimizi aradan çekmekle mümkün olur.

Şöyle özetlemeye çalışırsak, önümüzde iki yol var:

Ya nefsimize uyacağız ve “Bu bizim işimize gelmez. Çünkü biz çok meşgul insanlarız. Yeni kelimeler öğrenmeye, aynı kitabı tekrar tekrar okumaya, bir yazıyı anlamak için emek sarf etmeye/zorluk çekmeye vaktimiz yok. Dayanacak/sabredecek gücümüz yok. Ayrıca değişmeye de niyetimiz yok. Hem niye değişelim ki? Zaten bizim değişmediğimizi görüp, bizi değiştirmek için (!) değişen insanlar var. Sağ olsunlar, var olsunlar…” diyeceğiz.

Ya da ellerimizi açacağız ve “Ya Rab! Nefsimizi bize musahhar eyle. Kalbimizi ve aklımızı Risale-i Nur’a musahhar kıl” diye duâ edeceğiz. Üstadın tavsiyesine uyup o manevî bahçeden kopardıklarımıza şükredeceğiz. Bu sayede inşaallah o bahçeden bir ömür faydalanabileceğiz.

Seçim bize kalmış.

Kısa sürede bir dirhem hazır lezzet mi? Uzun zamanda bir batman lezzet mi?

Vesselâm…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*