“Bu müthiş zamanda ve dehşetli düşmanlar mukabilinde ve şiddetli tazyikat karşısında ve savletli bid’alar, dalâletler içerisinde bizler gayet az ve zayıf ve fakir ve kuvvetsiz olduğumuz halde, gayet ağır ve büyük ve umumî ve kudsî bir vazife-i imaniye ve hizmet-i Kur’âniye omuzumuza ihsan-ı İlâhî tarafından konulmuş.” 1
Malûmdur ki Risale-i Nur sadece düne değil, bugüne ve yarına da bakar. Herhangi bir pasajını okuyup “o günlerde öyleymiş şimdi böyle değil” denilmez. Madem böyledir, her bir kelimesi her bir cümlesi bu nazar ile okunmalı, sanki o esnada Üstad Bediüzzaman karşımızda ve bize nasihatlarda bulunuyor nazarıyla da tetkik edilmelidir.
İşte böyle bir mütalâaya konu olacak bir cümle de yazının başındaki meşhur cümle. Her Nur Talebesinin lâakal her on beş günde bir defa okuduğu (?) İhlâs Risalesi’nin başında geçen kısım. Evet zamanımız müthiş bir zaman. Düşmanlarımız da dehşetli. Maruz kalınan baskılar da tahammüllerin sınırında ve şiddetli. Bid’aların ve dalâletlerin sağdan soldan bütün gücü ile saldırdığı zamanları yaşıyoruz. Evet, bu süreç yeni başlayan bir süreç değildir elbette. Ahirzamana bakan yönü ile taarruzlar, Üstad Bediüzzaman’ın zamanında etkisini iyiden iyiye hissettirmiş, zaman zaman inzivaya çekilse de gücünü tekrar toplayıp belki daha da şiddetli olarak tekrar baş göstermiştir. Kesretli, dehşetli, şiddetli ve kuvvetli düşmanlara karşı az ve zayıf ve kuvvetsiz bir topluluk vardır ki, onlara Cenâb-ı Hak tarafından çok mühim bir vazife ihsan edilmiştir. Bu vazife imanî bir vazifedir.
Ama bilinmelidir ki bu topluluğun içindeki herkes onların “hakikî temsilcisi” değildir. Ama çoğu kendisini hakikî bir temsilci zanneder ve o isim ile de tesmiye edilir. Halbuki o topluluğu hakikî mânâda temsil edenler gayet derece azdır. Nasıl ki imanın dereceleri vardır. Hepsi de imandır. Taklidî imanı olan da, tahkikî imanı olan da ehl-i imandır. Hepsi de, kabre onunla girerse ehl-i Cennettirler. Ancak “Zâhir ile bâtın arasında müşabehet varsa da, hakikate bakılırsa aralarında büyük uzaklık vardır.”2 Bu sebebtendir ki tahkikî iman sahipleri ile taklidî iman sahipleri arasında da müthiş bir uzaklık söz konusudur. Evet, işte aynen böyle de bahsettiğimiz topluluğun bir “Hakikî temsilcileri” vardır bir de “Taklidî temsilcileri”. İkisi de zahirde temsilci olsa da hakikî mânâda temsil edenler ile taklidî mânâda temsil edenler arasında ciddî farklar vardır.
Evet her ağaç şüphesiz bir çekirdekten sümbüllenir ve dal budak salar. Kendisine “ben hakikî elma çekirdeğiyim” diyen bir çekirdeğin bu sözü hakikat midir, er-geç ortaya çıkar. Çünkü o çekirdek ne zaman ki ağaç olur ve meyve verir işte o zaman meyveler şahitlik eder, bu ağaç hakikî elma mıdır yoksa yaban elması mıdır anlaşılır. Bir çekirdek diğer bir çekirdekle, çekirdek olarak toprak altında kaldıkları müddetçe iltibas edilebilir. Amma ağaç olduktan, meyve verdikten sonra şek edersen, bütün meyveler senin aleyhinde şehadet ederler. Eğer bu başka bir çekirdektir diye tevehhüm etsen, o ağacın bütün meyveleri seni tekzip ederler. Elma ağacına inkılâp etmiş bir çekirdeği, hanzale ağacının çekirdeği farz etmek sana müyesser olmaz. Ancak tevehhümle veya bütün elmaların hanzaleye tebdil edilmiş olmasıyla mümkündür ki, bu da muhaldir.”3 O halde Hakikî temsilciler ile Taklidi temsilcilerin meyvelerine bakmalı. Hangisinin meyvesi hakikî ise o ağaç da hakikîdir bilinmeli.
Dipnotlar:
1- Lem’alar. 2- Mesnevî-i Nuriye. 3- Mesnevî-i Nuriye.
Benzer konuda makaleler:
- Hakikî terakkî
- Niçin bir peygamber olarak yaratılmadık?
- Kader programı, Hologram ve Big Bang
- “Edna bir meyil ve iltifat”
- “Levlake” Hadis-i Şerifi, Big Bang Teorisi ve Peygamberimiz (asm)
- Kabir azabı bir işkence midir?
- Ehl-i dalâletin terakkî zannettikleri, sükûttur
- Kâinat kitabının mürekkebi: Nur-i Muhammedî (asm)
- Yıldızlarla yazılan “DNA ve genetik” kotları
- Ecel Hâlık-ı Zülcelâl’in elindedir
İlk yorum yapan olun