En hayırlı ümmet olmaya devam ediyor muyuz?

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) ümmetinin, en hayırlı ümmet olmasının yanında bir de şahitlik vazifesi vardır. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) geçmiş peygamberlerin hepsine şahitlik edecektir. Vasat ümmet olma vasfının sonuçlarından birisi de budur. Çünkü onlar, Peygamber Efendimizin (a.s.m.) gelmesine hazırlık yapmışlardır. En son gelen peygamber olmasına rağmen, geçmiş peygamberlerin vazifelerini en mükemmel şekilde yaptıklarına şahitlik edecektir.

Kıyamete kadar gelecek olan ümmeti bu şahitlik sorumluluğu altındadır. Bir dönemle sınırlı değil, kıyamete kadar bu sorumluluk devam edecektir. Ümmeti olma vasıflarını kaybetmeden, bu sorumluluğun hakkını vermek gibi bir mükellefiyetimiz var.

Bu durumu peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadislerinde şöyle ifade buyurmuşlardır.

Ebu Said (r. a.) anlatıyor: “Hz. Peygamber (a.s.m.) buyurdular ki: “(Kıyâmet günü) Hz. Nuh (a.s.) ve ümmeti gelir. Cenab-ı Hakk ona:

-“Tebliğ ettin mi, dinimi duyurdun mu? diye sorar. Nuh (a.s.):

-“Evet, ey Rabbim” diye cevap verir. Rabb Teâla bu sefer ümmetine sorar:

-“Nuh (a.s.) size tebliğ etmiş miydi?”

-“Hayır!” bize peygamber gelmedi” derler. Rabb Teâla Hz. Nuh’a (a.s.) yönelerek:

-“Söylediğin şey hususunda sana kim şahitlik edecek?” diye sorar. Nuh (a.s.):

-” Muhammed (a.s.m.) ve ümmeti!” der ve Muhammed’in (a.s.m.) ümmeti:

-“Nuh tebligatta bulundu” diye şehadette bulunur. Bu duruma şu âyet işâret eder: “Biz böylece sizleri vasat bir ümmet kıldık, tâ ki insanlara karşı şâhitler olasınız” (Bakara, 2/143). [1]

Bu ümmetin üzerinde böylesine büyük bir sorumluluk var. Geçmiş ümmetlere şahitlik edecek liyakat ve sadakatimizi korumamız gerekiyor. Takva ve amel-i salih noktasında İslâmın genel sınırlarını yaşamak ve yaşatmak üzerimize konulmuş büyük bir emanet.

En hayırlı ümmet olmaları, sahabe dönemi ile sınırlı değildir. Ümmeti devam ettikçe hayırlı ümmet olmaya; dini yaşama ve tebliğ konusunda kıyamete kadar ümmeti, Peygamberinin izinden gitmeye devam edecektir. Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bu durumu bizlere müjdelemiştir. “Ümmetimden bir taife kıyamet gününe kadar galibâne hak üzerine olacaktır.”[2]

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) Ümmetinin istikametle gitmesi durumunda onun bir günlük galibane ömrünün olduğunu, yani hilafetin bin yıl süreceğini, istikametini bozarsa yarım gün olacağını haber vermektedir.[3] Hadiste ifade buyurulan bir gün tabirini Kur’an-ı Kerim bin yıl olarak ifade etmektedir.[4] Abbasiler beş yüz yılı tamamlamışlar, Cenab-ı Hak Osmanlı hilafetini ihsan etmiş, beş yüz yıl da onlar bu emaneti taşımışlar, bin yıl böylece tamamlanmıştır. Hilafetin kaldırılması ile ahir zaman şartları devreye girmiştir.

“Evet hadiste ‘gün’ tabiri “Rabbinin katında bir gün, sizin hesabınıza göre bin yıl gibidir.”[5] âyetinin delaletiyle bin seneden ibarettir. Hilafet-i İslamiye ve hükumet-i Arabiye hadîs mûcibince tam istikâmetle gitmediği için tam nısf-ı yevm (yarım gün) olan beş yüz küsur senede Hülâgu hücumuyla hâtime verildi. Üç-dört asır zaman-ı fetretten sonra “Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.”[6] âyetinin sırrına mazhar olan Osmanlı âdil padişahları hadis-i şerifteki istikâmeti yerine getirmeye çalıştıklarından hadîsin hükmüyle ümmet için bin sene hilafet-i İslâmiyeyi ve şer’i şerif üzerinde giden hükümetin idamesine vasıta oldular.”[7]

Hadîs-i Şerifte ifade edilen, “onlar için bir gün var” ifadesi Osmanlının hilafeti devralması ile tahakkuk etmiştir. Beş yüz senesini Abbasiler tamamlamış, geriye kalan beş yüz seneyi de Osmanlılar tamamlamıştır. İstanbul’un fethinden takriben yirmi sene evvel İslam hilafetine zemin hazırlanmaya başlanmıştır. İstanbul’un hilafet merkezi olması, İslam âleminin hükumet merkezi durumuna gelmesi çok önemli bir hadise olmuştur. Peygamber Efendimizin müjdesine mazhar olan Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethi ile yeni bir dönem başlamıştır. Fiilen hilafet İstanbul’a taşınmıştır. Yavuz Sultan Selim bunu resmi olarak ta İstanbul’a getirmiş, beş yüz yılın sonunda kopan zincirin halkası monte edilmiş, halkaların bin yıla uzanması sağlanmıştır. Abbasilerin bıraktığı yerden başlayarak İslam dünyasının başına Osmanlı geçti. Yarım gün olan beş yüz seneyi de onlar tamamlayarak, hadiste ifade buyurulan bir gün, yani bin yıl tamamlanmıştır.

“Bu mu’cize-i Nebeviye pek parlak bir surette tezahür ediyor. İşte hilafet-i Arabiye tam istikâmete mazhar olmadığından yalnız yarım günü aldı. Osmanlı Devleti dahi tek başıyla ahirlerinde ecnebilerin ve münafıkların müdahaleleri yüzünden tam istikameti muhafaza edemediği için o da yarım gün olan beş yüz seneyi aldı. Bu iki kardeş olan iki unsurun ittihatlarından tam istikâmete mazhariyet sırrı vardır ki, bin sene olan bir günü tamam aldılar.”[8]

Peygamber Efendimizin (a.s.m.) İstanbul’a dikkat çekmesi, isim vererek nazarları oraya çevirmesi, Hz. Muaviye (r.a.) döneminden başlayarak İstanbul’un fethine yönelmesi bile başlı başına önemli bir hadisedir. Mihmandar-ı Nebi Ebu Eyyube’l-Ensari’nin (r.a.) ilerlemiş yaşına rağmen bu sefere katılması, vefat ettiği takdirde en ileri nokta olarak nereye kadar gidebiliyorlarsa oraya kendisini defnetmelerini vasiyet etmesi çok dikkat çekicidir. İslâmın mührünü İstanbul’a dikme gayretidir.

“İstanbul (Konstantiniyye) muhakkak fethedilecektir. Onu fetheden emîr ne güzel emirdir. Onu fetheden ordu ne güzel ordudur.”[9] Bu hadis-i şerifi, İslam’ın bayraktarlık görevinin buraya taşınacağına bir remiz ve işaret olarak değerlendirmek mümkündür. Öyle de olmuştur. Bu yönü ile “Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever.” Ayetinin şümulüne dahil olan Osmanlı, Allah’ın sevdiği, onların da Allah’ı sevdiği bir topluluk olarak beş yüz sene onun dinine hizmet etmiş, bayraktarlık yapmış, sadece Çanakkale bile ne kadar bu işi samimiyetle yaptığına bir delil olarak tarih aynasında durmaktadır. Canından başka verecek bir şeyi kalmadığında hiç tereddüt etmeden onu da şehadetle sahibine teslim etmekten zerre kadar tereddüt etmemişlerdir.

Onların ahfadı olarak bizlere de bu şuur ve idraki nasip etsin inşâallah. Âmin!

[1] Buhâri, Tefsir, Bakara 13; Tirmizi, Tefsir, Bakara (2965)
[2] Buharî, İ’tisam: 10; Müslim, İman: 247
[3] Ebu Davud, Melahim, 18; Mu’cemü’t-Taberânî, el-Kebîr, 22:573; Müsned, 1:170, 4:193.
[4] Secde, 32/5; Hac, 22/47
[5] Hac Sûresi, 22:47
[6] Mâide Sûresi, 5:54
[7] Nursi, Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 201
[8] Nursi, Said, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 201
[9] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81

Benzer konuda makaleler:

2 Yorum

  1. Yazınızı çok ilginç buldum farklı bir yönden konuyu Ele almışsınız Gerçekten çok mükemmel kaleminize sağlık.

    • Tarih aynasında görünen bu yöndedir. Vakıa da böyledir. Teşekkür ederim.

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*