Bediüzzaman’ın tavsiyeleri kulak ardı edilince…

Bediüzzaman’ın; “Beni dünyaya çağırma, ona geldim, fena buldum” diyerek vermek istediği mesajı bizler maalesef doğru okuyamadık, tam tersine dört el ile dünyaya sarıldık. Dünyalık insanların, o mücahid-i ekberi dâvâsından alıkoymak için, onu yanlarına almak niyetiyle, teklif ettikleri o her insanı celbedici, cezbedici makam, mevki, köşkleri, sarayları bir saniye dahi beklemeden reddetmek suretiyle bütün ehl-i dine, özellikle talebelerine vermek istediği ders ve derin mesaj yeteri kadar okunmadı ki, Müslümanlar olarak bizler makam mevkiler peşinde koşar olduk, para para diyerek paralandık, parçalandık. Böylece bizi dünyaya çağıranların tuzağına gönüllü olarak düştük.

Peşinden koştuğumuz maddî imkânlarımızın bir çoğuna belki kavuştuk. Meftun olduğumuz makam ve mevkileri de belki kazandık. Bütün arzu, istek ve beklentilerimiz de belki karşılandı. Son model arabalarımızla otobanlarda seyahat edip, yüzme havuzlu tatil mekânlarında bolca vakit geçirme imkânlarını da artık yakalamış olduk. Kısaca ahiret hayatımızın hangi halde olduğunu bilmesek de, şu haliyle dünya hayatımız güldü, gülmeye devam ediyor.

Dünya zevk ve lezzetlerinin arkasından koşarken, “Dünya sevgisi bütün hata ve kusurların başıdır” Nebevî ikazını da kulak ardı etmiş olduk. Bediüzzaman’ın talebelerine yönelik olarak; ”Bu hizmet-i Kur’âniyede bulunana ya dünya ona küsmeli; veya o dünyaya küsmeli” çarpıcı ve dikkate değer tesbitini de görmezden gelmiş olduk.

Bütün bu ülfetlerimiz ve rehavetimiz ehl-i din olarak dünyevîleşmemizi netice verdi. Böyle bir durum da öncelikle Allah’a karşı kulluk vazifelerimizin ciddiye alınmamasını ve yapmakla mükellef olduğumuz cihad-ı manevî hizmetlerimizde tembelliği, rehaveti netice verdi. Hadimler olarak bir çok vazife ve sorumluluklarımızı yerine getiremez olduk. Deyim yerinde ise sıradan birer ehl-i din olarak toplumdaki yerimizi aldık.

Üstüne üstlük bir de dindar kimlikli, ‘kendimizden saydığımız’ siyasî kadrolar başa gelince, sanki senelerdir özlediğimiz, hayal ettiğimiz bütün beklentilerimiz yerine gelmiş, arayıp da bulamadığımız ortamlar oluşmuş zannettik. Dört gözle beklediğimiz nihaî hedefe, zafere erişmiş kabul ettik kendimizi. Tıpkı Uhud’daki mücahit okçuların “Artık zafere eriştik” zannıyla siperlerini terk ederek ganimete koşmaları neticesinde dûçâr kaldıkları hezimet gibi. Ferec ve fütuhat tamamdı, necat ve kurtuluş sağlanmıştı artık! Gafletin bu çeşidinden Allah korusun!

Bu siyasî zafer sarhoşluğu, aslî vazifemiz olan cihad-ı manevîye dediğimiz ulvî dâvâmızda, hizmetlerimizde tembelliği, rehaveti getirdi. Bizim için, toplum için hatta bütün bir Türkiye’nin geleceği için bizim açımızdan farz-ı ayn mesabesinde olan ve ifa etmek mecburiyetinde olduğumuz Kur’ânî hizmetler belki de farkına varmadan arka plana itildi. Belki yine farkına varmadan bizim için malayani, boş hatta zararlı olan, bizi hiç de alâkadar etmeyen afakî meseleleri takibe yöneldik. Türkiye’de hatta dünyada vuku bolan olayları, hadiseleri merakla öğrenmeye başladık. Siyasî boğuşmaların yorumlarıyla, tahlilleriyle vakit geçirmeye başladık.

Bütün bu vartalara, bu yanlışlara düşmemizin sebebi Bediüzzaman’ın yıllar önce tesbit ederek haber verdiği ikazları, mesajları, tavsiyeleri doğru okuyup, doğru yorumlayıp ve o şekilde amel etmemekten kaynaklanıyor. Bizde yapılmakta olan siyasetin ucunun dışarıda olduğunu ve siyasette yalan, hile, aldatmanın geçerli olduğunu; inat ve tarafgirlik üzerinden siyaset yapıldığını; bazı siyasîlerin siyaset adına dinsizlik yaparken, bazılarının da dinin yüce değerlerini çekinmeden siyasetlerine âlet ettiklerini; elinde siyaset topuzunu tutanların dine hizmet edemeyeceklerini; öyle tepeden inme emir ve yasaklarla dindarlığın sağlanamayacağını görerek tesbit eden Bediüzzaman şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçtığını söylüyor ve “İki elim var; yüz elim de olsa ancak Nur’a kâfî gelir” diyerek bütün ömür dakikalarını iman Kur’ân hizmetlerine sarf ediyor.

Ve işte Bediüzzaman’ın bu her derde, her sıkıntıya deva olan tesbit ve tavsiyeleri kulak ardı edilince, ortalığı ülke olarak yaşamakta olduğumuz, her gün artarak devam etmekte olan, uhrevî hayatımızı tehdit eden ahlâkî çürümeler, manevî erozyonlar ve bir türlü önlenemeyen sıkıntılar, kaoslar, kavgalar ve cinayetler sardı.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*