‘İslâm âleminin kahramanı ol!’ mesajı

Dünün hadisâtını değerlendirirken zaman, mekân ve şartlar önemlidir. Vizyona giren Hür Adam filminde eleştiri alan sahnenin vukuuna ihtimal veremeyenler, günümüz mantığıyla ve izahlarıyla karşı çıkmaktadırlar. M. Kemal’in o zaman sadece bir komutan ve meclis başkanı sıfatıyla dâvetinde Bediüzzaman’ın bu tavrı normaldir. Kaldı ki, cumhurbaşkanı sıfatı ile bile olsa Bediüzzaman’ın yine aynı tavrı göstereceği kesindir ve buna tarihçe-i hayatı şahittir. Çünkü Bediüzzaman dünyaya zerre kadar ehemmiyet vermeyen bir şahsiyettir. Onu ne ceza ile ne ödül ile yıldırmışlar veya celbetmişlerdir.

Doğulu olmasının da verdiği celâlli tavrı, şehâmet-i imaniyesi ile birleşince dünyanın makamlarına, mallarına ehemmiyet vermeyen ve hiç tereddütsüz elinin tersi ile iten bir şahsiyet ortaya çıkmıştır. İşte Üstad’ın tarihçe-i hayatını bilmeyenler, M. Kemal gibi bir şahsiyetin önündeki, imanından kaynaklanan vakarlı duruşunu garip bulacaklardır.

Geçen gün bir gazetede çıkan mektupta belirtildiği gibi, Bediüzzaman M. Kemal’e seslenmiştir. Bu seslenişinde kullandığı hitaplar ne olursa olsun, mânâ yüklüdür. Aslında Meclis şahs-ı manevîsine hitapta bulunmuştur. Velev ki, böyle olsa bile hitaplar, karşıdaki kişinin o hitabın muhtevasını taşıyor olduğu anlamına gelmez. Bazen hitap muhtevası, muhataba öyle olması gerektiği mesajını taşır. Bediüzzaman da Meclis şahs-ı manevîsi arkasında M. Kemal’e hitabı aslında ona misyon yüklemek, onu uyarmak veya ona “öyle ol” mesajından başka birşey değildir. Zaten bu karşılaşmadan sonra Bediüzzaman yollarını ayırmıştır.

Bediüzzaman’ın Meclise gelip namaza dair beyannâme vermesi, öncelikle namazla ilgilenmesi dikkat çekicidir. Zira namaz dinin direğidir. Üstad’ın dünya siyaseti ve cereyanlarının konuşulduğu bir mekânda dine dair tesbitleri ve en önemlisi de namaza dair tahşidâtı önemlidir ve anlamlıdır. O mekân içindeki mebuslar ve paşa dahi, ‘Sen medrese usûlü ile her şeyi İslâmiyet noktasında muhakeme ediyorsun. Oysa Garplılara benzemek lâzım’ diye itirazlarda bulunmuşlardır.
Bediüzzaman’ın niyeti ve asıl gayesi yeni kurulacak bir devletin temel taşlarının sağlam olmasıdır. Bunun için direk ve temel hükmünde olan namazın ehemmiyetine dair bir muhtevayla konuşma yapmıştır. Zira namaz şahsî hayatın direği hükmündedir. Namazdaki lâkaytlık diğer dünyevî ve uhrevî işlerde de lâkaytlığı netice verecektir. Namazı terk eden mebuslar adım adım şeâire dair ne varsa terk edeceklerinden Bediüzzaman’ın öncelikli vurgusu namaz üzerine olmuştur. Zira aynı beyannâmede, ‘Şeâirde tehavün (önemsememek) zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşcî eder (cesaretlendirir)’ demiştir. Düşmanların gözünün hâlâ ülke üzerinde olduğu bir sırada düşmanı teşcî edecek zafiyetlerin başladığı nokta namazdır.
Bu beyannâmenin ardından Üstad’ın verdiği cevaplar din-i İslâm’ın hayatın her alanında olması zarûretine ve böyle olmadığı takdirde istikametin de olmayacağına dairdir.

Üstad, devamında siyasîlere, Türk olmayanlar ile Türkleri beraber cem ettirecek, birliği sağlayacak yegâne şeyin din birliği olduğunun altını çizer. Böylelikle ırkçı düşüncelerin siyasetteki vahim sonuçları noktasında uyarılar yapar. Üstadın bu uyarılarının sebebi şudur: Ülke henüz savaştan çıkmış, millî mücadele yapılmış ve kazanılmıştır. Fakat bu mücadelede ne Türklük, ne Kürtlük, ne Arnavutluk öne çıkmış, tam tersi İslâm adına bir hamiyet sergilenmiştir.

İşte böyle bir bütünlüğün sağlandığı, ortak bir kardeşlik ruhunun oluştuğu bir zamanda zihinlere ırkçı düşünceler ekilmeye başlanmıştır. Bu tehlikeli gidişâtı okuyan Bediüzzaman, ta o zamandan yeni devletin temelinin atıldığı bir zamanda, harcı içinde ırkçılığın, ilerideki vahim tehlikelerine karşı uyarmıştır.

Bediüzzaman, millî mücadelenin kazanılması sonrasında Ankara’ya ısrarla çağrılmıştır. Talebelerinden Zübeyir Gündüzalp, millî müdafaa imamı ve alay müftülerinden Osman Nuri Efendiden bizzat dinlediği mevzuları not etmiştir. Bu notlarında Osman Nuri Efendinin Bediüzzaman’ın meclise on defadan fazla şifre ile dâvet edildiğinden bahsettiğini, Üstadın gitmediğini, sonra ise istişare etmek üzere İstanbul’da kendisiyle buluştuğunu anlatır. Bu istişarenin neticesinde Bediüzzaman Ankara’ya gider. Bu dâvetlerin ikisi bizzat M. Kemal tarafından, diğerleri de onun direktifleri neticesinde Üstad’ın dostları tarafından yapılır. (Mufassal Tarihçe-i Hayatı, I. cilt, s. 428).

Bu esnada ilginçtir ki, dessas İngilizler Müslüman sömürgelerine Türk milletinin hilâfet müessesesine ihanet ettiğini yaymakta, bir taraftan halifeyi koruma altına almakta, bir taraftan da bağımsızlık şartlarından birinin hilâfeti kaldırma şartı olduğunu meclise dayatmaktadır. Şeytanca siyaset yapan İngilizlerin bu cüretkâr girişimlerinin farkında olan Bediüzzaman, meclis şahs-ı mânevîsini bu noktada da uyarmıştır.

Bediüzzaman Ankara’ya geldiği zaman Sultan Vahdeddin İngiliz himayesine girmiş ve Malta’ya hicret etmiştir. Böylelikle hilâfet saltanatı millet meclisine fiilen geçmiş ve Lozan Anlaşmasında meclis muhatap kabul edilerek İsmet İnönü Lozan’a gitmiştir. İşin ilginç tarafı henüz Lozan’ın hükümlerinin ortaya çıkmadığı bir zamanda Bediüzzaman’ın meclisteki on maddelik beyannâmesi adeta Lozan’da yapılan yanlışları tashih ve uyarı niteliğindedir.
Bediüzzaman’ın meclisteki bu on maddelik beyannâmesinin özeti ise şöyledir:

Öncelikle, bu muzafferiyetin neticesinde, nimetin asıl sahibine şükür yapmak gerektiği, zira şükredilmeyen nimetin elden gideceği uyarısında bulunmuştur.
Sonra âlem-i İslâmın muhabbetini ve teveccühünü kazandınız, fakat bu muhabbetin devamı için de gayret göstermeniz lâzım, diyerek Müslümanların İslâmiyet hasebiyle kendilerini sevebileceğini belirtmiştir.

Üçüncü maddede, muzafferiyet ve galibiyet gibi kazanımların peşinden gelebilecek şöhret, enaniyet ve dünyevîleşme hastalığına dikkat çekmiştir.
Bir diğer madde de, tebanın, başındakileri dindar görmek istemesine mukabil ‘Siz de, o nazarların gözünde müttehem olmamak için dini hakikatleri yaşamalısınız‘ dersini vermiştir. Beşinci olarak dış mihrakların milletimize bakışını tahlil etmiş ve dindeki kayıtsızlığımızdan istifade etmekte olduklarını, özellikle şarkı intibaha getirecek şeyin din olacağı vurgusunu yapmıştır.

Altıncı olarak, ittihatçıların dinde lâubâli olan kısmını uyarmış, bu tavırların dahilde millet tarafından nefretle karşılandığını belirtmiştir.
Yedinci maddede ise, yapılacak inkılâpların temellerinin İslâmî düsturlara uygun olması gerektiğini, aksi halde Avrupa medeniyet-i habîsesinden süzülen dinsizlik ve bid’atkârâne cereyanların bu milletin sinesinde yer tutamayacağını söyler.
Sekizinci maddede, Bediüzzaman asır okuması yapar ve Avrupa medeniyetinin yırtılmaya yüz tuttuğu, buna karşın Kur’ân medeniyetinin zuhura başladığı bir zamanda lâkaytlıkla ihmalkârâne işlerin görülemeyeceğini anlatır.

Bir diğer maddede ise, meclis şahs-ı mânevîsi ve başındakine, ‘Sizi seven insanların mü’min olması, sizi takdir edenlerin avâm sağlam Müslümanlar olmasına karşın; sizin de Kur’ân’ın emirlerine uymanız, İslâm nâmına zaruridir. Avrupa medeniyetine meftun olmak yerine kendi değerlerinizden güç alıp ona istinat edin’ demiştir.

Son olarak ise, namaza dair uyarılarda bulunur. Dine ve dünyaya zarar olan ihmâl ve ferâizin terk edilmemesi gerektiğini, zira milletin, meclisin ef’âlini taklit edeceğini söyler. ‘Millet başındakileri ya taklit eder, ya da tenkit eder, ikisi de zarardır’ demiştir.
İşte bu beyannâmeden sonra, M. Kemal ile kısa ve sert bir tartışması olmuş, yaklaşık iki saat kadar da hususî görüşerek, yollarını ayırmıştır.
Hâsılı, Said Nursî’nin, M. Kemal’e yazdığı söylenen mektubundaki hitabı velev ki doğru olsa bile, bu olumlu hitap öncelikle bir irşad anlamında olup, o makamda bulunanın ve meclisin şahs-ı mânevîsine dönük olarak yapılmıştır. Yani, “âlem-i İslâmın kahramanı” hitabı, “İslâm âleminin kahramanı ol” anlamından başka bir şey değildir.

Nitekim Bediüzzaman’ın namaza dair uyarısından sonra Paşa’ya söylemiş olduğu, ‘Namaz kılmayan haindir’ seslenişi, bu belgeyi farklı yorumlayanlara ders veren derin mânâlar içermektedir. Çünkü ‘Hanefî mezhebinde namaz kılmayanın şehadeti makbul olmayıp, merduttur. Zira Allah’ın emrine karşı gelen bir insan, diğer meselelerde de mutlaka hainlik etmiş olur.’ (Mufassal Tarihçe-i Hayatı, I. Cilt, s. 442) kaidesince, hitaba takılanların, ‘hain’ hitabını da gözden kaçırmamaları gerekir. Zira Bediüzzaman, bu bütünlük içerisinde ancak doğru anlaşılabilir. Yoksa yapılan Bektaşi bir yorumdan öte geçmez

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*