Serilmiş, sürülmüş ve ekime hazır hale getirilmiş toprakla hiç ilgilendiniz mi?
Mesela, o güzelim toprağa veya bahçeye avucunuzdaki tohumları ve elinizdeki fideleri hiç ektiniz mi? Ekmişseniz; pek çok yabancıya soğuk gelen toprağın, size sıcak ve gülümseyen halinin farkına varmışsınızdır.
Cazip ve sizinle farklı bir dili konuşan bu sadık dostun, diğer insanlara aynı göründüğünü zannedersiniz ki, doğru değil…
Köy yerinde, çiftlikte veya meralarda hayvanlarıyla haşir-neşir olan çobana, yaylalar ve otlaklar neler söylemez ki… Sürüsündeki her hayvanı ile koyunu-kuzusu, keçisi-oğlağıyla bir başka dil ile konuşur. Tıpkı insanlarla anlaştığı gibi… Onları teker teker takip eder; hareketinde, melemesinde ve bakışında hallerini anlar ve ona göre davranır…
Bahçesine; güller, sebzeler eken ve fidanlar diken bahçıvanın hali çobanın halinden farksız mı dersiniz? Toprağın altına koyduğu her tohumun başında bekleyen, filizlerinin gözlerine bakan ve her sabah meyve fidanlarını yaprağı-çiçeğiyle okşayan bahçıvana sorduğunuzda, bahçesinde gözünüze çarpan küçük otlara kadar her birisinin kimlik bilgilerini size verebilecek haldedir. Hangi sebzenin neye ihtiyacı olduğunu, halinden memnun olup-olmadığını genişçe size anlatabilir. Ağaçları; ayağa kalkmış halleriyle hikayelerini size anlatır. Sevdiği fıtratın bu güzel tarlasında, bahçıvanlığın zevkini tadarak gül, çiçek, sebze ve meyve yetiştiren bahçıvan mutlu olmaz mı?
Almanya’ya ilk gittiğimde, botanik bahçelerinde ağaçların ve bitkilerin dallarına asılmış kimliklerini gördüğümde, garipsemiştim. Bahçıvanlarla çobanların hakiki hallerini bugün düşündüğümüzde ise, botanikçilerin nebatatın boyunlarına taktıkları kimlik bilgilerinin ne kadar yetersiz olduğunu düşünebiliyoruz. O bahçelerle hemhal olmayanlar, bahçede yetişenlerin hallerini nereden bilsinler ki… Koyun-kuzularıyla geceleyip gündüzlemeyene çoban denilemeyeceği gibi, onların hayvanların hal dillerini bilmelerini de bekleyemeyiz…
Bediüzzaman Hz.leri, her bir insanın farklı bir dünya olduğunu ifade eder. Veya başka başka âlemler… Kur’an ise bütün insanların en güzel şekilde, yani “ahsen-i takvimde” yaratıldıklarını söylüyor. Beşeri ilimlerle uğraşan âlimler de bunu tasdik ediyorlar. Bu kadar üstün fıtratı; en güzel biçimde serilmiş, sürülmüş topraklara benzetemez miyiz? Hatta Yaratıcı; bu farklı tabiat veya tarlanın tohumlarını önceden ekmiş ve fidelerini dikmiş… Yalnızca bahçıvana bakımını bırakmış… Bu yaratılış tarlası veya bahçesi; yüzlerce çiçeğe ve meyveye annelik yapacak halde ekimleri yapıldıktan sonra; bakımının nasıl yapılacağını en açık biçimde izah eden tarifnameyi de bahçenin kapısına asmış, Halik-i Zül Cemal… Güneşlerinin istikametini ve zamanlarını gösteren pusulalar, seher ve saba rüzgarlarının bahçeye uğrayacağı yönler, hangi istidat ve kabiliyetin ne kadar su, hava, zikir, şükür, sevgi, şevk ve sekinete ihtiyacı olduğu da yazılı tarifnamede…
Bu bahçeye hizmetin ilk adımı sevmek değil mi? Toprağı sevmeyenin toprağın altında neşv ü nema bekleyen tohumlara vereceği ne olabilir ki… Vahdet güneşini, ab-ı hayat mesabesindeki imanı, güzel ahlakın hazinesi sünneti ve insaniyeti bilmeden bahçıvanlığa kalkışılmamalı… Önce sevmek ve sonra toprak sahibini ve bu fıtrat tarlasına binlerce istidat ve kabiliyeti ekeni tanımak…
Parası olanlar çiftlikler satın alabilirler, fakat her sürü sahibi çoban olamaz. Çobanlık bir sevdadır. Fıtratı sevemeyenler kuzu sesinden hangi manayı çıkarsın ki… Meleyen hayvanın; açlıktan mı, hastalıktan mı, susuzluktan mı, kurt korkusundan mı veya yavrusunu kaybetmekten mi çobana seslendiğini de bilemezler. Çobanlık da, bahçıvanlık da peygamber mesleklerindendir. Rabbleri önce onları bahçelerde ve meralarda yetiştirmiş… Önce gülleri ve kuzuları… Sonra insanlarını teslim etmiş mürebbi ve muallimlerine. Yaratıcı fıtrattaki ölçüye, peygamberlerini gösterir. Ve en çok sevdiği insanının da; peygambere en fazla yakın olanı olduğunu Kur’an müjdeliyor.
Fıtratı bilmeyen veya Fatır’ı tanımayan ne bahçıvan olabilir, ne de çoban… Ne öğretmen olabilir ve ne de eğitmen… Baba dahi olsa, öncelikle fıtratı öğrenmesi gerekiyor, değil mi?
Benzer konuda makaleler:
- Fıtrat mezraasının bahçıvan ve çobanlarına dair
- Fıtratın bekçileri, onu koruyamazlar
- Dertsiz gömleği
- Çadırkentte Risâle-i Nur dersleri
- Alevi toplumu Risâle-i Nur´u çok benimsedi
- Kadınca Bakış
- Fıtrî olan imanın nurunu istemek
- Hakikî hazine
- “Allah’tan korkmuyor musun?”
- Ahiretin fidanlık bahçesi neresi?
Almanya İslam Konseyi Din Şurası Sözcüsü / Eğitimci – Yazar
Köylü olmak ne güzel şeymiş. Bütün taniattan haberin oluyor.
Peki şimdi nerede o günler…
ekmek,dikmek ve ürün hasat etmek insani olgunlaṣtirir.bütün kainatin düzenine Intizamina ṣahit oluyorsunuz.hemse hakkal yakin
Ademoğlu topraktan kopunca; dengesini, hayallerini, ruhunu, neşesini, rotasını
kaybetti. Suni gündemlerle, yapay çiçeklerle, gerçekleşmeyecek hayallerle oyalandı durdu. Azap çeken ruhunun mesajlarını bir türlü anlamadı. Aslı basitti, hülasası atası topraktı.
Fakat o toprak olmayı reddetti, kibretti, geçmişini unuttu, geleceğine gönderme yapamadı. Cenneti cehennemi
bir arada yaşadığını sandı, asıl cennet ve cehennemi unuturak..
İnsanın kendi tabiatını, atasını, toprağını görüp anlamaması, karmaşasını çözememesi ne korkunç bir şey…