Açık – gizli Lozan görüşmeleri

Nihaî anlaşmanın (1923) yüzüncü yılı vesilesiyle bir kez daha gündeme gelen Lozan Antlaşması’na dair ortaya çeşitli belgeler konuluyor, bilgiler, yorumlar serd ediliyor.

Bu sebeple, biz de kendi penceremizden meseleye bakarak, hem açık, hem de gizli Lozan görüşmeleri hakkında şimdiye kadar ulaşabildiğimiz bilgi ve belgeleri burada dikkat nazarlarında takdim etmek istiyoruz.

Şunu hemen başta ifade edelim ki, uluslararası yazılı-resmî hukuka göre, Lozan Antlaşmasından önce “Türkiye Devleti” henüz yoktu. Türkiye hükûmeti, yahut Ankara hükûmeti vardı.

Keza, Lozan’da kabul edilecek olan yeni Türkiye Devleti’nin başkenti de, yine söz konusu nihaî antlaşmadan sonra Büyük Millet Meclisi kararıyla “Ankara” olarak kabul ve tasdik edildi. (Görüşmeler esnasında, başka tekliflerin olması sebebiyle şiddetli münakaşalar da yaşandı.)

Osmanlı’dan sonraki yeni Türkiye’ye “devlet statüsü”nü kazandıran Lozan Antlaşmasının açık hükümleri, metinleri, hatta son anda kabul edilen “Mübadele Protokolü” gibi ek maddeleri de ortada. Bunları hemen herkes birçok kaynaktan bakıp görebilir, okuyup öğrenebilir.

Asıl kritik ve merakları tahrik eden nokta, Lozan’da gizli görüşme ve anlaşmaların olup olmadağını hususudur.

Burada hemen ifade edelim ki, Lozan’da kat’i sûrette gizli görüşmeler de yapıldı, gizli anlaşmalara da varıldı.

İlerleyen bölümlerde açıkça görüleceği üzere, ulaşabildiğimiz muhtelif kaynaklardaki bilgi ve delillere toplu halde bakıldığında, “Gizli Lozan” hakkında en ufak bir şüpheye dahi yer kalmadığı görülecektir. Akıl ve insaf sahiplerinin bu noktada herhangi bir tereddütleri kalmayacaktır.

Tabiî, konuya dair inatçı ve bağnazca yaklaşımlar, peşin hükümler, siyasî ve ideolojik saplantılar bahsimizden hariçtir. Böyleleri için ne yaparsanız yapın nafiledir, beyhudedir.

Konuya dair kaynaklardan biri, o dönemin en önde gelen şahitlerinden biri olan Kâzım Karabekir Paşanın sözleri, notları, itirazları ve bilhassa kitaplara geçen beyanlarıdır. Kaynaklardaki ayrıntılı bilgileri daha sonraki bölümlerde göreceğiniz Karabekir Paşanın bir tesbiti şudur: Lozan Antlaşması meselesinin gündemde olduğu esnada, Mustafa Kemal şunları söylüyor: “Önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle, kalkınma kolay ve çabuk olur.”

Karabekir Paşa, aynı yöndeki sözleri, daha sonra İsmet Paşa’dan da bizzat duyduğunu ifade ettikten sonra, bu yöndeki umumî havanın Lozan ile bağlantılı olduğu ve orada gizli bazı kararların alınmış olduğu kanaatine varıyor.

Bunu üzerine, İsmet Paşanın yüzüne de söylediği “Dinsiz bir millet yaşayamaz” kanaatiyle, hayatında yeni bir karar alıyor: Yolunu “Lozancı” ekipten ayırmak sûretiyle, yeni bir siyasî arayışın içine giriyor. Nitekim, bilâhare başına geçtiği Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nı kurma gerekçesini de söz konusu gerekçelere dayandırıyor.

Gizli Lozan’a dair bir diğer kaynak, ilk dönem Başbakanlardan “Hamidiye Kahramanı” Rauf Orbay’ın anlattıklarıdır. O da, aynen Karabekir Paşanın söylediklerini teyid eden beyanlarda bulunuyor. Kitaplara geçen bir ifadesi aynen şöyledir: “İsmet, Lozan’dan sonra, Hilâfetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.”

Bir başka kaynak, tarihçi Mustafa Armağan’ın yayınladığı bilgi ve belgedir ki, bu da İngiltere Kralı V. George’un sözlerine dayanıyor. Hilafetin kaldırılmasına (3 Mart 1924) dair hazırlanan kanun tasarısına atıfta bulunan Kral, Avam Kamarası’nda yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kànun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder: “Bu tasarı kabul edilir edilmez, Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve yeni bir çağ açılacak.” (CAB/23/46, s: 424)

Büyük Britanya’nın (İngiltere) sembolik Devlet Başkanı Kral George, Lozan Antlaşmasını 7-8 ay sonra, yani Hilafetin Kaldırılmasından sonra imzaladı.

Bu gelişmeyi bekledi. Kemal Paşa da öyle yaptı. Demek ki planlıydı. Bir antlaşmanın yürürlüğe girmesi için, en son devlet başkanlarının imzalaması gerekiyor. Aksi halde yürürlüğe girmez.

Lozan Antlaşmasına dair keskin kalemleriyle konuyu irdeleyen iki yazar daha var: Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu. İhtisas tarihçileri ve siyasiler, onların yazdıklarına ve bakış açılarına pek itibar etmemekle beraber, şimdiye kadar ilgili kaynaklardaki iddiaları çürütene de pek rastlanılmadı. Kimisi kafadan reddiye ile, kimisi de suskunlukla geçiştirmeye çalıştı.

K. Mısıroğlu, “Lozan Zafer Mi, Hezimet Mi?” isimli iki ciltlik kitap neşretti. Necip Fazıl ise 6 Ekim 1950 tarih ve 29 No’lu Büyük Doğu mecmuasında “Lozan’ın İçyüzü” başlıklı makaleyi neşretti. Aynı makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin “Emirdağ Lahikası” isimli risalesinde de iktibasen yayınlandı.

Bu kaynaklardaki bilgiler yeterince yayınlandığı ve hemen her tarafta kolayca bulunabildiği için, bunları burada tekraren yayınlamaya ihtiyaç kalmıyor.

Bizim açımızdan bu çağda güvenilir tefsirlerin başında Risâle-i Nur Külliyatı gelir. Üstad Bediüzzaman, bu muazzam tefsirinde, istikbale ve zamanımıza bakan âyetlerin sarih manaları gibi, remzî ve işarî manaları üzerinde de duruyor. Tefsirinde, Lozan Muahadesi ile birlikte, ondan önce ve sonrasındaki antlaşma ve gelişmelere de temas ederek, Kurân’ın bir manevi mucizesi ile perde gerisindeki gizli görüşmelere ve anlaşmalara parmak basıyor. Bilhassa “Yestehibbüne’l-hayatüd-dünya alel âhire/Onlar ki, seve seve dünya hayatını âhirete tercih ederler” manasındaki İbrahim Sûresi 3. âyetinin işaretiyle, Sevr ve Lozan’daki gizli anlaşmalarla, fikren ve mânen “Dünyanın dine tercih edildiği” mana ve mesajını istihraç ediyor.

Bunun dışında, daha başka ayetlerin tefsirinde de, aynı tarih süreci içinde, Frengilik manasındaki Avrupaîliğin, Prutluğa yönelişin, İslamdan çıkma teşebbüserinin, dünyayı dine tercih etme politikalarının her fırsatta devreye sokulmaya çalışıldığına dair yorum ve tevillerde bulunduğunu görmekteyiz. İlerleyen bölümlerde bunların da bir kısmı iktibasen dikkat nazarlarına sunulacak.

Ulaştığımız kaynaklara dair bu bilgileri takdimden sonra, şimdi Lozan’a dair yakın tarihteki gelişmelerin seyrine geçebiliriz.

Önce kronolojik gelişmelerin kısacık bir takdimini yapalım. Kaynak, Türk Tarih Kurumu tarafından hazırlanan “TC Kronolojisi” isimli kitap.

1 Kasım 1922: Saltanat ile Hilâfet birbirinden ayrılarak, Meclis tarafından saltanat sistemine son verildi. Meclis’te, ayrıca o günün bayram olarak kabul edilmesi kararı alındı.

15 Kasım 1922: İşgal kuvvetlerinin komuta kademesi, aileleriyle birlikte İstanbul’u terk etmeye başladı.

(NOT: Üstad Bediüzzaman’ın da aynı günlerde İstanbul’dan Ankara’ya gelmiş olduğu kuvvetle muhtemel.)

20 Kasım 1922: Lozan Konferansı’nın açılış töreni yapıldı.

22 Kasım 1922: İstanbul’dan Ankara’ya gelen Bediüzzaman Said Efendi için Meclis’te “Hoşâmedî/Hoşgeldin” merasimi yapıldı.

12 Aralık 1922: Lozan heyeti başkanı İsmet Paşa’nın “Konferansta ileri sürülen teklifler ve bu tekliflere karşı görüş isteyen” telgrafına, Mustafa Kemal’in cevabı: “Nerede durmak lâzım geleceğini, parlak zekânız ve kuvvetli muhakemeniz kestirebilir.”

19 Ocak 1923: Bediüzzaman Said Nursî, mebuslara hitaben 10 maddelik bir “Beyannâme” neşretti.

7 Şubat 1923: Günlerden Çarşamba. M. Kemal, Balıkesir Zağnos Paşa Camii minberinden halka hitap etti.

16 Şubat 1923: İsmet Paşa başkanlığındaki delege heyeti, Lozan’dan İstanbul’a geldi. (Devamı var)

18 Şubat 1923: M. Kemal Paşa, üç hafta önce evlendiği Latife Hanımla birlikte İzmir’den Ankara’ya doğru hareket etti.

19 Şubat 1923: İzmir’den gelen M. Kemal ile Lozan’dan dönen İsmet Paşa Eskişehir’de buluştu. İkisi yalnız ve başbaşa olmak üzere, tâ Ankara’ya kadar Lozan’daki durumu görüştü.

(NOT: Bu görüşmeye Latife Hanımın ne ölçüde şahit olduğunu henüz bilemiyoruz. Açıklanması şimdilik yasaklanan özel mektuplarında, bu görüşmeye dair bazı notların bulunması kuvvetli ihtimal dahilinde.)

21 Şubat 1923: Meclis’te Lozan Konferansı hakkında gizli görüşmeler başladı. Bu oturumlar esnasında, özellikle Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey ile Trabzon Mebusu Ali Şükrü Beyin ateşli konuşmalar yaptığı ve bunun da onlara çok pahalıya mal olduğu bilinen tarihî bir gerçek.

(NOT: Ali Şükrü Bey, çok kısa bir müddet sonra bir tertibe kurban gitti. Hüseyin Avni Bey ise, ömür boyu siyasetten men’ edildi.)

27 Mart 1923: Trabzon mebusu Ali Şükrü Bey, Çankaya muhafız komutanı Topal Osman tarafından gizlice ve hunharca öldürüldü. Ali Şükrü Beyin cesedi, aradan birkaç gün geçtikten sonra, sıkı aramalar sonucu Ayrancı’daki bir bağ evinde bulundu.

23 Nisan 1923: 4 Şubat’ta ara verilen Lozan Konferansı’nın ikinci safha oturumuna başlandı.

3 Mayıs 1923: Yaklaşık yedi aydır Ankara’da bulunan Bediüzzaman Said Nursî, Anadolu–Bağdat Demiryolu treniyle Van’a gitmek üzere Ankara’dan ayrıldı.

24 Temmuz 1923: II. Lozan Konferansı sona erdi. Taraflar antlaşmaları imzaladı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi, barışın sağlanmasını ve genel olarak antlaşmayı müsbet olarak karşıladı. Ancak, bazı üyeler, Musul Meselesi’nin geriye bırakılması ve On İki Ada’nın Yunanistan’a terk edilmesini kabul etmiyordu.

Antlaşma, nihayet 2 Ağustos 1923’te ekleri ile birlikte 14’e karşı 213 oyla Meclis’te kabul edilmiş oldu.

Mustafa Kemal’in devlet başkanı sıfatıyla Lozan’ı imzalaması ise daha sonraki bir tarihte gerçekleşti. Böylelikle, imza, “Halifeliği kaldırmış bir devletin başkanı” sıfatıyla atılmış oluyordu.

Gariptir ki, İngiltere’de de benzer mahiyette bir durumun yaşandı. Tarihçi Mustafa Armağan şu bilgiyi aktarıyor: “İngiliz Milli Arşivlerinden (National Archives) bulduğum ve ilk kez burada (www.mustafaarmagan. com.tr/hilafetin-kaldirilmasini-ingilizler-mi-istemisti) yayınlanacak olan bir gizli belge, Lozan’ın Hilafetle bağlantısını net bir şekilde ortaya koyacak nitelikte. 10 Ocak 1924 tarihinde İngiltere Kralı V. George, Avam Kamarası’na yaptığı açış konuşmasında, Lozan’ı ilgilendiren bir kànun tasarısının derhal görüşülmek üzere Parlamentonun gündemine geleceğini belirttikten sonra şu çarpıcı cümleyi sarf eder: ‘Bu tasarı kabul edilir edilmez, Lozan Antlaşması onaylanmış olacak ve yeni bir çağ açılacak.” (CAB/23/46, s. 424)

Kronolojik sıralamanın başında da belirtildiği gibi, Birinci Lozan Oturumu 22 Kasım 1922’de fiilen başlatılmış oldu.

Meşhûr Lozan Konferansı, ya da görüşmeleri, genel hatlarıyla “Türkiye ile diğerleri” arasında cereyan etti.

Yeni Türkiye heyetinin (Ankara hükûmeti heyetinin) karşısında şu ülkelerin delegasyonu bulunmaktaydı: İngiltere, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika, Rusya ve Yugoslavya. (Konferansta eski müttefik Almanya’nın yer almaması, Türkiye’yi âdeta yalnızlığa mahkûm etti.)

Birinci Dünya Savaşı mağlubiyetinden hemen sonra, hatta onun devamı mahiyetinde başlayan ve dört sene devam eden İstiklâl Harbi, esasında büyük bir zafer ile neticelenmiş olmasına rağmen, Lozan’da buna eşdeğer bir zafer değil, aksine bir hezimet yaşandı.

Lozan’a giden heyetin reisi, Batı Cephesinden Hariciye Vekilliğine getirtilen İsmet Paşadır. Böyle olmasını Meclis Başkanı Mustafa Kemal istedi.

Ankara’da teşkil olunan Yeni Türkiye Hükûmeti adına ilk diplomatik anlaşmayı (Gümrü Antlaşması, 3 Aralık 1920) gerçekleştiren Kâzım Karabekir, o tarihten iki yıl sonra ise, bu kez Lozan’a gidecek heyetin başında olmak ister. Bu yöndeki düşüncesini aktardığı Mustafa Kemal’den “cevab-ı red” aldığını “Günlükler”inde dile getirir.

Aynı yöndeki niyetin içine giren bir başka isim daha var: O tarihte Başbakan konumunda olan Rauf Orbay. Hatırat’ını okuduğumuz Başvekil Rauf Orbay, Mondros Antlaşmasında (30 Ekim 1918) Osmanlı hükûmeti adına başkanlık ettiği için, Lozan’a gidecek heyete de başkanlık etmek ister, fakat Mustafa Kemal buna karşı çıkarak İsmet’i tercih eder. Böylelikle, ipler büyük ölçüde İsmet Paşanın eline geçer.

Mustafa Kemal, Millî Mücadele kahramanı, İstiklâl gazisi ve aynı zamanda diplomat olan her iki mümtaz şahsiyete verdiği “cevab-ı red”din gerekçesi aynıdır: “Sulh heyetimize baş murahhas (heyet başkanı) olarak (Lozan’a) seni gönderemem. Çünkü, sen kafanla hareket edersin. İsmet Paşayı göndereceğim. Çünkü, o sözümden çıkmaz.”

Türkiye’de en üst seviyede askerî ve siyasî görevlerde (Bakanlık, Başbakanlık, Meclis İkinci Başkanlığı…) bulunmuş olan “Hamidiye Kahramanı” Rauf Orbay, Lozan ile ilgili gelişmeler hakkında, ayrıca şunları söyler: “İsmet Paşa, anlaşıldığına göre, Lozan’da İngilizlerle bir çeşit gizli arabuluculuk rolü oynayan Yahudi Hahambaşı Haim Naum’un telkinleriyle, Hilâfetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye’de devamına müsaade edilmeyip, derhal kaldırılması fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.” (Feridun Kandemir; Hatıraları ile Rauf Orbay, s: 96)

Dahilde ve hariçteki Lozan görüşmeleriyle ilgili en hacimli bilgi, belge, hatırat ve kitabî metinlerin Karabekir Paşa ile bağlantılı olduğunu görüyoruz. Onu tekzip edenler, onun hiçe sayarcasına tarih yazanlar, yakın tarihin hem hırsızları, hem yalancıları durumuna düşmektedirler. Çünkü, 1926-38 yılları arasında Karabekir Paşanın Erenköy’deki evine defalarca baskın yapılmış, çuvallar dolusu belgelerine el konulmuş, büyük kısmı da imha edilmiştir. Yapı-Kredi Yayınları arasında iki cilt halinde yayınlanan “Günlükler”nde, söz konusu hırsızlığı ve bilgi-belge katilliğini açıkça görmekteyiz.

Yine de bir miktarı kurtuldu, yahut kurtarıldı ki, aşağıda aktaracaklarımız, bunların konumuzla ilgili olan kısımlarından ibaret.

Karabekir Paşanın Lozan’a dair beyanlarıyla ilgili iki önemli kaynak var. Bunlardan biri, 2008’de Yapı Kredi Yayınları arasında çıkan iki ciltlik “Günlükler”; bir diğeri ise, 1993’te Tekin Yayınevi tarafından basılan Uğur Mumcu’nun “Kâzım Karabekir Anlatıyor” isimli kitabı.

Önce, Mumcu’nun kitabındaki ilgili bazı bölümlere bakalım. Karabekir şunları anlatıyor:

(Temmuz 1923) Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı: İslâmlık terakkiye (ilerlemeye) mani imiş! Halk Fırkası lâ-dini (din dışı) ve lâ-ahlâkî (ahlâk dışı) olmalı imiş!.. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlûp oldukları halde, istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış.. Medeniyete girmişlermiş.. Türkiye İslâm kaldıkça Avrupa ve İngiltere müstemlekelerinin (sömürgelerin) çoğunun halkı İslâm olduğundan, bize düşman kalacakmış. Sulh yapmayacaklarmış.

10 Temmuz 1923’de Ankara İstasyonundaki Kalem-i Mahsus (Özel Kalem) binasında fırka (parti) nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbihallere başlamıştık… (Vaktiyle ve hatta pek yakın zamana kadar) Kendisini Hilâfet ve Saltanat makamına lâyık gören, bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan, din ve namus lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta (Balıkesir’de) hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden (takılan), fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen Mustafa Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce, şu izahatı verdi: “Dini ve nâmusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur.” (Age, s. 83)

Uğur Mumcu’nun önce Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilen, bilâhare kitap haline getirilen “Kâzım Karabekir Anlatıyor” isimli dosyadan, şimdi de İsmet Paşa ile ilgili bölümden bazı iktibaslar yapalım.

“Kurân ve Peygambere saldırı furyası, Lozan kaynaklı”

Karabekir, din ve devrim konularındaki endişelerini her yerde anlatır: “Uzmanlar, fikirleri işlesinler. Yoksa din ve ahlâk konularında atılacak yanlış adımlar gençliği züppeleştirir.”

Paşa endişelidir… Şöyle düşünür: Dinî ve ahlâkî devrim, bilim adamlarına dayanmadığına göre “Nereden geldiği belli olmayan bu fikir”, toplumda, hem de her şeye müsait bir muhitte yaman hadiselere yol açabilir… Karabekir, konuyu yakın arkadaşı İsmet Paşa ile de görüşür ve şu kayıtları düşer:

“16 Ağustos’ta (1923) İsmet Paşa ile görüştüm. Ona 18 Temmuz’da Teşkilât-ı Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız ‘İslâm terakkiye mani midir?’ münakaşasını ve Gazi Mustafa Kemal’in yakın zamanlara kadar her yerde İslâm dinini, Kur’ân’ı ve Hilâfeti medh û senâ ettiği ve pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda Hutbe dahi okuduğu halde, dün gece Heyet-i İlmiye’de Peygamberimiz ve Kur’ân hakkında hatır ve hayâle gelmeyecek tecavüzde bulunduğunu anlattım. Ve bu tehlikeli havanın ‘Lozan’dan geldiği’ hakkındaki kanaatin umumî olduğunu da söyledim.

“İsmet Paşa, Macarlar ve Bulgarlar, aynı saflarda İtilâf Devletlerine karşı harp ettikleri ve mağlûp oldukları halde, istiklâllerini muhafaza etmiş olmaları, Hıristıyan olduklarından, bize istiklâl verilmemesi de İslâm olduğumuzdan ileri geldiğini söyledi. Ayrıca, bugün kendi kuvvetimizle yıllarca uğraşarak kurtulduksa da, İslâm kaldıkça müstemlekeci (sömürgeci) devletlerin ve bu arada bilhassa İngilizlerin daima aleyhimizde olacaklarını ve istiklâlimizin de daima tehlikede kalacağını, bana anlattı.

“Ben de bu fikre iştirak etmediğimi şu mütalâalarıma dayanarak söyledim: Böyle bir fikrin doğuracağı hareket, milletin başına yeniden daha korkunç ve daha meşum (uğursuz) bir istibdat (despotluk) idaresi getirecektir. Daha kazanamadığımız millî neşe kaçacak, birçok emekle kurulan millî birliğimiz de bozulacaktır. Biz içerde birbirimizi boğarken, bize bu kurtuluş yolunu gösteren (ecnebi) diplomatlar da ‘Türkler Hıristiyan oldu!’ diye, bütün İslâm âlemini bizden nefret ettireceklerdir… Bu surette, bizi te’dip etmek için, İslâm âlemi, ruhlarında isyan duyacaklardır. Artık İtilâf Devletleri Yunan ve Ermeni kuvvetleriyle başaramadıkları emellerini, İslâm ordularını ve hele Arapları, ‘Salli âlâ Muhammed’ diye üzerimize saldırtmakla elde etmeye kalkışacaklardır… Sultan Mahmut devrinde ‘Türkler Hıristiyan oluyor’ diye Arap ordularını Anadolu içlerine sevk eden ve orduları idare eden Fransızlar değil miydi? Türk donanmasını ifsat eden ve Mısır’a teslimine sebep olan politika aynı oyun değil miydi?.. Öteden beri, bir taraftan hükümete ‘Avrupalı olun, Garp hayatını aynen alın, başka kurtuluşunuz yoktur’ derler. Diğer taraftan da attığımız adımları teşvik ederler ve İslâm âlemine de ‘Türkler Hıristiyan oluyor’ diye aleyhimizde nefret uyandırırlar. Esasen, imkânsız olan bir şeyi yapıyor görünmek bile maddî-manevî bütün kudret kaynaklarımızı mahv u harap eder. Neticesi, bu işi benimseyeceklerin hayatları ve prestijleri de kâfi gelmeyeceğinden, kendi elimizle milleti anarşiye sürükleriz. Neticede, Bolşeviklik cereyanları arasında mahvolmak veya müstemleke (sömürge) olarak istiklâlimizi kaybetmek de uzun sürmez. Mustafa Kemal Paşa’nın son beyanatı, bütün ilim adamlarımızı hayret ve korku içinde bırakmıştır. Çok vahim neticeler doğurabilecek bu fikri hep bir arada müzakere ve münakaşa etsek, millet ve memleketin hayrına olur. Lozan, bize istibdat ve tehlike getirmesin?!” (Age, s: 95-96)

Önemli bir nokta da şudur:

Karabekir, Günlükler’inde Hilafetin kaldırılması öncesi yapılan bazı gizli hazırlıklardan da söz ediyor. O hazırlıklardan biri şudur: 3 Mart 1924’ten evvel, yurdun muhtelif yerlerinde askerî tatbikatlar yapılıyor. Asker olması hasebiyle, bunlara önce bir mana veremiyor. Zaten bir derece uzaklaştırılmış, hatta dışlanmış durumda. Kendisi, o aralar “İsmet’in de yan çizmeye başladığı”nı anlatır.

Karabekir sonunda anlar ki, askerî tatbikatların hedef-i maksadı, Hilafetin yakında kaldırılmasından hoşnut olmayan vatandaşların muhtemel isyanını bastırmak için imiş. İşte bu meselenin detayları:

1924 yılı Ocak ayı başında Latife Hanımla birlikte İzmir’e giden Mustafa Kemal, burada planlayıp başlatmak istediği “Harp Oyunları” meselesini görüşmek üzere, 9 Şubat’ta İsmet, Fevzi ve Kâzım (Özalp) Paşaları da İzmir’e çağırır.

Gariptir, bu gidişattan Karabekir Paşanın haberi dahi olmaz. Bilâhare öğrenir ve kendisi de gitmeye karar verir. Bu tuhaf durum hakkında “Hatırat”ında şu bilgileri verir, Kâzım Karabekir:

“Daireye gittim. Hayrettir ki, bu sabah İsmet ve Kâzım (Özalp) Paşalar İzmir’e gittikleri halde, hiçbiri haber vermedi. Teşyie (uğurlamaya) gidemedim.

“İsmet’in bana karşı ilk yan çizmesi!

“İzmir’de harp oyunu var.”

(Günlükler: 906)

Karabekir Paşa, aynı eserinde 13 Şubat (1924) akşamı yatsı vakti İzmir’e vardığını, 14 Şubat’ta ise Harp Oyunları meselesi hakkında önce malûmat, brifing, ardından da bir dizi emirler verildiğini ifade ediyor: Askerin toplanması, mıntıkaların tesbiti, stratejilerin tatbiki için 24 saat süre veriliyor.

Karabekir’in tâbiriyle “Erkân–ı Harbiye–i Umumiyenin hazar mesaisi…”

TTK’nın hazırlayıp yayımladığı TC Kronolojisi’ndeki bilgilere göre, 15 Şubat’ta İzmir Orduevi’nde Mustafa Kemal başkanlığında yapılan toplantıda Harp Oyunlarının açılış merasimi yapılır. Açılışta konuşan Mustafa Kemal şunları söyler: “Arkadaşlar! Ehemmiyet ve ciddiyetle beyan ederim ki, Türkiye Cumhuriyeti, mukaddes tanıdığı istiklâl ve hakimiyetini müdafaada müsamahakâr olamaz.” (Age, s. 408)

Kâzım Karabekir, “15 Şubat 1924 Cuma” tarihli günlüğünde ayrıca şunları yazar:

“Askerî mahfilde içtima. (Orduevinde toplantı) Vaziyet–i siyasiye münakaşası.

“Haricî vaziyetimiz hakkında İsmet Paşanın beyanatı.

“Benim mütalâatım: On yıl harp ihtimâli yok gibidir. Sonra, İtalyanlar silâhlanacak. Almanlarla anlaşarak Arnavutluku işgale kalkarlar. Sonra Tunus.” (Günlükler: 907)

Bütün bunlar, her ne kadar dünyadaki siyasî ve askerî gelişmeler hakkında bir nevî öngörü mahiyetinde anlaşılmakla birlikte, asıl mesele başka imiş.

Karabekir Paşa, günlerce devam eden “Harp Oyunları”nın asıl maksadını yine aynı eserinin aynı sayfasında şu sözlerle vüzûha kavuşturuyor: “Harp oyununda maksat, Meclis’e karşı Hilâfetin lağvı için nümâyiş imiş! Sonradan anlaşıldı.”

Evet, sonradan (3 Mart’ta) anlaşıldı ki, İzmir’de startı verilen ve memleketin her tarafında yaygınlaştırılan bu olağanüstü askerî hareketliliğin asıl maksadı, Hilâfetin kaldırılması çabasına yönelik bir manevradır.

İşte bu manevra, başarıyla yürütülmüş ve istenen sonuca varılmıştır. Üstelik, bu manevra öylesine kamufleli bir tarzda ve öylesine bir gizlilik hali içinde yürütülmüştür ki, Karabekir Paşa gibi dâhiyâne bir şahsiyet bile, ancak iş işten geçtikten sonra vehametin farkına varabilmiştir.

Harp Oyunları bittikten sonra, Mustafa Kemal ile diğer paşalar Ankara’ya dönerken, Karabekir Ege taraflarında kalıyor. Ankara’daki gelişmeleri gazetelerden takip eden Karabekir, günlüğünde şu notları kaydediyor:

“29 Şubat 1924; İzmir’deyim: Millet Meclisi’nde Osmanlı Hanedanının memleketten çıkarılması ve Hilâfetin Meclisçe intihabı (seçimi) müzakere olunduğunu gazetelerde yazıyor.

“3 Mart 1924; Balıkesir’deyim: Valiye, Meclis’in Hilâfet’in (lağvı) hakkında vereceği karar tebliğ olunmuş.

“Yeni Erkân–ı Harbiye (Genelkurmay) Kànunu çıktı. Tam diktatörlük.” (Age, s. 909)

Bu tarihte, Hilâfet kaldırıldığı gibi, medreseler kapatıldı ve Fevzi Paşa resmen yeni bir statü ile kurulan Genelkurmay Başkanlığına getirilmiş oldu.

Karabekir Paşa, bütün bu olup bitenlerin tam bir diktatörlüğe yol açtığını ifade ediyor.

Konuyu araştırdıkça, hiç şüphe kalmıyor ki, Lozan heyetinin başındaki İsmet Paşa’nın kılavuzu Mısır Hahambaşısı Haim Naum’dur. Dolayısıyla, Lozan’ın gizli mimarından biri odur, diğeri ise Lord Curzon’dur.

Kalabalık Türkiye heyeti, Lozan’da büyük çapta dışlanmış ve adeta paspas edilmişler.

Özellikle bu durum sebebiyledir ki, Lozan’a dair resmî kayıtlar, tâ başından itibaren–hatta Lozan’daki diplomatlarımızın nazarında bile–inandırıcı olmaktan çıkmış; buna mukabil, gayr-ı resmî kayıtlar, günden güne değer ve itibar kazanmıştır.

Lozan Heyetinin birinci başkanı İsmet, ikinci başkanı ise hem siyaset, hem diplomatlık tecrübesi olan Dr. Rıza Nur’dur. İşte, ikinci delegasyon Rıza Nur, gerek Rauf Orbay ve gerekse Kâzım Karabekir’in “Lozan’ın gizli yüzü”ne dair tahmin ve endişelerini yüzde yüz haklı çıkaran bazı kayıtlarda bulunuyor. Rıza Nur’un kaleme aldığı gözlem ve tesbitleri şöyle:

“Bir müddettir, İstanbul eski Hahambaşısı Haim Naum, Lozan’da kaldığımız otelde görülmeğe başladı. Baktım bir gün İsmet’le görüşüyor. Ne yapmış, kimi vasıta yapmış bilmem. İsmet’e yanaşmış. Yaman Yahudi!..

“Artık İsmet’ten ayrılmıyor. Yemek zamanını biliyor ya, asansörün yanında bizi bekliyor. Derhal İsmet’in koltuğuna giriyor, belinden yakalıyor; o da onun… İsmet’i lüzumu yokken holde dolaştırıyor.

“Sonra yemek salonunda, İsmet’le şakalaşıyor, gülüyor… Anlaşılıyor ki, herkese: ‘İsmet benim samimî, teklifsiz arkadaşımdır’ diye göstermek istiyor ve gösteriyor. Nihayet bütün Yahudi sırnaşıklığı ile yanaştı. İsmet’in yakasını bırakmıyor… Şimdi odasından da çıkmıyor.

“İsmet, bunu müşavir tâyin etti. Yevmiye vermeye de başlamış. Bana da söylemiyor. Heyet-i Murahhasa çiftliktir, kullanıyor. Ne diye kandırdı bilmem. Bu sâdedil İsmet, Yahudinin dolabına girdi. Derken Hahambaşını soframıza da aldı. Bu vakte kadar sesimi çıkarmamıştım.

“İsmet’e dedim ki: ‘Bu Yahudi de başımıza nereden çıktı? Senin böyle bir Yahudi ile lâubali görüşmen, hem senin, hem Türk heyetinin haysiyetini kırar. Bu kadar yüz verme!’ İsmet, bana kızdı.

“Derken, herif azdıkça azdı. Heyetten şuna buna herkesin içinde kumanda ediyor. Benim önüme de geçip yürüyor. İhtimal, İsmet benim sözlerimi ona söyledi. İsmet’e tekrar dedim: ‘Bu bir Yahudidir. Adi adamdır. Bunun kim bilir ne fenâ işleri vardır? Bundan bir hayır bekleme!’

“Hahambaşı, İsmet’e bütün İngiliz ve Fransız ricâlini tanıdığını, hepsi ahbabı olduğunu, işleri istediği gibi yaptıracağını söylüyor. Tabiî İngiliz, Fransız ve İtalyan delegelerine de İsmet’in avucunda olduğunu söylüyordu… Lozan muhitinde dolaşıyor, herkese: ‘İsmet teklifsiz ahbabımdır, sözümden dışarı çıkmaz’ diyor.” (Rıza Nur; Hayat ve Hatırâtım-III, s. 1049-50)

27 Mart 1923’te işlenen Ali Şükrü Bey cinayetinin “Lozan meselesi”yle doğrudan bir münasebeti var. Zira, I. ve II. Lozan Konferansları arasındaki süre içinde Millet Meclisinde bu konu hakkında yapılan “Gizli Celseler”de, çok hararetli tartışmalar yaşandı.

Bu ateşli tartışmalar, I. Grubun başında bulunan M. Kemal ve İsmet Paşa ile II. Grubun başında bulunan Trabzon Mebusu Ali Şükrü ve Erzurum Mebusu Hüseyin Avni arasında cereyan ediyordu.

II. Grubun liderlerinden bilhassa Ali Şükrü Bey, söz konusu Meclis oturumlarında adeta haykırarak şunları söylüyordu: “Evvelâ, İsmet Paşa hariciyeci değildir. Dolayısıyla, diplomasiden anlamaz. Lozan’da acemice işler yapıyor. Orada başka adamlarla (Hayim Naum gibi) samimî olup onlarla çalışıyor. Böylelikle, TBMM’nin kendisine verdiği selâhiyet sınırlarının dışına çıkarak müzakereleri sürdürüyor. Nitekim, Lozan’da devam eden müzakereler hakkında Millet Meclisi’ne verdiği resmî bilgiler ile dış kaynaklı haberler arasında büyük tenakuzlar, çelişkiler var. Burada Mehmetçiğin kanıyla kazanılmış olan bir zaferi, Lozan’a gidip masa başında ucuza satmaya hakkınız yok.”

(Bkz: Aynı tarihteki TBMM Gizli Celse Zabıtları. Ayrıca bkz: https://www5.tbmm. gov.tr/tutanaklar/TUTANAK/GZC/d01/CILT03/gcz01003196.pdf)

Ali Şükrü Bey Cinayetinin işlendiği ve erken seçim kararının alındığı 1923 yılı Nisan ayının ilk günlerinde, Ankara’da kulaktan kulağa yayılan şöyle bir söylenti dolaşıma girer: “Yakında Hilâfet kaldırılacak, Medreseler kapatılacak, İslâm dini bütün müessese ve an’anesiyle birlikte terk edilmeye başlanacak.”

Bu yöndeki endişeyi Üstad Bediüzzaman da hissedecek şöyle feryâd edecekti: “Eyvah! Bu ejderha îmanın erkânına ilişecek.” (Tarihçe-i Hayat: 132)

Lozan Antlaşmasının Millet Meclisi’nde oylanıp kabul edilmesinden sonraki il büyük icraat, 3 Mart 1924 tarihinde yapılan Hilâfetin kaldırılması, Medreselerin kapatılması ve diğer köklü değişikliklerdir. Bu değişiklikler, Müslüman milletimizi derinden etkilemiş ve ziyadesiyle üzmüştür. Zira, o icraatler ve devamındaki benzer uygulamalar, daha çok ecnebi nam-ı hesabına olduğu ve onları sevindirip memnun ettiği gayet açıktır. Bu da demektir ki, onlarla bir gizil mutabakat yapılmıştır.

Öte yandan, hiç şüphe edilmesin ki, resmî Lozan heyetinin başındaki İsmet Paşanın klavuzlarından biri Haim Naum’dur. Dolayısıyla, Lozan’ın gizli mimarı da o ve onun yakın temasta bulunduğu ecnebi delegasyondur. Misâl, İngiliz Lord Curzon gibi…

Bir zamanlar İstanbul’da da bulunmuş olan Haim Naum, o tarihlerde Mısır Hahambaşısı olup, azılı bir Osmanlı ve İslâmiyet düşmanıdır.

İşte, bilhassa bu ve benzeri hususlar sebebiyledir ki, Lozan’a dair resmî kayıtlar, tâ başından itibaren—hatta Lozan’daki diplomatlarımızın nazarında bile—inandırıcı olmaktan çıkmış; buna mukabil, gayr–ı resmî kayıtlar günden güne değer ve itibar kazanmıştır.

İşte, bu mânâdaki gayr–ı resmî kayıtların önemli bir bölümünü Bediüzzaman Said Nursî’nin mektuplarında, lâhikalarında ve eserlerinde görmekteyiz.

DÜNYA DİNE TERCİH EDİLİYOR

Aynı zamanda o dönemin şahitlerinden biri olup Lozan görüşmeleri esnasında Ankara’da bulunan Bediüzzaman Hazretleri, bazı âyet ve hadislerin çağımıza bakan mana ve mesajlarından yola çıkarak, o devrin hadiselerini tahlil edip yorumlama cihetine gitmiştir. Şimdi, o hakikatli tahlil ve analizden özet mahiyetinde seçtiğimiz orjinal metinlerden birkaçını takdim edelim.

En çarpıcı tesbitlerden biri “Tarihçe–i Hayatı” isimli eserin 259. sayfasında şu ifadelerle zikrediliyor: “Evet (‘Onlar ki, seve seve dünya hayatını âhirete tercih ederler.’ İbrahim: 3 âyetinin) işaretiyle, bu asır hayat–ı dünyeviyeyi hayat–ı uhreviyeye, ehl–i İslâma da bilerek tercih ettirdi. Hem, 1334 (1918–19) tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl–i îman içine sokuldu… Evet, (âhirete tercih) cifir ve ebced hesabıyla 1334 ederek, aynı vakitte eski Harb–i Umûmide İslâmiyet düşmanları galebe çalmakla muahede (Sevr Muahadesi 1920) şartını, dünyayı dîne tercih rejiminin mebdeine (başlangıcına) tevafuk ediyor. İki–üç sene sonra (1922–23) bilfiil neticeleri görüldü.”

Evet, hiç şüphe edilmesin ki, 22 Kasım 1922’de başlayan Lozan Antlaşması, bir yönüyle 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşmasının devamı mahiyetindedir. Ve ne yazık ki, bizim maddi-manevi yönden mahv olmamızı hedefleyen o dehşetli Sevr plânı, üç sene sonra “gizli Lozan”da yürürlüğe konularak, bir şekilde rövanş alınmış oldu.

Böylelikle, Türkiye, maddeten olmasa da; özellikle mânen, ruhen ve fikren paramparça edildi. Ta başından beri temas edegeldiğimiz o “gizli Lozan” ejderhası, bizim bütün mukaddes değerlerimizin erkânına, esasına ilişti; hatta bu vatandaki bin yıllık İslâm medeniyetini yıktı ve milyonlarca insanımızın da ebedî hayatını mahvetti.

Birçok konuda olduğu gibi, yakın tarihte yaşanan Harb-i Umumî, İstiklâl Harbi, Lozan ve benzeri mevzularda da en ciddi, en güvenilir bir referans şahsiyet olarak gördüğümüz Bediüzzaman Hazretleridir ve onun telif etmiş olduğu Risâle-i Nur Külliyatıdır.

Nur Külliyatına dahil Emirdağ Lahikasında, Büyük Doğu’dan alınan geniş iktibasın kısacık bir bölümü şöyledir: Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (M. Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat… Sonra Ankara gizli meclis toplantıları… Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları ve karar: “Din öldürülecektir.” (Age: 359)

Üstad Bediüzzaman, Nur Külliyatına dahil olan Birinci Şuâ’da tefsir ettiği âyetlerin 28.’si olan Tevbe Sûresi 32. âyetin asrımıza ışık tutan işarî ve remzî mânâsına bakarak özetle şu yorumlarda bulunuyor:

1. Avrupa zâlimleri, devlet–i İslâmiyenin nurunu söndürmek niyetiyle, 1324’te (1908) müthiş bir sûikast plânı yaptılar. Onlara karşı Türkiye hamiyetperverleri de, aynı tarihte hürriyeti ilân etmeleriyle o plânı akîm bırakmaya çalıştılar.

2. Aynı zalimler, maatteessüf, altı–yedi sene sonra (1914), yine aynı sûikast niyetiyle Harb–i Umumî ile netice almaya çalıştılar.

3. Harb–i Umumî neticesinde (1918) ve Sevr Muahedesinde (1920) Kur’ân’ın zararına gayet ağır şeraitle kâfirâne fikirlerini icrâ etmek için yine plânlar yaptılar. Bu plânlarını akîm bırakmak için, bu defa hakiki Türk milliyetperverleri yeni hükûmet kurup Cumhuriyeti ilân etmekle mukabeleye çalıştılar.

4. Bütün bu herc û merc içinde Kur’ân’ın nurunu muhafazaya çalışanlar içinde Risâle–i Nur Müellifi de Rumî 24’te (1908) ve Resâili’n–Nur’un mukaddematı 34’te (1918) ve Resâili’n–Nur’un nuranî cüzleri (Âyetü’l–Kübrâ gibi) ve fedakâr şakirtleri 54’te (1938) mukabeleye çalışmaları göze çarpıyor.

5. Şimdi İslâmlar içinde nur–u Kur’ân’a muhalif hâletlerin ekserîsi o suikastlerin ve Sevr Muahedesi gibi gaddarâne muahedelerin vahim neticeleridir. (Şuâlar, s. 619)

İşte, yukarıdan beri sıralayageldiğimiz bütün bu bilgilerden anlıyor ve kanaat getiriyoruz ki, Sevr’in sinsi ve ihanetkârâne plânı, hatta manen katmerli bir şekilde Lozan’da karara bağlanmış ve yeni Türkiye “bozuk Avrupa”nın muzahrafat çöplüğü haline döndürülmeye çalışılmıştır.

Tekraren ifade edelim ki, Avrupa’nın gaddar zalimleri, Sevr’in rövanşını katmerli şekilde Lozan’da aldı. (NOT: Hilâfetin kaldırılması, medreselerin kapatılması, şapkanın dayatılması, Kurân harflerinin yasaklanması, Ezanın değiştirilmesi ve dinî hayatın topyekûn kısıtlanması cihetine gidilmesi, Lozan’dan hemen sonraki ilk icraatler arasında yer aldığını tekraren hatırlatmış olalım.)

Dolayısıyla, nâmert hasımlarımız Sevr engelini Lozan’da aşmış oldular. Tıpkı, 1915’te geçemedikleri Çanakkale Boğazını 1918’de ellerini kollarını sallayarak geçmeleri gibi. Tıpkı, işgal yıllarında (1918–22) bile statüsüne dokunamadıkları Ayasofya’nın 1934’ten sonra mâbed olmaktan çıkartıp içinde çalım yapa yapa dolaşmaları gibi.

Hülâsa: Yakın tarihimizde yaşanmış hemen bütün hadiselerin bir resmî, bir de gayr–ı resmî vechesi var. Resmî olanı, maalesef uydurma, yalan ve yanlış şeylerle dolu. Günümüzde bile yaşanan ve tartışma konusu olan hemen bütün gelişmeler bu yönde ciddi işaretler veriyor. Dolayısıyla, Lozan’dan Şeyh Said Hadisesine, Menemen’den Dersim Hadisesine, İstiklâl Mahkemelerinden dinin mukaddesatına yönelik yapılan müdahalelere kadar, yakın tarihte vuku bulmuş sair hadise ve gelişmelerin üzerindeki sis perdesinin dağılması için, bunların tamamının uzmanlar tarafından yeni baştan araştırılması ve aydınlığa kavuşturulması artık bir zaruret halini almıştır, kanaatindeyiz.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*