Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî, 28 senelik sürgün hayatında ve muhtelif istibdat ve tazyikat altında olduğu her dem şevk ü gayret içinde olmuş ve hiçbir zaman o kudsî vazifesine bir fütur vermemiştir. Çünkü Kur’ân’ın sönmez ve söndürülemez bir güneş olduğunu bütün dünyaya ilân edeceğini yakînen bilmiştir. Buna Rabb-i Teâlâ’ya teşekkür ve şükür nazarıyla bakmış, kadere teslim olmuş ve muvaffak olmuştur.
Her şey kader çerçevesinde takdir edilmiştir. Bu itibarla olması gereken ve yaşanması gereken elbet birgün olur, güzel olsun çirkin olsun. Burada önemli olan kader-i İlâhiye teslim olabilmektir. Peki zahiren musîbet ve çirkinlik arz eden hadiselere nasıl bakmalı? “Her şey Allah’tandır” ve “Allah’tan gelen her şey güzeldir” kaidesince bakmalı. Zahirî musîbetler altında ve neticesinde Allah’ın çok tatlı hikmetleri var olduğunu bilmek, maziye kader nazarıyla bakmak ve bunu şükre ve mânen teşekküre kalbetmek lâzımdır. Bunun tersi durumu düşünürsek yani önümüze çıkan her olumsuz hadisede ve olayların zahiren aleyhimize dönüşeceği zamanlarda hâşâ kaderi tenkid edersek Rahmet-i İlâhîden mahrum kalmaya dûçâr olabiliriz. Çünkü Üstadın, “Kaderi tenkid eden başını örse vurur kırar, rahmete itiraz eden rahmetten mahrum kalır” ifadesi de, kaderin nasıl düşünülmesi ve neticesinde nelere bağlanılması gerektiğini ortaya koyuyor. Bizler Allah’ın birer mülküyüz ve memluküyüz ve dolayısıyla mülkünde istihdam ediliyoruz. Mülk sahibi Allah mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Nasıl ki usta bir sanatkâr farzetsek, kıymettar bir elbiseyi güzel ve münakkaş bir surette yapmak için miskin bir adamı model yaparak kendi san’at ve maharetini göstermek istiyor. Dolayısıyla o elbiseyi o adam üstünde keser, biçer, kısaltır, uzatır hakeza. O adam diyebilir mi ki “Benim rahatımı bozuyorsun ve elbiseye ilişip elbiseyi tebdil etmekle istirahatime zarar veriyorsun?” Kesinlikle! Aynen öyle de Allah mülkünde bizleri bir model yapmış. Allah Sani-i Zülcelâl’dir. Binbir esmasını ve kemal-i san’atını göstermek için bilhassa zîhayata bir vücut libası giydirmiştir. Üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar, cilve-i esmasını bu cihette gösterir. Bizler Allah’ın birçok ismine âyine oluyoruz. Bunlara şükür ve hamdle mukabele etmek gerektir. Bütün sıkıntı ve musîbetlere karşı mezkûr faideleri düşünüp sabır ve tahammülle şükretmek en doğrusudur. Hadiselerin gelişindeki sıkıntılar rahmete ve hayra yorulmalı, başa gelen musîbetin bizde bir vazifesi var olduğu bilinmelidir. Yoksa habersiz, kimden geldiği ve ne için geldiği bilinmediği takdirde, doğru idrak edilmeyip menfî söylentilere ve neticelere başvurmak fikri ve kalbî sıkıntılara meydan verebilir. Bu cihetten düşündüğümüzde kadere teslimle beraber teşekkî değil teşekkürü bir şükür vesilesi bilmek gerektir.
Peygamber Efendimiz (asm), 23 senelik nübüvvet hayatında, en yakın bildiği amcasından tutun Umeyye bin Halef gibi Ebu Cehil gibi kömür ruhlu, insanlıktan istifa etmiş insanlarla çok defa karşı karşıya gelmiştir. İnsanların en fazla musîbete ve sıkıntıya uğrayanları öncelikle peygamberler, sonra âlimler ve sırasıyla salih insanlardır (hadis meâli). Dolayısıyla neylerse güzel eyleyen Rabbimizden gelen her şey güzel ve faydalı olmasaydı Peygamberimize (asm) bu kadar musîbet gelir miydi? Bundan dolayı Peygamberimiz (asm) “Başınıza bir musîbet geldiğinde beni hatırlayın. Çünkü hiçbiriniz benim kadar musîbet yüzü görmemiştir” diyerek ümmetine tesellide bulunmuştur. Adeta sabır içinde şükretmiş, hâlinden bir nebze olsun teşekkide bulunmamıştır. Hz. Peygamberimiz (asm) sabrı ve neticesinde şükrü kendine vird edinmiş, bu iki hasleti hayatı müddetince nokta-i istinad olarak kullanmıştır. “Çünkü iman iki kısımdır: Sabır ve şükür” der Peygamberimiz (asm). Sabrederek kadere teslim olmuş ve şükrüyle de alâ-yı illiyyîn denen en üst mertebeye, Vesile’ye vâsıl olmuştur. Teslimiyette melekleri bile geride bırakmıştır.
Allah’ın biz kullar üzerideki tasarrufunu ve ne hayırlar murad ederek farklı hallere koyduğunu bir bilebilsek, teslimiyette ve şükürde bir an geri durmazdık. Biz olayların gelecekteki neticelerini kestiremediğimizden şimdiki hâle hükmedip hatalara ve günahlara girebiliyoruz. Risale-i Nur’da da ispat edilmiştir ki, bazen zulüm içinde adalet tecelli eder. Yani herhangi bir sebep bizi bir haksızlığa, zulme atıp felâkete sürükleyebilir. Yeri gelir haksız da olabiliriz. Şimdi zahiren musîbet addedilen bu gibi hadiseler karşısında âdil kadere teslimiyetle yol bulmanın dışındaki imkânlar kederlere giden yollardır. Çünkü belâ ve sıkıntılardan içtinab, kadere teslimiyeti iktiza eder. Buna en makul çözüm tam bir teslim-i kalp ile fikredip şükür kapısı ile mukabele etmek lâzımdır.
“Hasbünallahü ve ni’me’l-vekil’’ âyetini bir tevekkül vesilesi kılmak lâzım. Yani “Allah bana yeter ve O ne güzel vekildir” deyip tam bir teslimle müteveccih olunmalıdır. Bizi bizden daha iyi bilen ve üzerimize tasarrufunda çok hikmetler ve hayırlar murad eden Allah’a hüsn-ü niyetle şükretmek gerekir. Artı olsun, eksi olsun kader-i İlâhî adaleti temin eder, insan zulmetse de… Risale-i Nur’da “Beşer zulmeder, kader adalet eder” kaidesi gibi. İşlenen hatalara keffaretü’z-zünub kabilinden olması bakımından çok hayırlıdır. Aksi durumda, yani Allah’ın dünyada bir şekilde günahların cezasını vermemesi veya affetmemesi durumunda, ahirete yani mahkeme-i kübraya bırakılacak. Bunun da böyle olmasını kimse arzu etmez.
Hayatında daima şükredici olan ve bunu Allah’a karşı bir vazife bilen, böylelikle müteselli olup kederlerden kurtulanlar, teşekkürle kadere teslim olmuş olanlar dünyasında da, ahiretinde de muvaffak olmuştur. Ey Rabbimiz, imtihan ettiğin biz kullarını, hayatı müddetince şükredici ve sabırla Senin rızanı arzulayıp teselli bulan, hakkıyla inanan ve inandığını lâyıkıyla yerine getiren salih ve müttaki kullarından eyle. Âmin.
Benzer konuda makaleler:
- Kadere iman eden, gamlardan kurtulur
- Kadere iman eden, kederden emin olur
- Tevekkül anlayışı nedir?
- “Said Nursî’yi tanımadığım yıllar bedbahtlıktır”
- Kader ile ilgili tuzak sualler
- Kader ve tevhid dengesi, itikadı istikametlendirir
- Kader değildir, derken
- “Kadere itiraz, yaratılışa itirazdır”
- Kaderin adalet ve merhameti
- İmansız cennete gidilebilir mi?
İlk yorum yapan olun