Metod olarak Risâle-i Nur veya Said Nursî

İslâm âlemindeki bir çok millet ve topluluk, ellerindeki yanlış tercihleri bitirmiş olmanın şaşkınlığını yaşıyorken, Bediüzzaman Hazretlerinin vefatının 42. yıldönümünü idrak ediyoruz. Doğru İslâmiyeti, doğru kaynaklardan çıkaramamanın sıkıntısını, İslâmiyetin zamanımızdaki doğru pratiğinden yoksunca yaşayan ümmete, elimizdeki “asr-ı saadet modelini” hakkıyla sunamamanın hüznü içinde, “helâket ve felâket asrının” adamını anmaya çalışıyoruz.

Devriliş ve yıkılışların arasında, sendelemeden dimdik istikbale yürüyen asırların adamını, herc ü merclerin coğrafyasında anmanın kolay olmadığını zaten hadiseler gösteriyor. Herc ü merclerin coğrafyasından kastımız İmam-ı Hüseyin’in son durağından, bin seneden beri İslâm’ın bayraktarlığını yapan milletin son pây-i tahtına uzanan diyarlardır. Dünyada hiçbir coğrafya, bu topraklar üzerindeki kadar katl ü kıtâle, muhâceret, zelzele ve yangınlara şahit olamamıştır. Yere batmış yüzlerce şehrin soy kütüğüne baktığımızda; Antalya, Antakya, Sodomgomore ve Efes gibi şehirlerin depremlerle onlarca defa yerle bir olduğuna şahit oluyoruz. Bu hususta hal, maziyi arattırmayacak kadar arbedeli değil mi? Dünyayı ateşe vermek isteyen zındıkanın hedefine bilhassa bir asırdan beri yerleşmiş bu yarımadanın, sair İslâm coğrafyaların rağmına—kısmen—sulh u sükûnet içinde hayatını devam ettirmesinin bir sırrı olabilir mi? Yani, bir taraftan tarihin eteklerinden tutarak kavgaya sürüklemek istediği, diğer taraftan dehşetli, tahripkâr dinsizlik komitelerinin tüm hışmını üzerinde dalgalandırdığı misyonuyla çeken Anadolu’yu, tufanlardan, savaşlardan, maddî ve mânevî yangınlardan kısmen kurtaran mânâ nedir? Viyana’dan Nalçık’a genişleyen coğrafyanın büzülüp Anadoluya hapsolmasını, med-cezirin İslâm potasında erimiş yirmi yedi lisan ve ırkı, peşi sıra bu yarımadaya sürüklediğini elbette biliyorsunuz. Bu antropolojik yapı, deccaliyetin ağız suyunu tam bir asırdır akıtıyor. Parçalamak için yaptığı hamleleri, giriştiği taarruzları ve yakmak istediği ateşi boşa çıkaran, Anadolu’yu Nuh tufanındaki “Cebel-i Cûdî” hükmüne çıkaran kuvveti anlayabilmek için evvelâ “Bediüzzaman” ismini işitmek ve sonra da asrımızın idrâkine Kur’ân’ın son dersi olan “Risâle-i Nur’u” okumak lâzımdır, îtikadındayım.

Şu herc ü merclerin coğrafyasını, yaşadığımız son altmış-yetmiş yılın içindeki sair coğrafyalarla isterseniz mukayese edelim. Mağripten maşrike doğru yürüyelim. İşte Cezayir. Yüzbinlerce evlâdını yanlış metodlara kurban vermedi mi? Diktaların altında çeyrek asırdan fazladır inleyen Libya ve Tunus… Ya en has evlâdını darağaçlarında kaybeden ve yüzbinlerce Müslüman kardeşlerini ezdiren musîbetzede Mısır… İşte yangından yangına düşen Lübnan ve Filistin… Zelzeleye tutulmuş kardeşleri gibi Esad’ın zulmüyle coğrafyadan silinen Hama ve Humus… Merhum Faysal’dan bu yana kan, gözyaşı ve sefalet içinde yüzbinlerce evlâdının başında matem tutan Bağdat ve Kerbelâ… Ya Humeyni diktasında hürriyeti ararken yine yüzbinlerce yavrusunu kurban veren İran… Yanlışlarla Zahir Şah’tan Karmal’a, prensipsizlik ve ufuksuzluktan Taliban belâlarında on binlerce mücâhidini dağlarda yitiren Afganistan ve din adına yaptığı yanlışlarla parçalanan kardeş Pakistan…
Bu arada cayır cayır yanan İndo-Malay, Kafkasya ve Balkan Müslümanlarını da zikretmek gerekir mi?

Fakat Anadolu, sefih ve dinsiz Avrupa’nın nazarında en büyük suçlu Anadolu, hâlâ sulh u sükûnet içinde yoluna devam ediyor. Onun için kurulan tuzakları acaba kim boşa çıkardı ve çıkarıyor? Kin ve hasedinden bu coğrafyaya çarpan her emperyalist hareket, granite çarpmış dalga gibi sağa-sola saçılıyor. Anglikan papazından Eskişehir mahkemesine kadar, dinsizlik ve nifak adına karşısına çıkan her hareketi, Kur’ân’ın yardımıyla bertaraf eden Bediüzzaman Hazretlerinin; imanî ve içtimâî metodunu İslâm âlemi bilseydi bu belâlara maruz kalmazdı, diyorum.
Müceddid… Kur’ân’ın asrın idrakine muvâfık yorumu… Helâket ve felâket asrındaki pusula… Savaş meydanlarının kahramanı… İstikbal karanlıklarını Kur’ân’ın nuruyla izale eden eser… Asr-ı Saadetin pratiğini nefsinde ve talebelerinde gösteren aksiyon adamı… Dâvâsı uğruna hem dünya ve hem de ahiret hayatını fedâdan çekinmeyen fedâî… Îtidali, ifrat ve tefritlerin bâlâsına çıkaran fedakâr kahraman… Daha binlerce vasıfla tavsif edebileceğimiz Bediüzzaman Hazretlerinin bugün öne çıkan—bize göre—en belirgin özelliği, ortaya koyduğu Kur’ânî metodudur. Sevenlerinin burunlarını bile kanattırmadan onları en tehlikeli şartlarda hedeflerine ulaştırmasıdır. En cebbar, dinsiz ve münafık reislere, prensiplerine ve nâhakk hükümlerine serfurû etmeden İslâmı yaşamanın ve müdafaa etmenin lezzetini tatmak isteyenler mutlaka Said Nursî ve Risâle-i Nur’u tanımalıdırlar.

Risâle-i Nur’la, Kur’ân, zamanındaki yorumunu buldu. Said Nursî’nin talebeleriyle birlikte uyguladıkları “amelî hayatla” Müslümanların gözündeki cehalet perdesi kalktı. Batıdan doğuya uzanan teoriler, Risâle-i Nur’un ışığında oyuncaktan çıkan köpükler gibi kayboldu. Peygamberimizin(asm) müteaddit defalar haber verdiği helâket ve felâket zamanındaki “Kur’ân uygulamalarını” Bediüzzaman evvelâ yazdı ve daha sonra da yirmi bir defa zehirlenmek pahasına da olsa uyguladı. Onun kalemiyle birlikte; tabiat, ehl-i kitap, haşir, ihlâs, insaniyet, kader, uhuvvet, tahavvülât-ı zerrat, âhirzaman hadiselerini haber veren hadis-i şerifler zamanın idrâkine uygun yorumunu buldular. İmanî ve içtimâî inkılâbı Risâle-i Nur’la birlikte yaşayamamak; mazinin derelerinde düşmanın amansız hücumuna maruz kalmak demektir. Avrupa’yı Risâle-i Nur’da tahlil edememek, konvansiyonel silâhlara karşı İslâmı kalaşnikofla müdafaaya kalkışmak demektir. Hürriyeti Bediüzzaman’dan ders almamak, Müslümanı en amansız diktalara mahkûm etmeye sebep olduğunu son yarım asır göstermiyor mu? Bediüzzaman’ın “Asr-ı Saadet” modelini nazara almamak, fikren Müslümanları geçmişin sahralarına çağırmaktır. Dünyaya ehemmiyet vermiyor görünüp, yine dünyanın iman ve ahlâkı boğucu girdabında çırpınmaktır. İfrat ve tefritin med ve cezirinden kurtulup, dünya ve ahiret saadetini isteyenler, Risâle-i Nur’un sekînet veren ikliminde mutluluğu aramalıdırlar. Çünkü bu metod, Asr-ı Saadetin âhirzamana aksetmiş metodudur. Hiçbir model ve metod, Risâle-i Nur kadar kendisini tartışmaya sunmamıştır..

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*