İman, pozitif yüksek bir güç kaynağıdır. Resûl-i Ekrem (asm), “imân gücü” sahasında da dünya çapında yegâne örnektir.
Verdiği iman dersine psiko-sosyal ve maddî açıdan bakıldığında, en yüksek seviyede görülür zaten. Zira o, yetim, yalnız başına bir zât idi. Ne saltanatı, ne askeri, ne hazinesi, ne tarihi, ne ekonomik, ne kültürel altyapısı, ne okuma-yazması vardı. Sasâni, Roma ve Pers medeniyetleri, Araplar, kendi kabilesi Kureyş, hattâ en yakın akrabalarından amcası Ebû Leheb dahi ona karşı şiddetle cephe almıştı. Mekkeli müşrikler (aristokrasi) bütün imkânlarını seferber ederek her türlü sindirme metodlarını denedi. İşkencelerin en dehşetlilerini, şiddetin en katmerlisini uyguladılar. Onun ise imânından başka hiçbir şeyi yoktu! Buna rağmen, İslâmiyeti; fikir, ilim, adâlet/hak ve hürriyetler, terbiye ve eğitim sistemi olarak dünyanın başına geçirmiştir. Şu psikolojik bir vakıâdır:
İnsanlarda huy, karakter 40 yaşına gelindiğinde artık damarlara işler ve meleke hâline gelir. İster menfî, ister müsbet olsun, davranış biçimleri ve alışkanlıklar artık vazgeçilmez olarak kalıcı olur. Yâni, bağışıklık kazanırlar. Kan ve damarlara işleyen alışkanlıklar, ne silâh zoru, ne teknik imkânlar, ne cerrahî müdahalelerle kaldırılabilirler! Şimdi, milâdî 550’li yılların Arap yarımadasına sosyal bir seyahat yapalım. Görünen vahşet tablolarının bazı kareleri şöyle:
Bedevî, kaba, cahil, haşin, sert, kavmiyetçi-ırkçı, kan dökücü, kızlarını diri diri gömecek kadar vahşî bir toplum. Alkol, fuhuş ve zina gibi ahlâksızlığın en katmerlisi hüküm sürüyor… Sayısız evlilik anlayışı… Âdetlerinde mutaassıp… Putperest, falcılık ve kâhinlikte şeytana taş çıkartacak kadar dessas… Ticârî münasebetleri hilebazlık, zorbalık üzerine kurulmuş. Kuvvetli olan zayıfı ezdiği, hayatın yalnız maddî çıkarlardan ibâret olduğu, sâir insanların ve varlıkların değerinin olmadığı, yaşayışın mânâsız olduğu ve her türlü sosyal hastalıkların cirit attığı çarpık bir çapulcu yapı…
İşte, Hz. Muhammed (asm), bu şartlar ve böyle bir topluluktan, yoğrula ve alışa geldikleri bütün bâtıl inanç ve düşüncelerini değiştirmelerini, kötü alışkanlıklarını bırakmalarını, terk etmelerini ister. Elinde maddî hiçbir güç yoktur. Sadece akıl, kalb ve gönüllere hitap eder. Oysa alışkanlıklar, bağımlılıklar akıl, kalb ve ferman dinlemezler. Ve sosyolojik bir tespittir ki, çok büyük bir dâhîler topluluğu, çok büyük bir masrafla, çok uzun bir zamanda, çok geniş imkânlarla ve çok rahat bir zeminde, toplum ve devlet gücünü de arkasına alarak, ilkel bir toplumun dem ve damarlarına kadar işlemiş bir alışkanlığını ancak geçici olarak kaldırabilir.
Halbuki o, hâkim ve hekîm; 23 sene gibi kısa bir zamanda; her türlü eziyet, işkence ve imkânsızlıklara, hatta ölüm tehdit ve teşebbüslerine rağmen; o vahşî topluluğu; öylesine bir eğitim ve terbiyeden geçirmiş ki, ne kadar bâtıl ve yanlış inançları varsa, ne kadar kötü alışkanlık ve bağımlılıkları mevcut ise onları değiştirmiş, söküp atmış… Kan, can, mal düşmanı olan insanları barıştırmış… Bütün kötü hasletlerini kaldırmış ve yerlerine de en nezih, en medenî, en güzel, en mükemmel inanç, ahlâk ve alışkanlıkları yerleştirmiş. Elbette bu, iman gücünün bir sonucudur.1
Dipnot:
1- Sözler, s. 216
Benzer konuda makaleler:
- İmanın gücü, Gandi ve Bediüzzaman
- Ümitsizlik ve şevksizlik tuzağı
- Manevî dertlerin çaresi manevî devâlardır
- Oruç sayesinde sağlıklı beslenme düzeni
- Hizmet yollarında geçen ömürler
- Camiler aynı zamanda ilim ve kültür yuvasıdır
- Canlı ve hayattar
- İmanın kazandırdığı güç
- Prensipler mi, yoksa menfaatler mi önemlidir?
- Lisân-ı siyasette lâfız, mânânın zıddıdır
İlk yorum yapan olun