‘Kemiyetin ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı’

İman hizmetinde de, içtimâî hayatta da, siyasette de “kemiyete, sayıya, çokluğa, maddî güce” değil, “keyfiyete, samimiyete, ihlâsa” bakmak gerekir. İşte binlerce tarihî örneklerinden birisi:

1243 Kösedağ Bozgunu ile Selçuklu Devleti yıkılır. Müslümanlar dağılmış, birçok beyliklere ayrılmıştır. En büyük ve en güçlüleri Karamanoğulları ile Germiyanoğulları’dır. Selçuklu mirasına bunlardan birisinin konacağı beklenir. Çünkü zahirî güç ve sayı çokluğu bunu gerektiriyordu.

Ne var ki, muvaffakiyet ve sonuç almak, çoğu kere sanıldığı gibi “sayı çokluğu” ve “maddî kuvvete” göre değil; ihlâs ve samimiyete bağlıydı. İşte bu sırra binânen bir uç beyliği ve en küçükleri, ama, en ihlâslıları Osmanoğulları bayrağı düştüğü yerden kaldırıp dalgalandırdı asırlarca…

***

Bu hakikati, 20. Lem’a olan İhlâs Risâlesin’de nazara veren Bediüzzaman, ümit, aşk, şevk veren ve ihlâsı kazandıran şu değerlendirmeyi yapar:
“Cenâb-ı Hakk’ın rızası ihlâs ile kazanılır; kesret-i etbâ’ [tâbi olanların çokluğu] ile ve fazla muvaffakiyetle değildir. Çünkü onlar, vazife-i İlâhiyeye ait olduğu için, istenilmez, belki bazen verilir. Evet, bazen birtek kelime sebeb-i necat [kurtuluş sebebi] ve medar-ı rıza [Allah’ın rızasına vesile] olur. Kemiyetin [sayı çokluğunun] ehemmiyeti o kadar medar-ı nazar olmamalı. Çünkü bazen birtek adamın irşadı, bin adamın irşadı kadar rıza-yı İlâhîye medar olur. (…) Bazı peygamberler gelmişler ki, mahdut birkaç kişiden başka ittibâ edenler olmadığı halde, yine o peygamberlik vazife-i kudsiyesinin hadsiz ücretini almışlar. Demek hüner, kesret-i etbâ’ ile değildir. Belki hüner, rızâ-i İlâhîyi kazanmakladır.” 1
Osmanlı, imanından ve ihlâsından aldığı güçle ilim ve teknolojiye binerek 1683 yılına dek, gür bir sadâyla “Allah, Allah” diyerek ahlâk ve adaleti, “i’la-i kelimetullah”ı ana gaye yaparak yaymış ve Viyana (Avrupa) kapılarına kadar dayanmıştı.
Hayfa ki, sonraki dönemlerde gerileme ve çöküş devri baş gösterdi.
Zâhire bakıldığında bunun sebebi teknik ve askerîydi. Fakat, meselenin psiko-sosyal derinliğine inildiğinde asıl sâikın; hiç şüphesiz iman ve ahlâk zaafıyla ihlâsı yitirmek olduğu fark edilir. Zira, iman, hem nur, ışık, aydınlık, hem de kuvvetti. İman, aynı zamanda “marifetullah”ı (Allah’ı bütün isim ve sıfatlarıyla bilmeyi) gerektirir. Fen dahil her bir ilim, Allah’ın bir ismine dayanır. Şâfî isminin tezahürlerini kâinatta okuyan, tıpta; Mukaddir ismini tecellilerini okuyan ise matematik, astronomi ve sâir ilimlerde terakkî eder. Tarih aynı zamanda buna da şahit değil mi? Müslümanlar dinlerine sarıldıkları zaman yükseldiler. Dinlerinden uzaklaştıkları nispette de gerileyip herc ü merc ile musîbetlere giriftar oldular!

Dipnot:

1- Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar, YAN, s. 156.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*