İslâmiyet Müslümanlarca temsil edilmelidir…

Image

Zihinlere, bunun aksi mi oluyor, diye bir soru gelebilir. Hayatları Avrupa’da geçmiş, Türkiye’de yaşamamış ve Türkiye’nin yakın tarihini dikkatli araştırmayanlar için “mantıksızca” görünebilir yukardaki ifade.

Türkiye’nin 1920’lerden bilhassa 1950’lere kadarki sosyal ve siyasî tarihinin Batılılarca bilinmemesi, Avrupa’daki Müslümanların kendilerini ifade etmesini zorlaştırıyor.

Yani halifeye dayanarak kurulan Ankara hükümetinin, daha sonra başta İslâmiyet olmak üzere bütün semavî dinlere arkasını dönmesini, Osmanlıya düşman kesilmesini, din ve vicdan hürriyetlerini tamamen kapatmasını, din eğitiminin çeyrek asır boyunca yasaklanmasını, İslâmî gelenek ve geçmişten Türk milletinin koparılması uğruna yapılan zulümleri, Hıristiyan ve diğer dinlere mensup azınlıkların dinî haklarının gaspedilmesini Avrupalılara bilgi ve belgelerle anlatamadığımız sürece, Türkiye’de yaşadığımız ikiyüzlülükleri, mantıksızlıkları ve yanlış mukayeseleri burada da yaşayacağız.

Ankara’da, Osmanlının devamı niteliğinde kurulan hükümet; Kur’ân’larla, hadis ve dinî merasimlerle Meclisi açtığı halde, hemen ikinci dönemde yer yer bazı üyeler Allah’a ve İslâmiyete inanmadığını dillendirmeye başlıyor. Dini, milleti baskı altında tutmada bir unsur olarak kullanırken, dinsiz Avrupalı meslektaşlarıyla birlikte “modern İslâmı dizayn” etmeye başlıyorlar. Rüşvet veya darağacını göstererek etraflarında topladıkları birkaç âlimin fetvalarıyla bin üç yüz senelik “pratik İslâmı” kafalarına göre değiştirmeye teşebbüs ediyorlar. Peygamber düşmanlığını öyle bir noktaya vardırıyorlar ki, kendi Meclislerinde İslâmî mukaddesat “alay ve hakarete” maruz bırakılıyor. İşte bu inanmadığı halde belli bir vakte kadar inanmış gibi görünen bazı kurucular, Kur’ân’ın ve ezanın Türkçeleştirilmesine çalışıyorlar. Namazları haftada bir güne indirmeye ve cami yerine halkevlerinde kılınmasına gayret gösteriyorlar. Altı yüz senelik tarihî camilerin birçoğu depo, işyeri ve hatta “at tavlası” olarak kullanılıyor.

Bu zulüm ve istibdattan Batının sorumlu olduğunu belirtmek zorundayız. Ama Kemalizmi Türkiye’nin başına saranlar “bir kısım Batılılar” olduğu gibi, Türkiye’ye çok partili sistemin gelmesine yardımcı olanların da “Hıristiyan ve insanî değerlere saygılı” Batılılar olduğu ayrımı burada önemlidir.

Türkiye’deki gerçekleri bilmeyen efkâr-ı âmmenin, birkaç zevzek devletin desteğiyle yanlış bilgilendirilmesine itiraz ediyoruz. Medyanın sorumsuzca ve toplum barışını tehlikeye sokacak tarzdaki yayınlarını Avrupalılar az çok biliyorlar. Fakat Almanya’da ismi Hıristiyan olan iktidar partisinin, İslâm konferansı çerçevesinde, İslâma tam inanmayanları toplama teşebbüsü yeni sıkıntılar getirir.

Müslümanlıkla Hıristiyanlığın iman ve pratik açısından mukayaseleri bazı yanlışları ortaya çıkaracaktır. Müslümanlar, dinlerinin hem ibadet ve hem de iman cihetlerinden Kur’ân ve Peygamberin Sünneti başta olmak üzere, içtihad kitaplarında ve icma-ı ümmet denilen umumî kabulde bütün detaylarıyla yazılı ve belirgin olduğuna inanırlar. İnanmayan Müslüman olamaz. İbadet boyutunu inkâr eden dinden çıkar ve pratize etmeyen ise günahkâr olur.

Müslümanlar Hz. İsa’nın (a.s.) otuz üç yaşında ve şeriatını Hıristiyanlara tam anlatamadan Allah tarafından semaya kaldırıldığına inanıyorlar. Halbuki Hz. Muhammed (a.s.m.) ise evlenmiş, çocukları olmuş, ticaret yapmış, devlet kurmuş, düşmanlarıyla savaşmış ve bir insanın yirmi dört saat boyunca nasıl yaşayacağını nefsinde tatbik ederek Ashabına bizzat göstermiş. Hayatın en küçük karesini bile dolduran İslâmiyeti günümüzdeki Hıristiyanlıkla mukayese ederek reform çağrıları yapan “İslâm tenkitçileri”nin evvelâ şu iki kıstasa vurulması lâzım:

1) İslâmiyete Kitap, Sünnet, kıyas ve icma ile inanıp inanmadıkları…

2) Bu sahada ihtisas sahibi olup olmadıkları…

Hukukçular kongresinin bilgisayar ve makinacılarla, sosyoloji ve psikoloji konferanslarının inşaat mühendisleriyle diş doktorları tarafından organize ve idare edilmesi ne kadar mantıktan uzak ise, aynı şekilde İslâmî ilimlerde yeterli bilgisi olmayan ve aynı zamanda ne kadar inandığını kendisi dahi bilmeyen kişilerin İslâm konferanslarında reformu konuşmaları o denli bir mantıksızlıktır.

Kemalistlerin seksen senedir Türkiye’de oynadıkları tiyatroya Almanya hükümeti alet olmamalıdır, diyoruz. Başta Almanya olmak üzere bütün AB hükümetleri, çeşitli konferanslar düzenleyerek Müslümanların hem entegrasyonuna, hem de kanun ve düzenin işleyişindeki sıkıntılarımıza yardımcı olabilirler. Bugünden sonra Avrupa’nın temel insan hak ve özgürlüklerinde geri gideceğini artık kimse hayal etmemelidir. Saldırgan ateistlerin bütün semavî dinlere karşı başlattıkları taarruza Avrupa’nın büyük devletleri alet olursa, tarihte olduğu gibi faturasını yine Avrupa halkları ödeyecektir. Dinsizliği, ahlâksızlığı, kaos ve hedonizmi “değer” haline getirmek isteyenleri Alman kamuoyu gibi biz Müslümanlar da dikkatlice takip ediyoruz.

Türkiyeli bazı İslâm tenkitçilerinin “İslâmda reform” çağrılarına karşı, bu işin Müslümanları ilgilendirdiğini, “reform konferansı” düzenledikleri takdirde oraya gelip meseleyi anlatabileceğimizi ve bu tip konferansların da yukarda arz ettiğimiz çerçeveyi değiştiremeyeceğini bu vesileyle belirtmiş olalım. Ve burada fevkalâde yanlış ve mantıksız bir yaklaşımı da arz edelim. Dinin pratiklerini yapmaya çalışanlara “İslâmcı” denilmesi, İslâmiyeti din olarak kabul etmemenin ifadesidir. İslâmiyet kalplere hapsedilmiş ve mahiyeti meçhul bir inanç değildir. Fikre tevhid ve hayata istikamet veren İslâmiyet, insanlığın tatbikte zorlanamayacağı bir hayaz tarzıdır. İslâmiyet İbrahim (a.s.)’ın dini olduğu kadar Musa (a.s.) ve Mesih’in de dinidir. İnançta Hz. Muhammed (a.s.m.) ile İncil’de geçen peygamberler arasında Müslümanların fark gözetmediklerini “meşhur İslâm tenkitçileri” de bilmelidirler.

 

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*