Vefatının 10. yılında Mustafa Özsoy

Image
Aman Allah’ım! Zamanın hızla akıp giden sür’atine yetişmek ne kadar zor. Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda beraber olduğumuz, canlı ve heyecanlı, Mustafa ÖzsoyAğabey vefat edeli 10 sene olmuş. Eski hatıraları karıştırırken vefat ettiği tarihi görünce şaşırdım, zamanın bu kadar çabuk geçtiğine.

Onunla çok yönlü hukukumuz olduğundan, vefatından sonra yazdığım bir taziye yazısından sonra, tekraren ona rahmet duâsıyla bir hatıra ve hatırlatma yazısı daha yazmak istiyordum. Vefatından bu yana 10 sene geçtiğini müşahede edince de, hemen bu yazıyı yazdım, hiç değilse vefatının 10 yılına tekâbül eden 14 Şubat tarihine denk gelsin diye.

Risâle-i Nurlarla müşerref olduktan sonra, artık o dâvânın her hâl ve hareketine karşı içimizde bir muhabbet bağı oluşmuştu. Nerede bir Risâle-i Nur talebesi görsek, hemen irtibata geçiyor, muhabbet fedâisi olmanın tezahürünü gösteriyor, hissediyorduk. 1972 senesi yaz aylarıydı. 19 yaş içerisinde bir gençtik, üç senedir de Nurlarla hemhâl oluyorduk. Babamın memleketi olan Ermenek’e gitmek üzere, babam ve rahmetli validemle beraber Ankara’dan Konya’ya geldik. Orada babamın akrabalarında bir gece kalıp, ertesi gün de Ermenek’e gidecektik. Otobüsten indikten sonra Konya’nın meşhur triportörleri (dolmuş şekline dönüştürülmüş motosiklet) ile vilâyet merkezine gelmiştik. Mevlâna Hazretlerini ziyaret ettikten sonra babama dedim ki: “Baba, burada bizim Yeni Asya gazetesi bürosu varmış, onu bir bulalım da ağabeylerle tanışalım.” O zaman Fatih çarşısındaydı büro. Üçümüz yukarı çıktık, annem dışarıda beklerken babamla ben içeri selâm verip girdik. Büroda birkaç kişi oturuyordu. Bizi muhabbetle kucaklamaları, babamı da şaşırtmıştı. Daha ilk defa tanıştığımız şahıslar, bizi muhabbetle kucaklamıştı. Sanki eski bir dost, akraba gibi… Ankara’dan geldiğimizi ve Ermenek’e gideceğimizi söyleyerek, kendileriyle tanışmak için uğradığımızı söyledik. O zaman büroya D. Ali Çiçek ağabey bakıyordu. Yanındaki güler yüzlü ağabeye hitap ederek, “Özsoy Ağabey, bak bunlar senin hemşehrilerinmiş” dedi. O da gülerek babama “Ağabey Ermenek’in neresindensiniz?“ dedi. Babam da anlatmaya başlayınca, babaannemle Özsoy Ağabeyin aynı köyden olduklarına, biraz daha sağdan-soldan konuşunca da, babam ile uzaktan akraba çıktıklarına şahid olunca, her ikisinin de sevinçle birbiri ile akraba muhabbetleri bizi memnun etmişti.
Bir müddet sonra müsaade isteyip, babamın akrabalarına gitmek istediğimizi söyleyince, Özsoy Ağabey atılarak “Olmaz ağabey, biz de akrabayız bak. Dünyada bırakmam sizi, bizim eve gideceğiz, orada misafir olacaksınız” dedi. Babam ve annem çok ısrar ettiyse de, Özsoy Ağabeyin ısrarı galip gelerek, Meram bağlarına giden belediye otobüsüne binerek yola koyulduk. Aslında bu iş, benim de çok hoşuma gitmişti. Nurcu bir ağabeyin evine gidip, muhabbet etmek daha iyi gelmişti bana. Ve yolda düşünüyordum—ki aynı düşüncede olduklarını anne ve babam da, daha sonra bana ifade etmişlerdi—”Aman Allah’ım, bu ne iş? İlk defa görüştüğü ve daha iyice tanımadığı insanları kendi öz akrabasıymış gibi alıp evine götürüyor… Bu nasıl bir kardeşlik böyle?”

Özsoy Ağabeyin, Meram bağlarında, yeşillikler arasındaki bahçeli güzel evine girdik. Hanımı ve çocukları da bizi kapıda güleryüzle karşıladılar. 14-15 yaşlarında Dursun (Abdülkadir), ondan üç-dört yaş küçük Cafer ve daha 4 yaşlarında bir çocuk olan Muhammed Muhtar olmak üzere üç erkek çocuğu vardı. O gece sohbet edip, sabah kalkarak Ermenek’e doğru yola çıktık. Rahmetli Özsoy Ağabeyle bizim ilk tanışmamızdan sonra, artık gerek biz Konya’ya geldiğimizde, gerekse o tek olarak veya ailesi ile, Ankara’ya geldiklerinde birbirimizin evinde kalır, muhabbet eder, hizmetlere, sohbetlere beraber giderdik.

Rahmetli, çok enteresan biriydi. İnsan psikolojisinden çok iyi anlar, herkese seviyesine göre muâmele eder, muhatap olurdu. Daha sonraki bir ziyaretimizde, samimiyetimiz de iyice ilerlemişti. Büyük oğlu Dursun, imam-hatip okulunun orta bölümünü bitirmişti, fakat kabiliyeti elektronik üzerineydi ve bana, sanat okuluna gitmek istediğini, ama Özsoy Ağabeyin razı olmadığını söylemişti. Ben de münasip bir lisanla bunu Özsoy ağabeye söylemiş, o da bizim hatırımızı kırmayarak Dursun’un sanat okuluna (endüstri meslek lisesi) kayıt olmasını sağlamıştı. Bizden 20 yaş kadar büyük, babamız mesâbesinde bir insan olmasına rağmen, arkadaş gibiydik. Ve 30 sene kadar bu muhabbetî haller hep devam edip gitmişti.

Risâle-i Nurlarla müşerref olduktan sonra, Bediüzzaman Said Nursî Hazretleriyle birkaç defa görüşüp, sohbet edip, onun iltifatlarına mahzar olan bahtiyarlardandı. İlk ziyaretinde, Üstadın ona söylediği şu söz çok mühim ve manidardır:
“Kardeşim, benim nazarımda iki sınıf çok ehemmiyetlidir: Birisi subay, diğeri ise öğretmendir. Bence bir öğretmen, yüz vaiz kadar bu memlekete faydalıdır. Subay, Türk ordusunun en sağlam temeli ve unsurudur. Bu iki sınıf mesleğe çok ehemmiyet veririm ben.”

Ömrü boyunca Üstadına, dâvâsına sadık kalmış, hiç inhiraf etmeyerek, sapmayarak yoluna devam etmiştir. Çok çile çekmiş, hapislere, sürgünlere muhatab olmuş, aç kalmış, açık kalmış; ama hiçbir şey onu yolundan ve davâsından ayırmamıştır, ayıramamıştır. Tabiî bunda en büyük destekçisi de, muhtereme hanımı Seher ablamız ve çocukları olmuştur. 1976 senesinde doğan son çocuğu Fatih de dâhil bütün çocuklarını Risâle-i Nur’un fedaisi şeklinde yetiştirmiştir. Elhamdülillah ki, dört çocuğu da babalarının bayrağını dalgalandırmaya devam etmektedir.

Özsoy, dinî siyasete âlet edenlere çok kızar ve mesafeli davranırdı. Bu zihniyetin ilk temsilcisinin, Konya’dan seçilmesine içerler, Konyalılara sitem ederdi. Kendisi Köy Enstitüsü’nde yetişmiş bir öğretmenken, Nurları tanıdıktan sonra, çelik gibi bir irade ve iman sahibi olmuş, dâvâsından hiç taviz vermemişti. Sürgün ve hapisler neticesinde, sevdiği öğretmenlik mesleğinden ayrı bırakılmış, müftülük murakıbı ve 1980 İhtilâli öncesi son AP hükûmeti zamanında da, Konya Halk Eğitim Müdürlüğü vazifelerinde bulunmuştu. Hatta sürgünlerinden birindeyken, 70’li yıllardaki Ecevit hükûmetinin Milli Eğitim Bakanı ve onun da öğretmen okulundan arkadaşı olan Mustafa Üstündağ’ın makam-mevkii tekliflerini kabul etmemiş, muhalif görüşteki muhatabına haysiyetinden ve vakarından taviz vermemişti.

En zor ve musibetli günlerinde dahi yüzündeki tebessüm eksik olmazdı. Hani, “İçi kan ağlasa da dışı güler” tâbiri vardır ya, onda çok iyi müşahede edilirdi bu mânâ. Planörcülük vs. gibi bazı sporları da severdi. Kabiliyetli bir ağabeyimiz olduğundan, istişare ederek, beraberce karar vermemiz neticesinde, Dursun’un çekimleri ile, “Minyeli Abdullah” romanının bir kısmını filme almıştı. Bu konuda ilk nüve ona aittir. 17. Lem’a’daki 12. Nota’yı çok güzel bir şekilde teybe okumuştur ve bazen onu dinleyenlerce, ruhuna fâtihalar okunmasına sebeb olmaktadır. (Tabiî biz de ayrıca, namaz sonrası ve bütün diğer duâlarımızda fatihalar okumaktayız.)

Vefat ettiği 14 Şubat 2001 tarihinde çok üzülmüş ve ağlamıştık. Bize geç haber verildiğinden ve cenazesine yetişemediğimizden dolayı da içimizde bu, hep bir sızı olarak kalmıştır. Cenâb-ı Hak tekrar rahmet eylesin Mustafa Özsoy ağabeyime. Bu vesileyle başta Üstadımız olmak üzere, ahirete intikal eden bütün nur talebelerine de rahmetler dileriz.

 

Image

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*