Camilerde Bediüzzaman neden yok?

Devası ondadır şu mâriz asrın,
Bu hasta unsurun, şu alîl uzvun,
Sahipsiz devletin, şanlı milletin,

Bütün dertlerine derman geliyor,
Müceddid-i âhir zaman geliyor.
A.Y.

Camilerde hoca efendilerin vaaz ve sohbetlerinde olsun, Cuma hutbelerinde olsun, bir şey her zaman dikkatimi çeker. Kürsülere ve minberlere çıkan muhteremler, Ayet ve Hadislerden anlatırlar, evliya menkıbelerinden bahsederler, eski âlimlerin söz ve sohbetlerinden örnekler verirler ama “Ahirzaman Müceddidi”nden hiç söz etmezler. Kur’ân’ın asrımızdaki i’cazı olan ve dünyada Kur’ân’dan sonra en çok okunan Risale-i Nur’dan hiç bahsetmezler. Bundan bin sene önce yaşamış ve o zamanın ihtiyaçlarına göre eserler vermiş olan İslâm âlimlerinin eserlerinden pasajlar okurlar, onların nasihatlerini tekrar ederler ama, bugünün ihtiyacı olan imanî reçeteleri görmezden gelirler.

Eski âlimlerin hepsine saygımız vardır. Allah cümlesinden razı olsun. Onlar kendi zamanlarındaki hastalıkları teşhis etmişler, ona göre de çareler üreterek insanların hizmetine sunmuşlar. Yani her biri, kendi zamanının tabibi olarak görevini ifa etmiş. Tebliğ ve ikâz vazifelerini yapmışlar. Ama bu zamanın maddi hastalıkları eskisinden farklı olduğu gibi, mânevî hastalıkları da çok farklıdır. Nasıl ki verem hastalığı için geliştirilmiş ilâçlarla kanser hastalığını tedavi etmek mümkün değilse, bin sene önceki ders ve nasihatlerle de bugünkü mânevî hastalıkları tedavi etmek mümkün olmuyor. Zaten münkün olsaydı, Cenab-ı Hak her yüz senede bir müceddid göndermezdi.

Eskiden insanların iman zaafiyeti ve dinden uzaklaşma meyilleri cehaletten geliyordu. Dinî bilgilerin yeterince verilmemesinden dolayı dalâlete sapanlar oluyordu. Onlara bir kaç Ayet okumak, Hadis-i Şeriflerden bir kaç örnek vermek, cehennemle korkutup cennetle müjdelemek yeterli geliyordu. Şimdi ise, mânevî hastalıkların mikropları, kalbin derinlerine işlemiş, iman esaslarını tahrip etmiş bulunuyor. İlerleyen ilim ve fen, aklın görüş sahasını artırırken, vicdanları gölgede bırakmıştır. Akıl ve idrak süzgecinden geçmeyen malûmatlar kalbe işlemiyor. Mehmed Âkif’in, “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslamı” diye ifade ettiği bir tebliğ metodu takip etmek gerekiyor. Bunu Risale-i Nur yapmış ve iman hakikatlerini aklın gözüne sokarcasına, ilmî delillerle ispatlamıştır.

Bediüzzaman Hazretleri, Kur’ân eczanesine girmiş, Kur’ân’ın günümüze bakan âyetlerinden öyle bir tiryak hazırlamış ki, en ağır hastalıkları, en ümitsiz vak’aları o ilâçlarla tedavi etmiştir. Risale-i Nur’un nasıl bir reçete olduğunu, bizzat Bediüzzaman’ın ifadelerinden dinleyelim: “Esrar-ı Kur’âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım.” (Mektubat, 5. Mektup)

Bugün dalâlet vadilerinde hayrete düşmüş ve yolunu şaşırmış o kadar insan var ki, kendilerine Risale-i Nur’dan başka hiç bir mürşit yol gösteremiyor. Bin yıllık bir mesafeden tutulan ışıklar, onların önünü aydınlatamıyor. İlim ve fen ise, sadece akla hitap ediyor, kalbi ve ruhu ihmal ediyor. Halbu ki, “bu milletin kalp hastalığı, zaaf-ı diyanettir, bunu takviye ile sıhhat bulabilir”. En güçlü takviye ise, Kur’ân’ın bir mânevî mu’cizesi olan Risale-i Nur eczalarıdır.

Ne yazık ki, camilerde bu reçetelerin fazla istimal edildiğini göremiyoruz. Hemen her devrin âlimlerinden, ariflerinden ve onların eserlerinden dersler veriliyor da, Risale-i Nur’un derslerinden istifade edilmiyor. Halbuki Risale-i Nur, dünyada kırktan fazla dile çevrilmiş, başka ülkelerin üniversitelerinde adına kürsüler kurulmuştur. Ama bizim camilerimizin kürsülerinde ders verilip hutbelerinde okunmuyor. Hatiplerimiz ve vaizlerimiz, cemaati aydınlatmak için sohbet ve vaazlarında Risale-i Nur’dan hiç bahsetmiyorlar. Bazen Nurlardan birkaç cümle okuyan hoca efendiler de oluyor fakat, onlar da o sözlerin Risale-i Nur’dan alındığını söylemiyorlar. Bediüzzaman ismini hiç telaffuz etmiyorlar.

Eskişehir’de Hacı Havva Camii’nin giriş kapısında “Din hayatın hayatı, hem nuru hem esası; ihyayı din ile olur bu milletin ihyası” yazılı bir tabela asılı, fakat bu sözün altında isim ve imza yok. Demek ki cami kapısında Bediüzzaman ismine bile tahammül edilmiyor.

Nedense, diyanet camiası, ekseriyetle Risale-i Nur’a ilgisiz kalmış, Bediüzzaman ile arasına bir mesafe koymuştur. Din işleri devlet eliyle tanzim edildiği için, devlet kendi anlayışına ve felsefesine göre bir dini anlayışı yaymak istemiştir. Dindarları “Din devleti kurmak istiyorlar” diye itham edenler, halka “devlet dini” telkin etmekten çekinmiyorlar. Onun için Risale-i Nur ve Bediüzzaman gibi isimleri camilerden uzak tutmaya çalışıyorlar.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*