Göç mevsimi…

Pelit meyvesi yeşil yapraklar arasında kurumuş yaprak rengine dönüştüğünde, göçerler ovaya yönelmiş olurlar. Yaylaları, dağların yamaçlarını kırağı vurmadan ovaya inebilen göçer, kendisini mutlu kabul eder. Koca bahar ve yaz mevsimlerinin bereketinin meyvelerini hayvanlarına yükleyip fırtınayı bekleyen dağlara veda etmek elbette üzülecek bir şey olmasa gerek. Halbuki ayrılıklar hüzün doğurur, derler. Göçerler sevdikleri yaylalardan, dağlardan ayrılmayı firkat değil, vatan edindikleri ovaya dönüş, yani vuslat olarak kabullendiklerinden, bilâkis sevinirler.

Kuşluk ve ikindi güneşlerinin oynaştığı sarı yapraklar sizde hep hüznü mü çağrıştırır? Güz rüzgârının raksa dâvet ettiği dallardaki yapraklar, bazen hüzün giysilerine bürünmüş “baharımsı sevinçleri” de bize vermez mi? Ağustos’un susuzlukla kuruttuğu bayırların yeniden yeşilliği de güneşli yapraklara karışınca, ister istemez “sonbahar!” diyorsunuz. Bir dem bile olsa sevinebiliyorsunuz. Hatta gelecek “karlı fırtınalara” yakalanmamak için etrafı şenlendiren küçük küçük hayvancıklarla birlikte yaprakların da ortadan kaybolmasına seviniyorsunuz. Sonbahardan hakikî bahar ve yazlara giden şu yoldaki bu hazırlıkları düşündüğünüzde, belki de âlemimizdeki hazan mevsimi, “mevsim-i ahzan” olmaktan çıkabilir.

Şu yaşadığımız sonbahar da, güz mevsimi olacak, ama inşallah hüzün mevsimi olmayacak. Mevsimin son güneşlerine Kur’ân’ın halaveti de karışınca; tabiat hep yeni şeyler fısıldayacak bize. Günah denizinde kafayı yukarıda tutarak tehlikeyi savuşturmaya çalışanların imdâdına koşan bu mevsimin rüzgârları hüzün besteleri okumuyor, kulaklarımıza… Ne sararan yaprakların arasından alev topu gibi guruba koşan güneş, ne sokakta mendil satarken üşüyen minnacık eller ve ne de köy konağının bacasından aheste aheste yükselirken rüzgârla halleşen açık mavi duman bize ürküntü vermiyor, bu mevsimde…

Yaşadığımız gibi cemiyet, sabahtan akşama günah yüklüyor bize… Gaflet, vicdanlarımızı tamamen işgal etmemişse, belimize ve bacaklarımıza inen ağırlığı elbette hissediyoruzdur.

Fakat bu mevsimin ağaçlarına baktığımızda, güz rüzgârının sarsıntılarıyla dalları terk eden sarı yaprakları gördüğümüzde eminim ki, ağırlıklarımızın hafiflediğini hissedersiniz. Gökkubbeyi şenlendiren ezanlar, okunan hatm-i şerifler, Kur’ân’lar, cıvıl cıvıl teravihler ve salavatlarla hazana yakalanmış gazallarca günahlardan kurtulduğumuzu düşünmek ve niyet etmek yanlış mı olur… Yaz giysilerini çıkaran ağaç, yuvasına çekilen hayvancıklar ve Nil’e uçan turnalar mahzun olmadığı gibi günahlarımızın da göçüp gittiğini düşünen biz günahkârlar elbette seviniriz ve bayram ederiz. “Göç” kelimesinin mânâsını göçerlere sormak lâzım. Ovadan dağlara, yaylalara sürü ve katarları taşıyanlara sorduğumuz gibi, bu dünyanın fırtınalı dağ ve yaylalarını bırakıp sıcacık, güneşli, ahbaplarla dolu ve saadetli vatanlarına dönen hakikî göçerlere sorma imkânımız olsaydı; “Göç etti” cümleciği bizi mahzun etmezdi, diye de düşünebiliriz. Ama nafile…

Fakat anladık ki, yaylalara âşık göçerler ve yuvalarına çekilen hayvancıklar “göç mevsiminin” pek de rikkatli ve firkatli olmadığını bize anlatıyorlar. Asıl bizi “göçerliğin” ve “göç mevsiminin” hirkat, firkat, ıztırap, elem, hüzün, şekva ve acısından kurtaracak “Kur’ân mevsiminin” bu mevsimle eşzamanlı gelmesi bizi huzuruna dâvet eden Rabbimizin bize bir ihsanı, karşılıksız hediyesi ve ikrâmı değilse ya nedir? Yalnız lâfızdan mânâya göç edebilmek şart u kaydıyla… Kur’ân’ın yalnızca lâfzını okuyanların mutluluğu mevsimlik olabilse de, lâfızdan mânâya göçüp geçebilen, göç hâdisesinin mahiyetini kaynağından öğrenenlerin mutluluğu elbette mevsimleri aşacaktır… Ne mutlu şu güz mevsimini Kur’ân mevsimiyle özdeşleştirebilenlere…

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*