Peygamber efendimizin iletişim tekniği

Makalede neler var?

Giriş

İletişim kelimesi yeni kullanılmaya başlanan bir kelimedir. Eskiler bunun yerine “vesait-i muhabere”, “müdavele-i efkar”, “muhabere”, “irtibat” gibi kelimeler kullanırlardı. Peygamberlerin sıfatları arasında bulunan tebliğ kelimesi de bugünkü deyimi ile iletişimin en geniş manasını ifade etmektedir.

Peygamberlerin hayatı tebliğ ile geçmektedir. Nitekim, Kur’an-ı kerimde de bu açık şekilde beyan edilmektedir. “(Benim yaptığım) ancak Allah katından olanı, O’nun gönderdiklerini tebliğdir.”1 Tebliğ, onların hayatlarının gayelerinden birisidir. Tebliğ vazifesini en iyi şekilde yapabilmeleri için de çok iyi iletişim kurmaları gerekmektedir. Bütün peygamberler, özelde ise Peygamber Efendimiz (asm) harika iletişimciler (mübelliğler)dir.

Milyonlar, Peygamber Efendimizin (asm)davetine icabet etmiş, onun daveti milyonların gönlünde makes bulmuş, O’nun getirdiği hakikatler, hayatlarını ortaya koyacak şekilde muhataplarının dem ve damarlarına işlemiş, asırlar sonra bile uğruna can feda edenler varsa bu davetin ve davete icabetin kökleştiğini ortaya koymaktadır. Anadan, yardan ve serden geçenleri meydana getirmek, kolay sağlanacak bir iş değildir. Peygamber Efendimiz (asm) bunu yapmıştır. Yaklaşık yirmi üç senelik tebliğ döneminde yüz binlerin kalplerinin sevgilisi, ruhlarının terbiye edicisi haline gelmiş, bu durum kıyamete kadar da devam edecektir.

Cenab-ı Hak, onu tebliğ ile görevlendirmiştir. Tebliğ vazifesini yerine getirirken, zorlama yok, baskı yok, maddi çıkar sağlama yok. Muhatapları, adı üstünde cahiliye toplumu. Âdetlerine taassup derecesinde bağlı olan, kız çocuklarını diri diri toprağa gömecek kadar katı kalpli ve inatçı, kavim ve kabile hassasiyetleri çok yüksek farklı kavimleri o cahiliye âdetlerinden çıkarıp güzel ahlakla teçhiz edip, zahiri bir tasallut ve baskı olmadan, akıllarını ve ruhlarını fethedip gönüllerini teshir ederek kalplerinin sevgilisi haline gelmiştir. Bu durum, iyi bir iletişim sonucu olmuştur. Allah tarafından te’yit edilmesi ayrı bir durum, bizzat kendisi de bu neticelerin tahakkuku için her türlü iletişim vasıtalarını en güzel şekilde kullanmıştır. Çünkü terbiyesini Rabbi yapmakta ve onu da güzel yapmaktadır. Kendisi de bu terbiyeyi en güzel şekilde muhataplarına yansıtmaktadır.

Tebliğin dört temel esası vardır.

Tebliğ eden (mübelliğ)
Tebliğe muhatap olan
Tebliğin kendisi yani maksat
Hangi makamda söylendiği

Bir sözün kıymeti, kimin söylediğinde, kime karşı söylediğinde ne maksatla ve ne makamda söylediğinde gizlidir. Peygamber Efendimiz (asm) tebliğin bütün inceliklerini kullanarak vazifesini yerine getirmiştir.

Mübelliğ yani tebliğ eden, Allah’tan aldığı vahyi, mesajları muhataplarına en etkili şekilde ulaştırmıştır. Bunu canhıraş bir gayretle, bıkmadan usanmadan, muhatapları dinlemediği zaman buna aldırış etmeden yapmıştır.

Hayatın her safhasında olduğu gibi iletişim kurmada da o bir modeldir. Bir maddi gücü olmadan, bir baskı uygulamadan, sadece gönülleri fethetmiştir. İnsanlar etrafında bundan dolayı kümelenmişlerdir. Ben peygamberim, beni dinlemek zorundasınız dememiş, bu mesajları insanlara ulaştırabilmek için elinden gelen her şeyi, her fedakârlığı yapmıştır. Sadece teori ile yetinmeyip pratikte de uygulamıştır. Kültürüne, bilgisine, şöhretine, makam ve mevkiine, yaşına ve cinsiyetine, yaşadığı coğrafyaya uygun şekilde tebliğde bulunmuş ve iletişim kurmuştur. Bugün kullanılan bütün iletişim yollarını en güzel şekilde kullanmıştır. Hem de o dönemde. Onun için asırlara ve çağlara hükmeden bir mesajı vardır. Onun için gönüller üzerinde taht kurmuş, muhabbetin canlı misali, rahmet ve şefkatin timsali, yaratılış ağacının meyvesi olmuştur.

İletişim nedir?

İletişim; duygu, düşünce veya bilgilerin akla gelebilecek her türlü yolla başkalarına aktarılması olarak ifade edilmektedir. İki veya daha fazla kişi arasında bir mana ve mefhumun aktarılmasıdır. Bu kelimelerle olduğu gibi, sembollerle, davranışlarla, vücut dili ile hatta ses tonu ile de yapılabilir.

İyi bir iletişim için en önemli unsur dildir. Dilin sistemine ve kodlarına hâkim olma ihtiyacı vardır. İşte o zaman sağlıklı bir iletişim imkânı doğar. Süslü kelimeler yerine, halk arasında “edebiyat yapmak” şeklinde ifade edilen dolambaçlı ifadelerden kaçınıp kararlı, net, muhatabın anlayacağı biçimde ifade etmek iletişimin temel unsurudur. Süslü kelimelerle güzel cümleler kurmak iyi bir iletişim için yeterli değildir. Söylenen sözler duyguların derinliğinden çıkmıyorsa, o söz sadece kulakta kalır, gönüllerin fethine yetmez.

İletişimde kelimelerin gücü

Kişiler arası iletişim, en sık ve önemli biçimde dil ile gerçekleşmektedir. İnsan ilişkilerinin temeli dile dayanmaktadır. Dil, insanın ve hayatın en canlı parçasıdır. Kelime ile hayat arasında, çok ince damar ve sinir ağlarıyla örülü ilişkiler vardır. Kelimeler, tren katarları gibi mana yükleri ile doludur. Kelimeleri birer sembole benzetirsek, bu semboller olmadan düşünme imkânı olmadığı gibi iletişim kurma imkânı da yoktur. Edebiyat literatüründe “kamus= sözlük”, yani kelimeler namus gibi algılanmış, bunlar üzerinde oynamayı namusa tecavüz gibi kabul etmişlerdir. Ruhu coşturacak olan manalar bu kelime katarları ile gelmektedir. Muhammed İkbal, “Nefsine dön, onun faziletlerini artırmaya çalış, çünkü sen cismin ile değil ruhunla insansın.” Diyor. Kelimelerden ruha giden bir yol vardır.

Peygamber Efendimiz de (asm) “beyanda sihir vardır”2 buyurarak kelimelerin, onları arka arkaya diziş biçiminin, söyleyenin ruh halinin, ses tonu ve stilinin, bunlarla birlikte beden dilinin de kullanılmasının ne kadar etkili bir iletişim aracı olduğuna dikkat çekmektedir. Kelimelerle beden dilinin uyum içinde yürümesi, söze güç katacaktır.

Sağlıklı bir iletişim için önce kendi iç dünyasında mükemmelleşmeyi sağlaması gerekir. İfade edilecek manalar, gönlün derinliklerine yerleşen, hislerin üzerine taht kurduğu manalar olmalıdır. Çünkü kelimeler ve tavırlar içimizde olanın dışa yansımalarıdır. Kap, içindekini sızdıracaktır. Kendisinin inanmadığı, beğenmediği bir manayı ne kadar süslü kelimeler ile söylerse söylesin muhatapta makes bulmaz.

Sağlıklı bir iletişim için muhatapları değerli kabul etmek gerekmektedir. İnancı, dili, ırkı, cinsiyeti, rengi, makamı ve rolü ne olursa olsun bir ayırım yapmadan onlara değer vermek, insan olmalarını yeterli görmek iyi iletişim için olmazsa olmazdır. Bunun için de iletişimde bulunduğumuz kişinin bizi anlaması gerekir. Konuşmada ses hacmi, ses perdesi, hız, kalite, tonlama ve telaffuzda stil önem arz eder. Bunun için Mevlana, ağızdan çıkan kulağa, gönülden çıkan ise gönüle ulaşır der.

İster kelime olsun, ister başka iletişim şekilleri olsun, gönülden kopup gönüle girmesi gerekmektedir. Yaşamak ve yaşatmak, işte Peygamber Efendimiz (asm) bütün ömrünü, bu iki mefhumu yaşayarak geçirmiştir. Önce kendisi yaşamış, sonra yaşanmasını istemiştir. İlâhî ferman, kendisine ve muhataplarına “O halde seninle tevbe edenlerle birlikte emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Aşırı da gitmeyin.”3 Emrini vermiş, onlar da buna bihakkın uymuşlardır. “Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Rasülü’nde üsve-i hasene (en mükemmel bir örnek) vardır.”4 İlahi fermanını duyan Sahabeler, bu iki kelimenin ifade ettiği mefhumu, hayatlarının en önemli ve öncelikli meselesi saymışlar, bu örneğe göre yaşamışlar ve yaşatmışlar. İşte sahabeler böyle bir hayatın meyveleridir. Dünyanın dört bir tarafına İslam’ı yayarken de gönül ifadelerini dillerine taşımışlar, Allah da onları muvaffak etmiştir.

Şiirin ve edebiyatın zirvede olduğu bir ortamda bulunan Peygamber Efendimiz (asm) beyandaki bu sihri çok iyi biliyordu. Her kabileye kendi lehçesi ile hitap ediyordu. Çevresinde var olan bütün lehçeleri biliyordu. Az sözle çok şey ifade etme kabiliyeti (cevamiü’l-kelim) kendisine Allah tarafından ihsan edilmişti.5

Hayatın her alanında, örnek alınacak yaşanmış bir hayat var. En basitinden en mükemmeline kadar yaşanmış ve sahabeler tarafından tespit edilmiş, sonraki nesillere aktarılmış. Çok dikkatli şekilde muhafaza edilmiş bir literatür var.

Doğru iletişim

Peygamber Efendimiz (asm)mesajlarını insanlar tarafından anlaşılabilecek şekilde vermiştir. Çevresinde halkalanan sahabeler onun mesajlarını duyup bütün duyguları ile hissetmişlerdir. Başlangıçta yazma için sadece Kur’an’a müsaade edilmiş, onunla karışmasın diye hadislerin yazılmasına müsaade edilmemiş. Bu endişe zaman içinde ortadan kalkınca, hadislerin de yazılmasına müsaade edilmiş. Böylece onun bütün mesajları duyulup ezberlenmiş ve yazılıp kalıcı hale getirilerek his ve duyguların derinliklerine kadar hissedilip yaşanır hale gelmiştir.

Yaşadığı asrın sosyolojik yapısı ve okuma yazma oranının çok düşük olduğu da dikkate alındığında, bedevi ve aynı zamanda bir cahiliye toplumunu, medeni milletlere üstat olacak bir medeniyet seviyesine çıkarması ancak onların hissiyatına uygun, kısa sürede gelişmelerini sağlayacak bir iletişim ile mümkün olabileceği gayet açıktır.

Allah Rasûlü, sadece abdest, namaz, oruç, zekât, hac, dua gibi ibadetlerin uygulaması ile sınırlı bir tebliğde bulunmamış, bunlarla birlikte bir hayata lazım olan en teferruat sayılabilen meseleleri de ashabına talim ve tatbik edip pratik hayata dönüşmesini sağlamıştır. Evlere nasıl girileceğinden tut, tuvalet adabına kadar en teferruat meseleleri bile ihmal etmemiş, onların pratik hayatına uygulamalarına yerleştirmiştir.

Bunu nasıl yapmıştır?

Kavl-i leyyin ile sabır ve yumuşak bir huy ile neticeye ulaşmıştır. Âdetlerine inat derecesinde bağlı olan böyle bir toplumdan nezahet ve nezaketin zirvesine çıkan insanlar yetiştirmek, yılları kapsayacak bir zaman gerektirirken, Peygamber Efendimiz (asm)bunu çok kısa sürede başarmıştır. Bu da ancak nübüvvet iksiri sayesinde olmuştur. “O vakit Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için dua et; iş hakkında onlara danış. Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri sever.”6

O, sadece içinde yaşadığı topluma hitap etmiyordu. Muhatabı, içinde yaşadığı toplumla birlikte kıyamete kadar gelecek olan bütün insanlıktı. Din ve dil ayrımı yok, ırk ve renk ayrımı yok. Cinsiyet ve statü ayrımı yok. Her kesimi insan olarak muhatap almış, onlara değer vermiş, kötü âdetlerini kısa sürede kaldırıp onun yerine dem ve damarlarına işleyen güzel ahlakı yerleştirmiş. Mücessem bir fazilet toplumu meydana getirmiş.

O, üsve-i hasene, yani yaşayan canlı bir misaldir.7 Sadece nazari bilgilerle yetinmez, o bilgilerin hayata yansımasını, bir hayat düsturu haline gelmesini sağlayan canlı bir örnektir. Yaşayarak göstermiş ve gösterdiği şekilde yaşamalarını istemiştir. Sureti göze hitap ederken sîreti gönüller üzerinde dalgalanmalar meydana getirmiştir.

O, vahiy desteklidir. “De ki: Ben ancak Rabbimden bana vahyolunana uyarım. Bu (Kur’an), Rabbinizden gelen basiretlerdir (kalp gözlerini açan beyanlardır); inanan bir kavim için hidayet ve rahmettir.”8 Ayette de görüldüğü gibi sadece göze hitap etmiyor, gönül gözüne hitap ediyor. Göze bakıp gönüle hitap ediyor. Amel ve harekete, yani bir hayat düsturu olarak bilgilerin fiile dönüşmesini istiyor.

Vahyin mesajlarını bizim anlayacağımız şekle dönüştürüp bize ulaştıran ilk kaynaktır Peygamber Efendimiz (asm). O olmadan dini ve Kur’an’ı anlamak ve yaşamak mümkün değildir. Çünkü “O, kendiliğinden konuşmamaktadır”9Allahtan aldığı vahyi, ne eksik ne fazla, tamı tamına insanlara ulaştırmaktadır. Şunu da “geçiştireyim” düşüncesi asla ve asla yoktur. “…Peygamber’e düşen, yalnız açık bir tebliğdir.”10 O, bir elçidir. Tebliğ konusunda da çok ısrarlıdır.

Bütün hayatı bir iletişim süreci içinde geçen Peygamber Efendimiz (asm), mescitlerle ve hutbelerle sınırlı bir iletişim kurmak yerine, hayatın tabii akışı içinde, evde, yolda, çarşıda, savaşta… her alanda sıkı bir iletişim içinde olmuştur. Yeni bir inanç sistemi, yeni bir anlayış, yeni bir hayat tarzı getirmiş ve bütün bunları iyi bir iletişim ve ikna ile ortaya çıkarmıştır.

Kendisini iyi tanıyor

O, Mekke’de sade bir hayat yaşıyordu. Bir insan hayatının içinde görülebilecek ne varsa hepsini görmüş ve yaşamıştır. Doğarken yetimlikle başlayan bir hayat. Çocuk yaşta iken sırtını dayadığı, hâmileri olan önce annesini, sonra dedesini kaybetmiş, çobanlıktan ticarete hayatın bütün sıkıntılarını ve mutluluklarını bizzat yaşamıştı. Hayatın her çeşit elem ve lezzetini yaşayarak öğrenmiş ve görmüştü. Bütün bu hayatın iniş ve çıkışların içinde değişmeyen bir özelliği vardı ki etrafına hep güven vermişti. Şu ayet onun halini çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. “Sen elbette yüce bir ahlak üzeresin.”11

Soy olarak da nesillerin en hayırlısı o idi. Kendisini tanıtırken şöyle buyurmuştu: “Kendisinden olduğum nesle gelinceye kadar; birbiri ardından gelen Âdemoğlunun nesillerinin en hayırlısından gönderildim.”12 Böyle bir zirvede bulunurken de tevazuyu asla elden bırakmazdı.

Yemek yerken dizleri üzerine veya bir dizi üstüne oturur ve şöyle buyururdu: “Ben sadece bir kulum, her kulun yediği gibi yerim. Kul oturuşu gibi otururum.”13 En yüksekteki hali ile en aşağıdaki tevazu halini beraber yaşardı.

Peygamber olarak gönderilmeden önce de emin bir zat idi. Muhammedü’l-emin diye şöhret bulmuştu. Daha yirmili yaşlarda iken Mekke’nin önde gelenlerinin teşkil ettiği “Hılfü’l-fudul” yani faziletlilerin yemini cemiyetinin kurucu üyelerindendi. Kâbe hakemliğinde bütün kabilelerin desteğini almış, çıkmak üzere olan bir çatışmayı önlemişti. Hayatının hiçbir döneminde yalan ve hileye asla yer yoktu.

Peygamber Efendimiz (asm) “Hüsn-ü sîret ve cemâl-i suretle mümtaz” bir zâttır. Elinde mucizeler gösteren bir kitap, yani Kur’an var. Sadece suretlere bakmıyor, hakikat-âşina, hakikati bilen bir hitabı var. Birinin elini sıktığı zaman sadece dış görüntüsüne bakmıyor, onun gönlünü okuyor, derunundaki hislerini biliyor, gelecekteki hayatını okuyor. Ona hitap ederken bir bütün olarak konuşuyor. Mesela, Hz. Ebu Zerr-i Gıfariye (r.a.) şöyle diyor: “Buradan çıkarılacaksın, tek başına yaşayacak ve tek başına öleceksin.”14 Yirmi sene sonra Medine’den sürgün ediliyor, bir sahrada tek başına yaşıyor ve orada vefat ediyor.

Bütün insanlara, cinlere, meleklere, hatta bütün mevcudata karşı ezeli bir hutbeyi tebliğ ediyor. Şu âlemin yaratılış sırrı olan muammayı hal ve şerh ediyor. Anlaşılması çok zor olan kâinatın sırrını açıyor ve bütün akılları hayret içinde meşgul eden üç müşkül ve müthiş sual ki, “Necisin? Nereden geliyorsun? Nereye gidiyorsun?” suallerine akılları ikna edecek makbul ve ikna edici cevapları veriyor.15

Kavmini çok iyi tanıyor

Nasıl bir toplum içinde yaşıyor, içinde yaşadığı toplumun davranış şekilleri, neleri sevip nelere öfkelendikleri gibi konuları çok iyi biliyordu. O toplumun içinde yetişmişti. Çobanlıktan ticarete birçok işle uğraştığı için toplumun iç dinamiklerini tanıyordu.

“Andolsun ki sizden önce, peygamberleri kendilerine mûcizeler getirdiği halde (yalanlayıp) zulmettiklerinden dolayı nice milletleri helâk ettik; zaten onlar iman edecek değillerdi. İşte biz suçlu kavimleri böyle cezalandırırız.”16 Yetiştiği toplumun sosyal ve kültürel yapısını iyi tanıyordu. İçinde yaşadığı toplumun helak olmalarını önlemek, onları geçmiş ümmetlerin başına gelen büyük bela ve musibetlerden korumak için canhıraş bir çaba harcıyordu. Ümmetinin, geçmiş ümmetler gibi helak olmasını istemiyordu ve bunun için her türlü gayreti gösteriyordu. Daha önceki ümmetlerin başına gelenleri Cenab-ı Hak kendisine bildirdiği için nelerle karşılaşacağını çok iyi biliyordu. Çünkü Rabbi onu terbiye ediyordu.17 O kendiliğinden konuşmuyordu. Söylediği hep vahye dayalı idi.18

Kavmi de onu çok iyi tanıyordu

Kavmi de kendisini çok iyi tanıyorlardı. “Kendilerine Kitap verdiklerimiz onu (o peygamberi) öz oğulları gibi tanırlar…”19 Dolayısı ile iletişimde bir problem yoktu. Birbirlerini iyi anlıyorlardı. Öyleyse konuşup anlaşacak durumda idiler.

Dost ve düşmanlarının ittifakları ile O, en yüksek istidata sahipti. En yüksek ahlak üzere idi. Dünyanın yarısı, insanlığın beşte biri onun manevi hükmü altına girmişti.

Günde beş defa onunla tecdid-i biat edip rahmet duasında bulunuyorlar, medih ve muhabbet ediyorlar.

Peygamber Efendimiz (asm)peygamberlik dava ettiğinde Kur’an gibi bir fermanı davasına delil olarak göstermiştir. Mekke müşrikleri de Kur’an’ın mucizeliğini inkar edememişler, kendilerini aldatmak veya mensuplarını kandırmak için sihir isnadında bulunmuşlardır.20 Yani onun peygamberliğini inkar edememişler, sihir isnadı ile geçiştirmeye çalışmışlar.

Muallâkat-ı Seb’a sahibi ve bir Yahudi olan Lebid’in şiirini bizzat kızı Kabe’nin duvarından indirmiş, niçin indirdiğini sorduklarında ise, Kur’ân ayetlerine karşı bunun bir kıymeti kalmadı demek zorunda kalmıştır.21

İşin içine hissi davranışlar girmediği sürece birbirlerini anlamaları zor değildi. Önlerinde güneş gibi parlayan bir hakikat vardı, ancak gözünü kapayanlar ışığın farkına varmıyordu. Görmek istemeyenin de gözünü açmak kolay olmuyordu. Önünde meşakkatli bir yol vardı, ancak onu aşabilecek dirayet ve cesaret de fazlası ile mevcuttu.

Kavmini ikna edebilmek için mucizeler gösteriyordu. Mu’cize ise, kainatın yaratıcısı tarafından, onun dâvâsına bir tasdik manasını taşıyordu. Çünkü devam eden âdetini onun dua ve iltiması ile değiştiriyordu. Parmakları çeşme gibi su akıtıyordu. Bir parmağının işareti ile ayı iki parça ediyordu. Bir ağaç, onun peygamberliğini tasdik için ayağına geliyordu. Bir kişiyi ancak doyuracak bir yiyecekle üç yüz kişiyi doyuruyordu.22

İsrail’in meşhur alimlerinden Abdullah ibni Selam, onun yüzünü görür görmez, bu yüzde yalan yoktur, olamaz diyerek Müslüman olmuştu.23

Bütün bunlar kavminin gözü önünde cereyan ediyordu.

Doğruluk, peygamber sıfatı

Kırk yaşına kadar bu toplumun içinde yaşamış ve hiç yalan söylememişti. Bunu bütün toplum biliyordu. Güven vermenin en temel kaidesi doğruluk ve dürüstlüktü. Onun da Peygamber Efendimizde (asm) var olduğunu toplumun her ferdi biliyordu. Bu kadar sene aralarında yaşayıp da kendilerine yalan söylemeyen birisinin Allah adına yalan söylemesi elbette beklenmezdi. Bunu her idrak sahibi bilirdi. Öyleyse bütün çıkışı, yapacağı bütün faaliyet Allah adına olacaktı. Öyle de oldu. Onların aklına kapı açtı, iradelerine ipotek koymadı. “Eğer yüz çeviriyorsanız, zaten ben sizden bir ücret istemedim. Benim ecrim Allah’tan başkasına ait değildir ve bana Müslümanlardan olmam emrolundu.”24 Ayetini terennüm ediyordu.

Mal, mülk, şan, şöhret gibi şeyler peşinde değildi. Onlara da böyle şeyler vaadetmiyordu. Onlardan maddi olarak bir şey beklemiyordu. “…Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?”25

Kavminden ne istiyordu?

Onun, kavminden ve bütün insanlıktan istediği sadece yaratıcılarına iyi bir kul olmaları idi. Kendi hesabına hiçbir isteği yoktu. Sadece iyi bir insan, iyi bir kul olmalarını istiyordu. Bunu da akıllarını ve gönüllerini ikna ederek yapmaya çalışıyordu. “Sizden bir ücret istemeyenlere uyun, onlar doğru yoldadırlar.”26 Fermanı, tarih ırmağı içinde akıp geliyordu. Hz. İsa’nın (a.s.) havarileri de aynı sözü söylemişlerdi, Peygamber Efendimiz (asm) da aynı şeyi istiyordu. Çünkü bu vazife kendisine Allah tarafından verilmişti. Onun adına bir yanlışlık yapma imkânı ve ihtimali yoktu. “Eğer o (Muhammed), bize karşı, ona bazı sözler katmış olsaydı, biz onu kuvvetle yakalardık, sonra onun şah damarını koparırdık.”27 Fermanı karşısında, yanlış bir şey yapmak imkânı var mı? Elbette yok. “De ki: Ben, Allah’ın dilediğinden başka kendime herhangi bir fayda veya zarar verecek güce sahip değilim. Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim ve bana hiçbir fenalık dokunmazdı. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeleyiciyim.”28 O sadece bir uyarıcı idi. İnsanlığın hayat yolunda karşılaşacağı tehlikeler karşısında bir uyarıcı. Çünkü o, âlemlere rahmet olarak gönderilmişti.29

O, mü’minlere olduğu gibi kâfirler için de rahmettir. Çünkü bu sayede inkârcılar, geçmiş ümmetlerin, inkârları sebebiyle uğradıkları topluca helak olmaktan kurtulmuşlardır. Onların aralarında bulunduğu müddetçe onları topluca helak etmeyeceğini Rabbimiz haber vermektedir.30

Rahmetin nasıl tecelli edeceğini gösterecekti. Rahmetin tecelli edebilmesi için insanların yapması gerekenleri, bunları nasıl yapacaklarını onlara bildirecekti. O sadece bir tebliğ edici idi. Cehaletin, zulmün, merhametsizliğin gece karanlığı gibi insanlığın üzerine çöktüğü, kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, güçlünün hiçbir kural tanımadığı, yağmaladığı bir toplum içinde yaşıyordu. Böyle bir toplumu ve arkasından bütün insanlığı iman ve İslam’ın cilası ile cilalayacak, yüzlerini ak etmeye çalışacaktı. Daveti bütün insanlığa idi. Bütün insanlığı, inkârın gayyasına düşmemeleri için bir uyarıcı idi. Gerisi insanlara kalmıştı, dinlemek ve itaat etmek, ya da bunların tam tersini yapmak. Dinde zorlama yok,31 dolayısı ile kimseye zorla bir şeyi kabul ettirmeyecekti, zorlama hakkı yoktu. “Peygambere düşen, sadece apaçık tebliğdir.”32 “Ben sadece tebliğciyim, hidâyet edip doğru yola ileten Allah’tır.”33 Diyordu. O, kendine düşen tebliğ vazifesini yerine getiriyor, gerisini Allah’a havale ediyordu.

“Benimle peygamberler zümresinin misali, şu kimsenin misali gibidir ki, o kişi, bir ev yaptırmış ve binayı tamamlayıp süslemiş de yalnız bir tuğlası eksik kalmış. Bu vaziyette iken insanlar binaya girip gezmeye başlarlar ve eksik yeri görüp hayret ederek: ‘Şu bir tuğlanın yeri boş bırakılmış olmasaydı!’ derler. “Ben, o yeri boş bırakılan kerpiçim, ben peygamberlerin sonuncusuyum”34 bütün peygamberler, İslam binasının tamamlanması için hazırlık yapmışlar, en son halini de Peygamber Efendimiz (asm) ikmal etmiştir. “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”35

Muhatabının özelliklerini dikkate alıyordu

Tebliğin hedefine ulaşması için ister fert olsun, ister topluluk, onların ferdi özelliklerinin dikkate alınması önemlidir. Çünkü söz ağızdan kulağa intikal etse de gönüle girip hayat tarzı haline gelmesi için hissiyatı etkilemesi gerekiyor. Gönüle girmediği zaman ihmale uğrayıp uygulamadan mahrum kalabiliyor. Peygamber Efendimiz (asm) bunları çok iyi bildiği için, gönlünün derinliklerinden çıkardığı sözü, göze ve gönüle beraber hitap ediyordu. Onun nübüvvet iksiri vardı. Onun için söylediklerini yaşıyordu ve yaşadıklarını söylüyordu. Gönülden gönüle giden bu sözler sahabeler üzerinde fıtri bir değişim meydana getiriyordu. Yılların alışkanlıkları onun bir sözü ile terk ediliyordu. Bu, ancak bir peygamberin yapabileceği bir haldi.

Her insanın görgüsü, kültürü, anlayışı, düşünceleri, sosyal yapısı ve statüsü farklı farklıdır. Hitap ederken bunları dikkate almak, onların anlayacağı şekilde konuşmak gerekiyor. Peygamber Efendimiz (asm)tam da bunu yapıyordu. Her ferde ve her topluluğa kendi anlayacakları şekilde hitap ediyordu. Bu şekilde yapılmasını da tavsiye ediyordu.36 Konuştuklarını çok sade ve net olarak anlatıyordu. Zihinlerde soru işareti bırakmıyordu. Çok derin manaları, az sözle ve gayet açık şekilde ifade ediyordu. Muhatabın gönlünde makes bulacak şekilde söylüyordu. Her söylediği de gönüller üzerinde dalgalanıyordu.

Büyük bir ifade gücüne sahipti

Peygamber Efendimiz (asm)büyük bir ifade gücüne sahipti. Efradını cami, ağyarını mani kelimeler kendisine ihsan edilmişti. Çok beliğ konuşurdu. Arap kabilelerinin tüm lehçe ve şivelerini bilirdi. Her kabileye kendi lehçe ve şivesi ile hitap ederdi. Doğru ve yerinde bir tebliğin gereği idi bu. Yani herkes en doğru şekilde nasıl anlayacaksa onlara o şekilde hitap ederdi. Sahabeler, bütün bu şive ve lehçeleri bilmedikleri için, birçok defa sözlerinin açıklamasını isterlerdi.37

Ashab-ı Kiram, senden daha fasih birini görmedik dediklerinde, şöyle buyurmuştu. “Bu neden olmasın? Biliyorsunuz ki, Kur’an benim dilimde, apaçık bir Arap dili ile inzal edilmiştir.” bir defasında da, “Yalnız ben Kureyş’denim, Sa’d kabilesi içinde büyüdüm.” 38 Buyurmuştu. Yani şehir dilinin bütün zarafetini, parlaklığını; badiyenin de bütün inceliklerini ve farklılıklarını bildiğini ifade ediyordu. Buna bir de vahiy desteği eklenince bambaşka bir yüksek belağat ortaya çıkıyordu.

Söyledikleri makul ve mantıklı idi. Çünkü O. Rabbinin emirlerini tebliğ ediyordu. Allah, kullarının her halini biliyordu. “Allah, sizin açığa vurduklarınızı da, gizlediklerinizi de bilir.”39 “Hiç yaratan bilmez mi? O, en ince işleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır.”40 “(Resûlüm!) De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Doğrusu ancak akıl sahipleri bunları hakkıyla düşünür.”41 Onların bu düşünen aklına hitap ediyordu. Önce duyguların kumandanı olan aklı doyuruyor, sonra da duyguları ve vicdanları tatmin ediyordu. Onun için de tebliği etkili ve tesirli oluyordu.

Cehaletin, şekavetin ve zulmün koyu karanlığı altında gizli kalmış olan insanlık, hürriyet, muhabbet, kardeşlik… gibi yüzlerce duyguyu uyandırıp intibaha getirmek; hem bedevi, hem de kabile kültürü içinde dağınık yaşayan bir kavim içinde bunları yapmak harika bir hadisedir. Bunları yaparken âdetullah kanunlarına uygun davranıyordu. İctimaî hayatın rabıtalarına dikkat ediyordu. Fıtrat kanunlarına uygun davranıyordu. 42

Şu medeni dünya, bütün teknik imkânları ile birlikte, ulaşım ve iletişimin bu kadar hızlı olduğu bir zamanda, değil bütün insanlığı, bir tek toplumu korumakta zorlanıyor. Yemen’de, Bosna Hersek’te, dünyanın daha birçok yerinde bütün insanlık bunu gördü. “Muhammed-i Arabînin (asm) o vahşetler zamanında o vahşî bedevîlere verdiği cilâyı, senin o feylesofların, şu medeniyet ve terakkiyat devrinde yüzde bir nisbetinde verebilirler mi? Çünkü o Zâtın yaptığı o cilâ İlâhî, sabit, lâyetegayyer bir cilâdır ve onun büyük mu’cizelerinden biridir.”43

Yapabilecekleri kadar sorumluluk yüklüyordu

Dinin getirdiği iman ve ibadetler için, insanların sahip oldukları değerler önemlidir. Mesela, iman için akıl şartı vardır. Aklı olmayanın dini sorumluluğu da yoktur. İbadet sorumlulukları, iman şartının arkasından gelmektedir. İslam’ın giriş kapısı imandır. Aklı olan herkese iman farzdır.

İbadetler için ise, iman ile birlikte ilave olarak başka şartlar da vardır. Mesela, namaz için ergenlik çağı şartı, oruç için sağlık, zekat için zenginlik, hac için zenginlik ve yol emniyeti şartı gibi.

İnsanlarla muhatap olurken onların bu durumlarını dikkate alıyordu. Güçlerinin yeteceği kadarını yapmalarını istiyordu. Herkesi kendi şartları içinde değerlendiriyordu. Tahammül mülkünü daima ayakta tutuyordu. Gücünün yettiği kadarını yapmasını istiyordu. Allah’ın fermanı da böyle demiyor muydu? “Allah, bir kimseyi ancak gücünün yettiği şeyle yükümlü kılar.”44

İnsanların anlayabilecekleri şeyleri ve yapabilecekleri kadarını söylüyordu. Kolaylaştırıyordu, sevdiriyordu. Buna bir misal olması bakımından şu hadisi zikredebiliriz.

Necd ahâlîsinden saçı darmadığınık (fakîr) bir kimse Rasûlullah’a geldi. Uzaktan sesini karmakarışık duyuyor, fakat ne söylediğini anlayamıyorduk.

Nihayet yaklaştı; meğer İslâm’ın ne olduğunu soruyormuş. Bu suâle karşı Rasûlullah(asm):

– Bir gün bir gece içinde beş namaz, buyurdu. O zât:

– Üzerimde bu namazlardan başkası da olacak mı? diye sordu.

– Hayır, meğer ki kendiliğinden kılasın, buyurdu. Ondan sonra Rasûlullah:

– Bir de ramazân orucu, buyurdu. O zât:

– Üzerimde bundan başkası da olacak mı? diye sordu. O da:

– Hayır, meğer ki kendiliğinden tutasın, cevâbını verdi. Talha der ki: Rasûlullah, zekâtı da ona söyledi. O zât yine:

– Üzerimde bundan başkası da olacak mı? diye sordu. Yine Rasûlullah:

– Hayır, meğer ki kendiliğinden veresin, cevâbını verdi. Bunun üzerine (o Necdli fakîr zât):

– Vallahi bundan ne artık, ne eksik bir şey yapacak değilim, diyerek arkasını dönüp gitti. Bunu duyunca Rasûlullah:

– Eğer doğru söylüyorsa felah buldu gitti, buyurdu” 45

Empati kurardı

Herkesi en iyi şekilde anlardı. İnsan olarak bir imtiyaz istemezdi. Bir topluma girdiğinde boş bulunan yere otururdu. “Sizden biriniz bir kimseyi oturduğu yerden kaldırıp yerine kendisi oturmasın. Fakat açılarak halkayı genişletiniz.”46 buyururdu. Bu şekilde nebevî bir terbiye alan sahabe-i kiram, Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna vardıkları zaman, buldukları boş yere otururlardı.47

Bedir savaşına giderken, binek hayvanları herkese yetecek kadar değildi. 70 kadar deveye nöbetleşe biniyorlardı. Sahabelerden bazıları binek sırasını kendisine vermek istediklerinde onlara şöyle buyurmuştu: “Ne siz benden daha güçlüsünüz, ne de ben sizin aldığınız sevaptan müstağniyim”48

Peygamber Efendimiz (asm) bizden birisi idi. “Ben de sizin gibi bir insanım” 49 diyor, ancak bana Allah’ın bir olduğu vahyolunuyor diyordu. İçimizden gönderilmiş bir peygamberdi. Ümmetine karşı çok şefkatli idi. Bir baba şefkati ile onlar üzerinde titrerdi. “Andolsun, içinizden size öyle bir peygamber geldi ki, sıkıntıya uğramanız ona ağır gelir; size düşkün, mü’minlere şefkatli, merhametlidir” 50 kendisi ümmetini zaten çok iyi anlıyordu, ümmetinin de kendisini anlamasını istiyordu. Gönülden gönüle duygu alış-verişini çok önemsiyordu.

“Sizden biri, beni, babasından, evladından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş sayılmaz.” 51 Allah’ı sevmenin yolu onu sevmekten geçiyordu. Çünkü o, muhabbetin meyvesi olan Peygamber Efendimiz (asm) ümmetinden muhabbet istiyordu. Sadece kendisi için istemiyor, ümmetinin de kendi aralarında bu sevgiyi yaygınlaştırmasını istiyordu. “Sizden biri, kendi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe gerçek imana eremez.” 52 Diyordu. Sevgi, sıcaklıktı, kaynaşma sebebi idi, seher yeli gibi gönüllere ferahlık veriyordu. Bu sevgi ve muhabbetin yaygınlaşması sonucunda bir saadet asrı doğmuş, insanlığın görüp görebileceği en mutlu zaman dilimi meydana gelmişti.

“Yapılan hayırdan (ma’ruf’tan) hiçbir şeyi küçük bulup hakir görme, kardeşini güler yüzle karşılaman bile olsa (bunu ehemmiyetsiz görüp ihmal etme)” 53 buyuruyordu.

O sahabelerine güvence idi

“Ben ashabıma bir emanım” 54 buyurmuştur. Bu emandan maksat, onları fitnelerden, bid’atlardan, ihtilaflardan uzak tutması idi. Peygamber Efendimiz (asm) aralarında yaşadığı sürece her müşküllerini halletmiş, her dertlerine çare bulmuştur. Kendisinin beden olarak bu fani dünyadan ayrılmasından sonra da Sünnet-i Seniyyesi eman olmaya devam edecektir. Çünkü onun Sünnet-i Seniyyesi edeptir. Her meselesinin altında bir nur, bir edep bulunmaktadır. Onu Rabbi terbiye etmiş ve edebini de en güzel nümûne-i imtisal yapmıştır. Edebin, şu hayatta var olan her türlü ahlâkî davranışın en güzelini Cenâb-ı Hak, Habibinde toplamıştır. Onun sünnetinin dışında istikamet ve kurtuluş yolu yoktur. Onun sünnetine uymayı Allah emrediyor. “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”55 Dünya ve ahiret saadetinin, kurtuluşunun, onun sünnetine uymaktan geçtiğini ifade ediyor. “Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. ‘edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur.’ kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.”56

Her fırsatı tebliğ için değerlendirirdi

Günümüz şartlarında, tebliğde metot ve hakka dâvette usul çok önemlidir. Hâlin icabına uygun, mevcut şartlara münasip hareket etmek, yumuşak sözlü, güler yüzlü ve tatlı dilli olmak, imanla ilgili konuları ikna ve ispata dayandırmak, muhatabın birtakım zaaflarını başına kakmamak, tebliğ ettiğimiz hakikatleri nefsimizde bizzat yaşamak, aceleci olmayıp muhataba zaman tanımak ve öncelikleri dikkate almak lâzımdır.

Tebliğde çeşitli vasıtalardan istifade etmek ve teknolojik imkânlardan yararlanmak da gerekir. Çeşitli sebeplerden dolayı muhatabın zihninde oluşmuş sorulara ikna edici cevaplar vermek, yorgunluk ve usanç duymadan doğru bildiğimiz hakikatleri ısrarla savunmak gibi birçok unsurların da göz ardı edilmemesi çok önemlidir.

Tebliğ hizmetiyle meşgul olanların hali, tarlaya tohum eken çiftçilerin durumu gibidir. Çiftçi tarlaya tohumunu eker, gereken diğer işlemlerini de yapar fakat neticeyi yalnız Allah’tan bekler. Cemiyet ve toplum hayatı tarla gibidir. İman ve İslâm hakikatleri de tohumlar gibidir. Etrafımızdaki insanlara bu hakikatler tebliğ edilmeli, hem de bu vazife âzami şevk ve gayretle yapılmalı ancak netice Allah’a bırakılmalıdır. Seneler önce iman hakikatlerini tebliğ yaptığınız bir kişi, bir de bakarsınız o ekilen tohum çimlenmiş ve o kişi de hidayete ermiştir.

Cenâb-ı Hakkın rızası ihlâs ile kazanılır. Taraftarların çokluğu ve fazla muvaffakiyet ile değildir. Bir dirhem ihlaslı amel, batmanlarla ihlassız amellerden üstündür. Bundan dolayı, hizmet etme noktasında, ihlâsla âzami gayret ve çaba gösterildiği halde, neticelerine kanaatle mükellef olmak gerektiği bilinmelidir.

Peygamber Efendimiz, tebliğ ederken bütün bunlara riayet eder, tebliğin en güzelini yapardı. Onun vazifesi tebliğ idi. Tebliğ yaparken kendini paralayacak kadar büyük bir çaba gösterirdi. Sadece tebliğ ederdi. Hiç kimseyi iman etmesi konusunda zorlamazdı. Zorlama hakkı yoktu. Çünkü hidayet bir nasip ve kişinin gayret etmesi sonucunda meydana gelecek bir iş idi. Kişiyi zorla imana getirmek mümkün değildi. Kul, iman ve hidayet tarafına talip olup adım atıyorsa, Allah da kulundan daha fazla onun hidayete gelmesini istediğinden, iman nimetini onun kalbine bir sebeple yerleştiriyor. Şayet, iman ve hidayete müşteri olmuyorsa, peygamberin öz amcası da olsa hidayet verilmiyordu.

İman, Cenâb-ı Hakkın, istediği kulunun kalbine, cüz’î iradesini kullandıktan sonra ilka ve ihsan ettiği bir nur olarak tarif edilmiş. “Öyleyse, iman, Şems-i Ezelîden vicdan-ı beşere ihsan edilen bir nur ve bir şuadır ki, vicdanın içyüzünü tamamıyla ışıklandırır. Ve bu sayede, bütün kâinatla bir ünsiyet, bir emniyet peyda olur ve her şeyle kesb-i muarefe eder. Ve insanın kalbinde öyle bir kuvve-i mâneviye husule gelir ki, insan, o kuvvetle her musibete, her hadiseye karşı mukavemet edebilir. Ve öyle bir vüs’at ve genişlik verir ki, insan o vüs’atle geçmiş ve gelecek zamanları yutabilir.

“Ve keza, iman, Şems-i Ezelîden ihsan edilmiş bir nur olduğu gibi, saadet-i ebediyeden de bir parıltıdır. Ve o parıltıyla, vicdanında bulunan bütün emel ve istidatlarının tohumları bir şecere-i tûbâ gibi neşvünemaya başlar, ebed memleketine doğru hareket eder, gider.”57

İnsan, cüz’î iradesini hür bir şekilde kullanacak. Bu hakkının elinden alınması, zorla imana getirilmesi, imtihan sırrına uygun değildir. Mademki bu dünyaya imtihan için gelmiş, imtihanın şartlarına uyacak. Peygamberler de dahil, herkesin vazifesi yalnızca hakkı ve doğruyu tebliğ etmektir. Onun için Allah, ferman-ı ezelisinde “Ey Muhammed! Eğer yüz çevirirlerse, artık sana düşen açık bir tebliğden ibarettir.”58 buyurmuştur.

Amcası Ebu Talib’in imana gelmesi hususunda Sevgili Peygamberimizin (asm) gösterdiği aşırı istek karşısında Cenab-ı Hak “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.”59 ferman eder. Bu hakikatleri çok iyi bilen Peygamber Efendimiz (asm), insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade gayret ve ciddiyetle İslâm dinini tebliğ etmekle birlikte, insanlara dinlettirmek ve hidayet vermek Allah’ın vazifesi olduğu için, Onu vazifesine karışmazdı. Kulun vazifesi talep etmesi ve kabule meyletmesidir. Bu bir ön şarttır. Bundan dolayı da sorumluluk insanın omzunda kalıyor. Kimse “Ne yapayım, Allah bana hidayeti nasip etmemiş.” diye kaderinden ve Allah’tan şikâyetçi olamaz, çünkü irade ve tercihini kabul etme yönünde kullanmamıştır.

Bu hakikate işaret eden bir hadis-i kutside Allah, kulunun iman ve itaatini ne kadar çok istediğini şöyle açıklamıştır. “Kulum bana bir karış yaklaştığı zaman, ben ona bir arşın yaklaşırım; o bana bir arşın yaklaşınca ben ona bir kulaç yaklaşırım; o bana yürüyerek geldiği zaman, ben ona koşarak varırım.”60 Bu da gösteriyor ki Allah kulunun hidayetini çok istiyor, ancak kulunun da meylini bu yönde kullanmasını bekliyor.

Peygamber Efendimiz (asm)Allah’ın emir ve yasaklarını bildirmek için herkesi ve her kesimi dolaşmış, fert fert, toplu olarak tebliğ vazifesini yerine getirmiştir. Gelip beni bulsunlar ve dinlesinler diye düşünmemiştir. Panayırları dolaşmış, Taif’e gitmiş, kavminin her ferdine birebir veya toplu olarak bu tebliği ulaştırmaya çalışmıştır. Kimseyle ilişkiyi kesmemiş, hastaları ziyaret etmiş, cenazelere katılmıştır.

“…Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini onlardan çevirme.”61 İlahi fermanına uyarak, fakir Müslümanlarla birlikte olmuş, onların acılarını hissetmiş, hayatını bir kul gibi yaşamış, onlara, misafirlerine, dostlarına ve akrabalarına yemek yedirip iyilikte bulunmuştur.

“Önce en yakın akrabanı uyar.”62 Ayeti nazil olunca, peygamber Efendimiz (asm)Hz. Ali’ye (r.a.) bir kişilik bir et yemeği yapmasını, bir kişiye yetecek kadar bir kap da süt doldurup Abdülmuttalib oğullarını toplamasını istedi. Hz. Ali bu emri derhal yerine getirdi. Yakın akrabalarından kırk beş kişi toplandı. Bir kişiye yetecek et ve süt ile onların tamamını doyurdu. Ebu Leheb’in araya girmesi sonucu davetini yapamadan topluluk dağıldı.

Daha sonra bu daveti tekrarlayarak davetini onlara tebliğ etmiş ve duyurmuştur.

Bütün bunları vesile kılıp davet etmeye, Allah’ın emirlerini onlara ulaştırmaya devam ediyordu

Yahudilerden bir çocuk Resulullah’a (sav) hizmet ediyordu. Bir gün hastalandı. Resulullah (sav) onun ziyaretine geldi. Başucunda oturdu ve: “Müslüman ol!” buyurdu. Çocuk yanında durmakta olan babasına baktı. Babası da: “Ebu’l’Kasim’a, itaat et!” diye emretti. Çocuk derhal Müslüman oldu. Resulullah (sav) oradan ayrıldığı vakit şöyle diyordu: “Onu benim vesilemle ateşten kurtaran Allah’a hamdolsun.63

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerimde, İnkârcıların ilahi mesajları dinlemelerine fırsat vermesi için onlardan isteyenleri mescide almasını istiyordu. “Ve eğer müşriklerden biri senden eman dilerse, Allah’ın kelâmını işitip dinleyinceye kadar ona eman ver, sonra (Müslüman olmazsa) onu güven içinde bulunacağı bir yere ulaştır. İşte bu (müsamaha), onların, bilmeyen bir kavim olmalarından dolayıdır.”64 Canlı uygulamaları görmeleri isteniyordu. Bu davranış, onlarla hem göze hitap eden, hem de sözlü iletişim için bir fırsat meydana getiriyordu. Haber vermek görmek gibi değildir. Onun için hem gösteriyor hem de konuşarak meseleyi kalıcı şekilde aktarmış oluyordu. Aynı zamanda, mescitlerin fonksiyonu bakımından bir misal teşkil ediyordu.

“Bir adam Resulullah (sav)’a namazların vaktinden sormuştu. Ona: “Şu (önümüzdeki) iki günde namazları bizimle kıl!” buyurdu. (O gün) güneş tam tepe noktasından kayınca ezan için Bilal’e emretti. O da öğle ezanını okudu. Sonra öğle için kamet okumasını emretti. Sonra güneş yüksekte, beyaz parlak iken emretti ve ikindi için kamet okudu. Sonra güneş batınca emretti, akşam için kamet okudu. Sonra ufuktaki aydınlık kaybolunca emretti, yatsı için kamet okudu. Sonra şafak sökünce emretti sabah için kamet okudu, ikinci gün olunca, Bilal’e ortalığın serinlemesini beklemeyi emretti. O da öğleyi, ortalık iyice serinleyinceye kadar geciktirdi. İkindiyi, güneş yüksekten, dünkü vakitten biraz sonra kıldı. Akşamı ufuktaki beyazlık kaybolmazdan az önce kıldı. Yatsıyı gecenin üçte biri geçtikten sonra kıldı. Sabahı ortalık iyice ağarınca kıldı. Sonra: “Namaz vakitlerinden soran kimse nerede?” diye sordu. Soru sahibi: “Benim ey Allah’ın Resulü!” dedi. “Namazlarınızın vakti” dedi, “gördüğünüz (iki vakit) arasındadır.”65 Konuyu sözlü olarak anlatmak yerine, uygulayarak, göstererek anlatıyor, meseleyi hem onun için, hem de diğerleri için kalıcı olarak çözüyordu.

Sevgiyi öne çıkarıyordu

Muhabbet, şu kâinatın mayasıdır. Bütün dönen çarklar muhabbetten dolayı dönmekte, her varlık, bir kemale, bir mükemmelliğe doğru koşmaktadır. İnsanlık adına en mükemmel örnek ise Peygamber Efendimiz Aleyhisselamdır. Mükemmelliği sevmeyecek hiçbir varlık yoktur. Onun için bütün varlıklar onu sevmekte ve ihtiram göstermektedir. Kendisi de muhabbet peygamberi, Allah’ın sevgilisi, yani Habibullah idi.

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl

Muhabbetten Muhammed dünyaya geldi, Muhammedsiz muhabbetten ne meydana gelebilir?

Cenab-ı Hak onun şanını yüce gösteriyor. “Allah ve melekleri, peygambere çok salât ederler. (Onun şerefini gözetmeye, şânını yüceltmeye özen gösterirler.) Ey müminler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selâm verin.”66

Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed’i (asm)sevmek demek, onun sünnetine uygun hareket etmek; onun izinde yürümeye çalışmak, hayatını onun yaşayışına uygun bir surette şekillendirmeye çalışmak demektir. Hayatın her alanında onun yaşayış tarzına uymaya gayret etmektir. İnsan, sevgilisinin söylediği güzelliklere ulaşmak istemez mi?

“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.”67 Üstad Bediuzzaman Said Nursi, bu ayeti tefsir ederken şu güzel tespitleri yapmaktadır.

“Şu âyet diyor ki: “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”

İnsan için en yüce gaye, en âli maksat, Cenâb-ı Hakkın muhabbetine mazhar olmasıdır. Bunun yolu da Habibullaha ittibâdır ve Sünnet-i Seniyyesine iktidâdır.

“Beşer, fıtraten, şu kâinatın Halikına karşı hadsiz bir muhabbet üzerine yaratılmıştır. Çünkü fıtrat-ı beşeriyede cemâle karşı bir muhabbet ve kemâle karşı perestiş etmek ve ihsana karşı sevmek vardır. Cemal ve kemal ve ihsan derecâtına göre o muhabbet tezayüt eder, aşkın en müntehâ derecesine kadar gider.

“Hem bu küçük insanın küçücük kalbinde kâinat kadar bir aşk yerleşir. Evet, kalbin mercimek kadar bir sandukçası olan kuvve-i hafıza, bir kütüphane hükmünde binler kitap kadar yazı, içinde yazılması gösteriyor ki, kalb-i insan, kâinatı içine alabilir ve o kadar muhabbet taşıyabilir.” 68

Vücudundan hayatına, organlarının hareketlerinden üzerinde yürüdüğü yeryüzüne kadar sayılamayacak kadar nimetlerle ikram eden, baharı bir bahçe olarak önüne açan, yazı bir nimet sofrası olarak önüne koyan, cömertliğini gösteren, ihsanda bulunan Cenab-ı Hakka karşı muhabbet beslemek elbette her insanın boynunun borcudur. İnsan, ihsanın kölesidir derler, bu kadar büyük nimetler veren Cenab-ı Hakka kulluk etmeyip de kime kulluk edecek insan? Onu sevmeyip de kimi sevecek? Onun sevdiği zata benzemeyip de kime benzeyecek?

Peygamber Efendimizin (asm) insanlarla iletişimini sürekli hale getiren ondaki bitmez tükenmez sevgi idi. Sevginin açmadığı kapı yoktur. En kapalı gönülleri bile fethedebiliyordu. Kur’an-ı Kerim de onun ve mü’minlerin bu özelliklerini öne çıkarıyordu. “Allah, iman edenleri korur. Şu da muhakkak ki Allah, hain ve nankör olan herkesi sevgisinden mahrum eder.”69 Allah’ın sevgisinden mahrum ettiği kimseler, hain ve nankör olanlar. Mü’minlerin özelliği ise bu kötü sıfatlardan uzak olmalarından dolayı Allah onları seviyor ve koruyor.

Her asırdaki mü’minleri uyarıyor ve Allah’ın dininden döndükleri takdirde, yerlerine Allah’ın kendilerini sevdiği, onların da Allah’ı sevdiği bir topluluğu getireceğini vadediyor.70 “…Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın…”;71 buyurarak Allah’ı sevmenin dışa yansıması ise Peygamber Efendimize (asm) uymaktan geçtiğini beyan ediyor. Ona uymanın belirtisi ise onun sünnetini yaşamaktan ibarettir. Çünkü Allah’ın razı olduğu hal, Peygamber Efendimizin (asm)yaşayıp gösterdiği hayat tarzıdır. Onu canlarından, anne ve babalarından daha aziz bilmektir.72 Peygamber Efendimiz de bunu böyle açıklamaktadır. “Sizden biriniz beni annesinden babasından, çoluk-çocuğundan ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz”73

“Allah bir kulu sevdi mi, Cebrail (a.s.)’e şöyle seslenir: “Ben falanca kişiyi seviyorum, sen de şev!” Bunun üzerine semada aynı şekilde nida edilir. Sonra, arz ehli arasına onun sevgisi indirilir….”74

“Hz. Davud’un (as) duaları arasında şu da vardır: “Allahım! Senden sevgini ve seni sevenlerin sevgisini ve senin sevgine beni ulaştıracak ameli taleb ediyorum. Allah’ım! Senin sevgini nefsimden, ailemden, malımdan, soğuk sudan daha sevgili kıl.”75

“Canım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, sizler iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız. Yaptığınız takdirde birbirinizi seveceğiniz bir şey söyleyeyim mi? Aranızda selamı yayınız”76

Peygamber Efendimiz (asm), sevgi ve tasada gönül birliği yapmayı, kurşunlarla birbirine kenetlenmiş bir binanın taşları gibi kenetlenmeyi istemektedir. Ayrılığın azap ve ateş olduğunu değişik mecralarda ifade etmiştir.

Varlık taifelerinin hepsi onun gelişini alkışlamıştır

Peygamber Efendimizin (asm) gelişi bütün kainatla alakadar bir hadisedir. Dini ve daveti umumi olduğundan bütün varlıklar onun gelişini alkışlamışlar, hoş geldin demişlerdir. Bir padişahın bir yaver-i ekremi çeşitli hediyelerle bir şehre gelirse, her taife onun gelişini karşılamak üzere bir temsilci gönderip kendi lisanında ona hoş geldin der ve alkışlar. Aynen bunun gibi Sultan-ı Ezel ve Ebed olan, kâninatın yaratıcısı Cenab-ı Hak, en büyük peygamberi olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâmı, kainatın tamamına ait hakikatler ve hediyelerle yeryüzüne gönderdiği zaman, taştan, sudan, ağaçtan, hayvandan, insandan tut, ta aya, güneşe, yıldızlara kadar her taife kendi lisan-ı mahsusu ile, ellerinde birer mucizesini taşıyarak onu alkışlarlar ve hoş geldin derler.77

Herkes gibi yaşardı

O hem bir beşer, hem de resul idi. Beşer olan yönü olarak bir beşer gibi yaşardı. Herkes gibi yemek yer, su içerdi. Uyurdu, gezerdi, alış-veriş ederdi. Ancak, Onun her hali sıdkına ve peygamberliğine delil idi.

Elbisesini (ehline tiksinti vermemek için) bizzat kendisi yıkardı. Koyununu kendi sağardı. Elbisesini kendi yamardı. Kendi pabuçlarını kendi dikerdi. Kendine kendi hizmet ederdi. Evini kendi süpürürdü, deveyi bağlardı. Süt getiren deveyi kendi otlatırdı. Hizmetçi ile yemek yemekte sakınca görmezdi. Onunla beraber hamur yoğururdu. Çarşıdan yiyeceğini kendi taşırdı.”78

Bir defasında yanına bir adam girmiş ve heybetinden korkmuştu da ona:

“Kendine gel, korkma, ben bir kral değilim! Ben sadece Kadid (tuzlanıp kurutulmuş et) yiyen Kureyş kabilesinden olan bir kadının oğluyum!” dedi.79

Çarşıdan giyecek eşya almış ve satıcıdan, ücretini biraz fazla almasını isteyince, satan kimse Peygamberimizin eline sarılıp öpmek istemiş, ancak Peygamber Efendimiz elini çekerek,

“Bunu Acemler krallarına karşı yaparlar. Ben kral değilim, ben sadece içinizden bir adamım.” Buyurdu. Yanındaki sahabinin taşımak istemesi üzerine de:

“Kişi, sahip olduğu şeyi taşımaya ehaktır!.’’80 Buyurmuştur.

O, mekkenin bir evladı idi. Kendi içlerinden gönderilmiş bir peygamberdi. Allah da onu bu şekilde tarif ediyordu. “Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok ağır gelir.”81

Risalet yönüne gelince, Peygamber olarak da vahiy alırdı. Mucizeler gösterirdi. Çünkü Risalet itibariyle Cenab-ı Hakkın tercümanı ve elçisidir.

Resul-ü Ekrem’i (asm) bu beşeri vasıfları ile anlamak, sadece bu yönüne bakmak bizi yanıltabilir. Eksik anlamamıza sebep olabilir. Onun bir de risalet yönü var ki, onun şahs-ı manevisi, kudsi mahiyeti beşeri olan yönüne sığmaz.

Çünkü, sebep olan yapan gibidir sırrınca, kıyamete kadar gelecek bütün ümmetinin ibadetleri kadar büyük bir ibadet, her gün kemalat sayfasına ekleniyor. “Nihayetsiz rahmet-i İlâhiye’ye, nihayetsiz bir surette, nihayetsiz bir istidatla mazhar olduğu gibi, her gün hadsiz ümmetinin hadsiz duasına mazhar oluyor.”82

Bir hurma çekirdeği toprak altına konup, uygun ortam verildiğinde koca bir hurma ağacı olur. Binlerce kilo meyve verebilir.

Veya bir tavus yumurtası uygun ortamda harika bir tavus kuşu olur ve o kudretten süslü kanatları ile kubbe-i asumanda gezer.

Şimdi, o bir çekirdeğe bakıp bunda tonlarca hurma var; veya yumurtaya bakıp bunda harika bir tavus kuşu var denirse bu yanıltıcı olabilir.

Peygamber Efendimizin (asm) beşeri yönü o çekirdek ve yumurtaya benzer. Ondan bahsederken onun beşeri yönü ile risalet yönünü birbirine bağlamak gerekir. Beşeri yönüne bakarken başını kaldırıp, Bedir savaşında Hazret-i Cebrail ve Mikail iki büyük melek muhafız olarak yanında duran, miraca çıkarken “Refref’e binip, Cebrail’i arkada bırakıp, Kàb-ı Kavseyne koşup giden zât-ı nuranîsine hayal gözünü kaldırıp bakmak lâzım gelir.”83

Bazen hadiseleri bir teşbih ile anlatırdı

Belağatin her çeşidini en güzel şekilde kullanırdı. Bir benzetme ile derin bir hakikati veciz şekilde ifade ederdi. Bu da zihinlerde kalıcı olmasını sağlardı. Peygamber Efendimiz (asm) sahabeleri ile otururken bir gürültü duyulur. Bu gürültünün sebebini anlatırken, “Şu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp şimdi Cehennemin dibine düşmüş bir taşın gürültüsüdür.”84 Der. Biraz sonra birisi gelir ve “Yetmiş yaşına giren meşhur bir münafık ölüp Cehenneme gitti.” Der ve Peygamber Efendimizin beliğ temsilinin te’vilini gösterir.85

Geleceğe ait hadiseleri kendisine bildirildiği kadarıyla bildirirdi
Peygamber Efendimiz ümmetine karşı çok şefkatli ve merhametli idi. Onu üzmemek için bazı sırları Allah, üstü kapalı olarak kendisine bildiriyordu. Allah’ın rahmet ve hikmet kanunları, geleceğe ait şeylerin birçoğunun gizli kalmasını iktiza ediyordu. Yeteri kadarını bildiriyordu. Kendisi de o kadarını haber veriyordu.

Cenab-ı Hak, eşlerinden birisinin bir fitneye karışacağını bildirmiş, ama hangisinin olacağını bildirmemişti. Peygamber Efendimizin (asm) Hz. Aişe-i Sıddıkaya karşı sevgi ve şefkatini rencide etmek istememişti. “Keşke bilseydim, hanginiz o vak’ada bulunacak.” Diye bu durumu eşlerine üstü kapalı olarak açıklamıştı. “Fakat sonra, hafif bir surette bildirilmiş ki, Hazret-i Ali’ye (r.a.) ferman etmiş: Seninle Aişe beyninde bir hâdise olsa, “Ona şefkatle muamele et ve onu güveneceği yere götür.”86 Diye buyurmuştur.

Ezvâc-ı Tâhirâtına demiş: “İçinizden birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.”87 “Ona Hav’eb köpekleri havlayacak.”88 otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin (r.a.) Hazret-i Aişe (r.a.) ile aralarında geçen Cemel vakasını üstü kapalı olarak haber vermiştir.89

Ümmetini kendinden sonrası için uyarıyordu

Vefatından sonrası için ümmetini uyarıyor, ihtilafa düşmemeleri için yol gösteriyordu. Aralarında bulunduğu sürece zaten sıkıntıları kendisi hallediyordu. Ancak kendisinden sonra ne olacaktı? Bu konuda da yol gösteriyordu. “Benden sonra Ebu Bekir ve Ömer’in yolu üzere gidin.”90 Buyurarak hem hilafet sırasını hem de nasıl hareket etmeleri gerektiğini ders veriyor. Bu, sahabe için yol gösterici bir uyarı idi. Böylece, bu iki halifenin hem seçilmelerinde hem de icraatlarında birlik sağlandı.

“Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.”91 “Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet ve azgınlık meydan alacak.”92

Hz. Hasan’ın (r.a.) altı aylık hilafeti ile otuz sene tamamlanmış, Hz. Muaviye (r.a.) ile saltanat dönemi başlamış, bin yıl süren saltanat dönemi de 1924 te hilafetin kaldırılması ile bitmiş, “ceberut” ve “fesad-ı ümmet” şeklinde tarif edilen azgınlık dönemi başlamıştır.

İnsanların derununda sakladıklarını biliyordu

Mekke fethi sırasında Hz. Bilal-i Habeşi (r.a.) Kâbe’nin damına çıkıp ezan okumuştu. Kureyş’in önde gelen isimlerinden Ebu Süfyan, Attab ibni Esid ve Hâris ibni Hişam oturup konuştular. İçlerinden Attab, “Pederim Esid bahtiyardı ki bu günü görmedi.” Dedi. Hâris de: “Muhammed bu siyah kargadan başka adam bulmadı mı ki müezzin yapsın?” diyerek, Hazret-i Bilâl-i Habeşîyi küçük gören, aşağılayan sözler söyledi. Bunun üzerine Ebu Süfyan : “Ben korkarım, bir şey demeyeceğim. Kimse olmasa da, şu Batha’nın taşları ona haber verecek, o bilecek.” Hakikaten, bir parça sonra Resul-i Ekrem aleyhissalâtü vesselâm onlara rast geldi, harfiyen konuştuklarını söyledi. O vakit Attab ile Hâris şehadet getirdiler, Müslüman oldular.93

O kutsi zatın öyle keskin bir nazarı, geniş bir dehası, geçmiş ve geleceği temaşa eder bir gözü, bütün kâinatı bilir bir kuvve-i kutsiyesi var. Bu hal normal bir beşerde olamaz. Ancak, Hâlık-ı Âlem tarafından verilmiş harika mevhibe olur. Bu ise, tek başıyla bir büyük mucizedir. Demek o zât-ı mübarek, öyle bir Zâtın memurudur ki her şey Onun nazarında ve tasarrufundadır. Bütün zamanlar onun emrindedir. Demek, Muhammed aleyhissalâtü vesselâm, Cenab-ı Hak’tan ders alır, öyle ders verir.94

Muhatap olduğu insanlarla yeteri kadar ilgilenirdi
Cabir b. Abdullah’ın (r.a.) babası vefat eder. Geride de yüklüce bir borç bırakır. Alacaklılar ise Yahudilerdir. Bağındaki meyvelerden başka da babasının mal varlığı yoktur. Bağın meyveleri ise borçlarını ödemeye yetme şöyle dursun o bağın meyvelerini senelerce verse yine de borçlarını karşılamıyor. Durumu peygamber Efendimize (asm) açar. Peygamber Efendimiz (asm)meyvelerin toplanıp harman edilmesini ister. Öyle de yaparlar. Peygamber Efendimiz (asm) harman içinde gezer, dua eder. Cabir (r.a.) babasının bütün borçlarını o meyvelerden öder, sonra bir senelik mahsul kadar bakiyesi kalır. Bu durumu gören Yahudiler hayret içinde kalırlar.95

Yanına gelenlere her türlü iyi davranışı gösterirdi. Gelmeyenleri, hasta olanları da ziyaret ederdi.

Ferdin Özelliklerini Dikkate Alıyordu

İnsanların ferdi özellikleri, aile yapısından, yetişme tarzından, görgüden, bilgiden, alışkanlıklardan, toplumun gelenek ve göreneklerinden etkilenir ve farklılık gösterir. Şahsiyeti bunlara bağlı olarak gelişir. Çevresinin sosyal ilişkileri onun gelişmesine etki eder. Eğilimleri, merak duygularını kullanma yönleri, insanlara bakış açıları ortaya çıkar. Aynı şeyi yorumlayan insanlar bu farklılıktan dolayı farklı düşünceler ortaya koyabilirler.

Tebliğde bütün bunların dikkate alınması önemli hale gelir.

Peygamber Efendimiz (asm) bu durumu önemli bulmakta ve “İnsanlara anlayabilecekleri şeyler söyleyiniz. Siz Allah ve Resul’ünün tekzip edilmelerini ister misiniz?”96 sözleri ile buna dikkat çekmektedir. Her doğruyu her yerde söylemek doğru değildir. Doğru bile olsa aklının almayacağı bir şeyi söylemek, muhatabı şüphe ve tereddüde sokar. Anlamadığı için inkâra kalkar. Bu durumu daha açık olarak Peygamber Efendimiz şu şekilde ifade etmiştir. “Bir gruba, akıllarının almayacağı şeyler söylersen, şüphesiz bu onların bir kısmı için bir fitne olur.”97

“Allah kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez”98 ayeti, anlayış gücünün üstünde bir teklifin de uygun ve doğru olmadığını beyan buyurmaktadır. Şümulü geniştir.

“De ki: ‘Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu’?…”99 ayeti kerimesi bu farklılıkların ve bunların meydana getirdiği psikolojik ve sosyolojik statünün dikkate alınmasını istiyor.

Bilginin, liyakatin, ehliyetin insan hayatında büyük bir öneme haiz olduğunu ifade ediyor. İnsanlara sorumluluk verirken de bunların dikkate alınmasını istiyor.

“Allah size, emanetleri mutlaka ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne güzel öğütler veriyor. Şüphesiz Allah her şeyi işitmekte, her şeyi görmektedir.”100

Emanet tabiri, devlet yönetimi ve bürokrasi ile sınırlı değildir. Anne babalık vazifelerinden, ekip biçmeye, herhangi bir işi yapmaya, namaz kılacak bir cemaate imamlık yapmaya, kılık kıyafetine göre davranmaya kadar geniş bir şümulü var. Buna güzel bir misal, Hz. Aişe (r.a.) validemizden rivayet edilen şu hadistir.

“Birgün Hz. Âişe’ye bir dilenci geldi. Aişe radıyallahu anhâ ona bir parça ekmek verdi. Kılığı kıyâfeti düzgün bir başka adam geldi. Onu da sofraya oturtarak yemek ikram etti. Bu (farklı) davranışının sebebini soranlara Âişe (r.a.) şöyle cevap verdi:

Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, “İnsanlara mevki, makam ve seviyelerine göre muamele ediniz” buyurmuştur.”101

Bu hadisten insanları küçümsemek gibi bir mana asla çıkarılmamalıdır. Her insanın kendisine dikkat etmesi, giyim kuşamına varıncaya kadar tertipli ve düzenli olması gerektiği manası da çıkmaktadır. İnsanlardan nasıl muamele görmek istiyorsa öyle davranması isteniyor.

Mekke fethi esnasında Ebu Süfyan’ın evine sığınanların eman içinde olacaklarının ilan edilmesi de bu statü meselesine uygun bir harekettir. Mağlup olmuş, Müslüman olduğu için müşrikler nazarında bütün itibarını kaybetmiş birisine böyle bir ayrıcalık verilmesi onun sıkıntısını azaltacaktır.

Muhataplarını olduğu gibi kabul ediyordu

Kendisi ile görüşmek isteyen herkesle görüşüyordu. Hangi inanca, kültüre sahip olursa olsun görüşüyordu. Görüşmek için inanç ayrımı yapmıyordu. Yani benim söylediklerimi kabul edersen seninle görüşürüm, yoksa görüşmem demiyordu. “Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun.”102 Emrini yerine getiriyor, herkese her fırsatta tabliğ yapıyordu. Kabul etsin ya da etmesin, tebliği ihmal etmiyordu. Bu nasıl olsa kabul etmez, buna gerekli tebliği yapmasam da olur diye asla ve asla düşünmüyordu. İnanmayacağını bildiği halde Ebu Cehil’in kapısı defalarca çalıyor ve gerekli tebliği yapıyordu. “İnkâr edenlere gelince, sen onları inkârlarının âkıbetinden sakındırsan da birdir, sakındırmasan da…”103 ayetinden kastedilenlerden Ebu Cehil, Ebu Lehep, Ümeyye b. Halef gibi müşriklerin önde gelenlerinin de olduğunu, onların imana gelmeyeceklerini bildiği halde onlara da tebliğ etmekten geri durmuyordu.104

Muhatap kabul ettikleri sadece fertler değildi. Topluluklara ve toplumlara da hitap ediyordu. Ferdin hissiyatına uygun davrandığı gibi, toplum hissiyatını da dikkate alarak tebliğini yapıyordu.

Hayatının her dakikası bir faaliyet ve tebliğ içinde geçiyordu. Muhataplarının bir kısmı dinleyip iman ederken, bir kısmı da iman etmiyor, hatta bunu düşmanlık derecesine kadar ileri götürenler de oluyordu. Bütün insanlığı kucaklayan bir dinin tebliğcisi olarak, bütün insanlığa hitap ettiği halde, dinin pratiğini büyük oranda Mekke ve Medine’de gerçekleştiriyordu. İnsanlığın tamamına hitap ederken, cahiliyye toplumu içinde bunun pratiğini yapıyor, onları medeni milletlere üstad olacak şekilde yetiştiriyordu. Bunun ne kadar zor bir faaliyet ve gayret olduğu gayet açıktır.

Bir taraftan insanların iç dünyalarını iman, ibadet ve itaatle süslerken, diğer taraftan hal ve gidişatlarını en güzel ahlaki davranışlar ile tezyin ediyordu. İlk muhatapları olan insanların akıl ve düşüncelerine, kabiliyet ve kavrama biçimlerine göre onlara hitap ediyordu. Bu çok zor bir işti ve zoru başarıyordu.

Kur’an’ın lisanında, İbrahim’in (a.s.) duası ile sesleniyordu. “Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle!”105 İbrahim’in (a.s.) bu duası ile dua ediyordu. Rahmet-i İlahiye, biri halili diğeri habibi olan her iki peygamberin de dualarını kabul etmişti. Namazın tahiyyatında hem peygamberimize, hem de İbrahim’e (a.s.) bütün ümmet dua etmiş, kıyamete kadar da dua etmeye devam edecektir.

Her iki peygamber de “(İnsanların) dirilecekleri gün, beni mahcup etme.”106 Diye dua etmişler. Asıl itibariyle peygamberler günahsızdır, onların mahcup olmaları söz konusu değildir. Allah, onların geçmiş ve gelecek günahını bağışladığını beyan buyurmaktadır.107 Buna rağmen böyle dua ediyorlarsa bundan toplumun kanaatini önemsedikleri bir mana da çıkabilir. Ayrıca ümmetlerine de bir yol göstermedir.

Meseleleri herkesin anlayacağı şekilde ifade ederlerdi. Hesap kitap işlerinin fazla olmadığı böyle bir toplumda göze hitap etmek, konuların anlaşılması bakımından önemli idi. Meseleleri anlatırken göze de hitap ederdi. Mesela:

“Ramazan ayı şöyle, şöyle, şöyledir. (bu sırada iki elini bütün parmaklarıyla iki sefer çırptı, üçüncü çırpışta sağ veya sol başparmağını yumdu.”108 Yani ramazanın yirmi dokuz olacağını parmak sayısı ile gösterdi. Aşağıda verdiğimiz Müslim’in rivayetinde ise bunu iki defa yaptığı açıklanmıştır.

“Biz ümmi bir milletiz, ne yazı ne de hesap biliriz. Ay, şöyle, şöyledir” dedi. Yani bir defasında yirmi dokuz, bir defasında otuz gösterdi”109 denmiştir. O günün şartlarında ramazan hilalinin tespitini ne şekilde yapacaklarını beyan buyurmuş, gözle görülen, herkesin anlayıp uygulayabileceği bir usul ile onların karşısına çıkmış ve uygulamıştır. Ayın görülmediği zamanlarda da Şaban ayını otuza tamamladıktan sonra oruca başlamalarını, ramazan ayının başlangıç ve bitiş hilalleri görülmeyecek olursa orucu otuza tamamlamalarını istemiştir.110

Bazı hadislerde, toplumun geneli yapamasa bile bazı fertlerinin yapabileceği davranışları harika bir üslup kolaylığı ile ifade etmektedir. Herkes yapamasa bile yapabileceklere de yolu açık tutmaktadır. Buna güzel bir misal şu hadis-i şeriftir: “Ümmetime zahmet vermeyecek olsam, her namazda misvak kullanmalarını emrederdim ve yatsı namazını da gecenin üçte birine kadar te’hir ederdim.”111 Hem meramını beliğ bir şekilde ifade ediyor, yapabilecekleri de veciz bir şekilde teşvik ediyor.

Hem aklı hem de hisleri ve duyguları doyuruyordu

İnsanoğlunun sahip olduğu en önemli duygu akıldır. Dinin bütün meseleleri akıllı insan üzerine kurgulanmıştır. Aklı olmayanın hiçbir dini sorumluluğu yoktur. Kur’an’da belki yüzün üzerinde akıla vurgu yapan ayet var. “düşünmüyor musunuz?, tefekkür etmiyor musunuz?, aklınızı kullanmıyor musunuz?” gibi uyarılarla aklı kullanmanın önemine dikkat çekiyor. Aklın bir melekesi olan düşünmenin çok kıymetli olduğunu, bir saat tefekkür bazen bir sene nafile ibadetten daha hayırlı olduğunu112 Peygamber Efendimiz ders veriyordu. Aklı ve zihni, bir saat Allah’ın azametiyle meşgul etmek, onun isim ve sıfatlarının kâinattaki yansımalarına çevirmek, kendisinin bir damla sudan nasıl yaratıldığına bakmak, Allah’ın emir ve yasakları çerçevesinde çizilmiş Allah ve kul hakkı konusundaki eksik ve noksanlarını düşünmek, bir yıl nafile ibadet yapmaktan daha hayırlıdır. Bu, genel bir kaidedir. Her zaman herkes için aynı sonuç doğuracağı anlamına gelmez. Ama bazı zamanlar, bazı insanlar için böyle bir imkân var ve bu Allah’ın kullarına bir ikramıdır.

Peygamber Efendimiz (asm)de namazda hemen arkasında akıl sahiplerinin durmasını istiyordu.113

İnsanların aklına sığıştıramadıkları şeyler oluyordu. Onları akla yaklaştırmak için dünyadaki benzerlerini göstererek aklı tatmin ediyordu. “İnsan, bizim, kendisini az bir sudan (meniden) yarattığımızı görmedi mi ki, kalkmış apaçık bir düşman kesilmiştir. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal getirmeye kalkışıyor ve: «Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?» diyor. De ki: “Onları ilk defa var eden diriltecektir. O, her yaratılmışı hakkıyla bilendir.”114 Ahiret gibi aklın anlamakta zorlandığı konuları, dünyadaki baharı, bir insanın yaratılışını, bir tohumun açılarak yeşermesini göstererek aklı ikna etmekte, “O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu, O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır.”115

İletişimde karşıdaki insanın aklını ve duygularını ikna etmek, verilen mesajın kalıcı olması açısından önemlidir. Peygamber Efendimiz (asm) bunu harika şekilde yapıyordu. Olayı bütün detayları ile dile getiriyor, duygularını da doyuracak şekilde açıklıyordu. Gönüllerde en küçük bir tereddüt kırıntısı bile bırakmadan onların gönül dünyasını, dalgaları durulmuş bir deniz gibi mutmain hale getiriyordu. Misal olarak şu hadis-i şerifi söyleyebiliriz:

“Ebû Zerr (R) den : Peygamber’in sahabelerinden birtakım insanlar:

— Yâ Rasûlallah! Zenginler büyük büyük ecirleri alıp gittiler. Onlar bizim gibi namaz kılarlar, bizim gibi oruç tutarlar, fazla olarak mallarının artanı ile sadaka verirler, dediler. Rasûlullah:

Allah Teâlâ, size tasadduk edecek şey vermedi mi ki böyle söylüyorsunuz?

Her tesbihinize mukabil sadaka ecri vardır.

Her tekbirinize mukabil sadaka ecri vardır.

Her tahmidinize mukabil sadaka ecri vardır.

Her tehlilinize mukabil sadaka ecri vardır.

Ma’rûfla emretmek de sadakadır. Münkerden nehyetmek de sadakadır.

Hatta birinizin, ailesi ile cinsî münasebet yapmasında da sadaka ecri vardır, buyurdu.

— Yâ Rasûlallah! Birimiz şehvetini tatmin ederse yine ecre mi nail olur? dediler. Cevâben :

— Söyleyin! Eğer o kimse şehvetini haram ile tatmin edeydi ona vizir yani günah olmayacak mıydı? İşte bunun gibi helâl ile şehvetini kaza ederse ecre nail olur, buyurdu.”116

Cuhayne kabilesinden bir kadın Peygamber’e geldi ve:

— Annem hac yapmayı adamıştı, fakat hac yapamadan öldü. Şimdi ben (ona vekaleten), onun adına hac yapabilir miyim? diye sordu.

Peygamber (asm):

— “Evet, annen tarafından vekâleten sen hac yap! Söyle bana: Şayet ananın üzerinde bir kul borcu olaydı, sen ananın o borcunu öder miydin? (Elbette öderdin.) Allah hakkını da ödeyip yerine getiriniz. Hem Allah hakkı vefa edilip ödenmeye, başkalarından daha ziyade lâyıktır” buyurdu.117

Kendisine soru soran insanın ailesi ile olan hissi bağlarını dikkate almış, onu yapması gereken şeye yönlendirmiştir.

İnsanların kutsallarına saygı gösterilmesini istiyordu

Yanlış bile olsa insanların kutsal olarak kabul ettikleri şeylere saygı gösterilmesini istiyordu. Kur’an-ı Kerim de bunu açık olarak beyan ediyordu. “Allah’tan başkasına tapanlara (ve putlarına) sövmeyin; sonra onlar da bilgisizce, düşmanca Allah’a söverler. Böylece biz her ümmete kendi işlerini câzip gösterdik. Sonunda dönüşleri Rablerinedir. Artık O ne yaptıklarını kendilerine bildirecektir.”118 Fertlerin veya toplulukların mukaddes kabul ettikleri şeylere sövmemek gerektiği, bunun bütün zamanlar için geçerli bir ahlak kuralı olduğu beyan ediliyordu. Çünkü bu tür davranışlar aksülamel meydana getirir ve böyle bir söz ve davranışa muhatap olan karşı tarafta kalkar senin kutsalın olan Allah’a ve Peygamberine saygısızlık etmeye başlar. Buna fırsat verilmemesi gerektiğini ders veriyor.

Ayrıca, insanların yaptıkları yanlışların hesabını Allah onlardan soracak. Allah’ın soracağı hesabı kulunun sormaya kalkması doğru değildir. Ayet buna da işaret ediyor.

İslam, küfrün ve küfre götürecek vasıtaların tamamını reddetmesine rağmen, bir ahlaki kural olarak karşı tarafın kutsal saydığı şeye küfür ve hakaret etmeyi kabul etmemektedir.

Ayrıca, beşeri münasebetlerde kötü davranmayı, kötü söylemeyi ahlaki açıdan doğru bulmuyor. İnancına bakmaksızın iyi muameleyi emrediyor. İslam’ın gönüller üzerinde dalgalanması için hüsnü muaşeret gerekiyor. Hakaret beşeri bir muameledir, hangi inanca mensup olursa olsun, beşeri muamele ve davranışlarda saygısız davranmak, karşı tarafın saygısızlığına sebep olur. Gönlünü kırar. İnancına karşı da kin beslemeye başlar. İslam’ın özünde ise gönülleri fethetme duygusu vardır. Onun için kafire hitap ederken “hey kâfir” demeyi bile ahlaki olarak doğru bulmamaktadır.119 Beşerî münasebetler ile itikat dairesini birbirine karıştırmak doğru değildir.

Buna misal olarak Peygamber Efendimizin (asm) şu davranışına bakalım.

Mekke fethedilince Peygamber Efendimiz (asm) bütün Mekkelileri bağışladığını ifade etmiş, umumi af ilan etmişti. Yalnız İslam’ın azılı düşmanlarından kanı heder edilenler vardı. Bunlar genel affın dışında tutulmuş, görüldükleri yerde öldürülmeleri istenmişti. Bir kısmı yakalanmış öldürülmüş, bir kısmı da kaçmışlardı. Daha sonra o kaçanların da bir kısmı İslamiyet’i kabul ederek affedilmişlerdi. Ebu Cehilin oğlu İkrime de kanı heder edilenler arasında idi. Eşi Ümmü Hakim bin Haris Mekke fethi günü Müslüman olmuş Peygamber Efendimizin (asm) huzuruna çıkarak, “Ya Resulellah! Kocam senden korkarak Yemen’e kaçtı. Senin kendisini öldüreceğinden korkuyor, ona eman ver.” diye ricada bulunmuştu. Peygamber Efendimizin (asm) eman vermesi üzerine, kocasını kaçmaya kalkarken Tihame mevkiinde bulup Peygamber Efendimizin kendisine eman verdiğini söyleyince, “Yâ Ümmü Hakîm! Muhammed benden bu kadar fenalık görmüşken eman mı verdi?” diye sordu.

“Evet eman verdi.” dedi. İkrime, karısı ile geri döndü. Onlar Mekke-i mükerreme’ye yaklaştıkları sırada Rasûlallah Aleyhisselâm yanında bulunanlara:

“İkrime şimdi mümin ve muhâcir olarak geliyor. Sakın babasına kötü söz söyleyip de onu gücendirmeyiniz.” buyurdu.

Onun dönüşüne sevinen Peygamber Efendimiz (a.s.m.), “Süvari muhacir, hoş geldin!” diyerek kendisini kucakladı.120

Bir başka misal:

Fetih günü, Ensâr’ın bayraktarı Sa’d b. Ubâde 1000 kişiyle Ebû Süfyân’ın önünden geçerken etrafında bulunanlara “Bugün Mekkeliler’in kanının döküleceği gündür. Allah Kureyş’i bugün zelîl etti. Ey Evs ve Hazrec! Uhud harbinin intikamını bugün Kureyş’ten alacağız” demesi Ebû Süfyân’ı derinden kederlendirmiş ve “Ölüm günü ne tatlıdır” diyerek ölümünü temenni etmiştir.

Sa’d’ın ardından Resûlullâh geçerken, Ebu Süfyan ona “Yâ Resûlallâh kendi kabileni öldürsünler diye mi emir verdin? Sa’d böyle söylüyor” sözleriyle serzenişte bulunmuştu. Hz. Peygamber ise “Hayır öyle emretmedim. Sa’d hata etmiş. Bugün lütuf ve merhamet günüdür. Kureyş’in muazzez olacağı, Beytullâh’a tâzim edileceği gündür” buyurarak rahmet peygamberi oluşunun mukaddes tebliğini bütün şirki imhâ edecek şekilde ilân etmiştir.121

Sa’d b. Ubâde’yi, yanlış yapıp kan dökme ihtimalini ortadan kaldırmak için Ensarın sancaktarlığından alıp yerine oğlu Kays’ı tayin etmiştir.

Kişilerin kabiliyetlerini değerlendirirdi

Emanetlerin ehline verilmesi, İslam’ın kesin hükümleri arasındadır. Devlet kadroları, yöneticilerin emanetine bırakılmıştır. O vazifelerin, en iyi yapacak kimselere verilmesi sorumluluğu yöneticilere yüklenmiş bir vecibedir. Kadrolara görevlendirme yaparken dindarlıkla birlikte ehliyet de aranmalıdır. İkisini üzerinde toplayan kimse yoksa öncelik ehliyetli olanındır. Bu Kur’an’ın açık hükmüdür. “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder.”122

Peygamber Efendimiz (asm) bir vazife tevdi ederken kişilerin bunu iyi yapıp yapmayacaklarına dikkat ederdi. Özellikle de seriyye ve ordu komutanlarını tayin ederken savaşın kurallarını iyi bilenleri tayin ederdi. Çünkü vazifeler birer emanetti, emaneti ehline verirdi. Halid b. Velid’e Allah’ın kılıcı anlamında “Seyfullah” demiş, yetenek ve başarısını takdir etmiştir.123

Hicret esnasında Abdullah ibni Ureykit adında birini kılavuz olarak tutmuştu. O Müslüman değildi, ancak yol kılavuzluğunu iyi bilen birisi idi. Develerini ona teslim etti ve üç gün sonra sevr mağarası önünde buluşmak üzere anlaştılar.124

Medine döneminin ilk yıllarında, kâtip olarak Yahudilerden yazı bilen kişileri kullandığı bilinmektedir. Daha sonra da Zeyd b. Sabit’e Yahudi yazısını öğrenmesini emretmiş ve “Mektuplarım hususunda, Yahudilere güvenim yok” demiştir.125

Günlük hayatın en basit işlerini yaparken bile ehliyet aramış, o işi en iyi yapanı bulup değerlendirmiştir. Müslümanlardan onu yapacak kimse yoksa, onu iyi yapabilecek olanı, inancına bakmaksızın değerlendirmiştir. Gerçek fazilet, İslam’ın faziletlerini bilip yaşamaktır. Eğer bir vazifeye böyle inançlı ve maharetli biri yoksa, o zaman iş ve sanatta maharet önce gelir. Fasık bir adam, iyi çobanlık yapabilir. Ayyaş bir insan, ayık olduğu zaman iyi saat tamir edebilir.126

Peygamber Efendimiz (asm)“şiirde hikmet vardır.”127 Diyerek şairleri teşvik etmiş, İslam’ın müdafaasında onlardan faydalanmış, “Çünkü şiir, Kureyş’i oktan daha fazla yaralar”128 buyurmuştur. Çevresindeki insanları iyi tanımış, onları kabiliyetleri istikametinde değerlendirmiştir.

Emanetlerin ehline verilmemesi, kıyamet alametleri arasında sayılmaktadır. Mesela:

“Ebû Hureyre (r.a.) şöyle demiştir:

Meclisin birinde Peygamber (asm) huzurundakilere söz söylerken ansızın bir bedevi gelip: Kıyamet ne zamandır? diye sordu. Rasûlullah konuşmasına devam etti. Oradakilerin kimi: Bedevî’nin ne dediğini işitti, amma suâlinden hoşlanmadı dedi; kimi de: Belki işitmedi diye hükmetti. Nihayet Rasûlullah sözünü bitirince: “O kıyameti soran nerede?” diye, yânî bunun gibi bir lâfızla suâl etti. Bedevî:

– İşte ben yâ Rasûlallah, dedi. Bunun üzerine Rasûlullah:

– Emânet zayi’ edildiği vakit kıyameti bekle, buyurdu. Yine bedevî:

– Emaneti zayi’ etmek nasıl olur? diye tekrar sorunca, Rasûlullah:

– İş, ehli olmayana yöneltilip dayandırıldığı zaman kıyameti bekle, buyurdu.”129

İşlerin kabiliyetsiz kişilere verilmesi, işlerin çığırından çıkmasına sebep olur. Emanetin hakkı korunmaz. Dünyevileşme öne çıkar. Adalet yerine menfaat meydan alır.

Verimliliğin artması için işlerin ehil olanlara verilmesi, dünyanın her döneminde önemli olmuştur ve olmaya da devam edecektir.

Hediye verir ve hediye alırdı

Hediyeleşmek, toplum hayatının içinde var olan bir âdettir. Peygamber Efendimiz de bunu uygulardı. Âl-i Beytine mahsus olmak üzere zekât ve sadaka kabul etmez, ancak hediye kabul ederdi. Hediyenin karşılıklı yapılmasını da uygun bulurdu. Yani sadece hediye almak değil vermeyi de teşvik ederdi.130

Bedir esirleri arasında amcası Abbas da vardı. Mağlubiyetin verdiği perişanlıkla üzerinde gömleği de yoktu. Kendisine bir gömlek alınmak istendi, ancak boyu uzun olduğu için ancak Abdullah bin Übey bin Selül’ün gömleği ona uygun oldu. O da gömleğini Peygamberimizin amcası Abbas’a hediye etti. İctimai hayatın bir gereği olarak bu hediyeye bir karşılık verilmesi gerekiyordu. Ama münasip bir zaman ve zemin bulunup da karşılık verilememişti. Abdullah bin Übey ölünce Peygamber Efendimiz (asm) onun çukurunun önüne geldi. Abdullah bin Übey’in oğlu olan Abdullah, ya Rasûlallah, senin cildine dokunan gömleğini ona giydir dedi. Bunun üzerine hem oğlunun isteğini yerine getirmek hem de vaktiyle amcası Abbas’a hediye ettiği gömleğin karşılığını vermek üzere gömleğini çıkarıp Abdullah bin Übey’e giydirdi ve öylece kabrine koydular.131 Kendisine çok eziyet çektirmesine rağmen, kin ve düşmanlığı gidermek adına ona böyle bir hediye ile en azından geride kalanlarına güzel bir davranış örneği göstermişti.

Peygamber Efendimiz (asm) ara ara Hz. Ömer’e (r.a.) beytülmalden gazilik bahşişi verirdi. Hz. Ömer de: Sen bunu benden daha muhtaç olan bir fakire ver, der idi. Rasûlullah da: “Sen bunu al! Sen hırslı bir kimse olmadığın ve isteyen de bulunmadığın hâlde, bu maldan sana bu suretle bir şey geldiği zaman, sen o malı al. Bu sıfat üzere olmayan (yani kendi gelmeyen ve nefsin kendisine meylettiği) bir malın arkasında da nefsini koşturma!” buyurdu.132

Muhtaçları daima gözetmiş, onları yedirip giydirmiş, onların arasında dostluğun pekişmesini sağlamıştır. Hayatı boyunca kendisinden bir şey isteyene asla hayır dememiştir.133 Hediyeleşmeyi de teşvik etmiştir.134 Hz. Enes bin Malik’in (r.a.) anlattığına göre, bazıları sırf dünya menfaati için İslam’a girmişler fakat çok geçmeden İslam onların gönlüne yer etmiş ve dünya ve içindekilerden daha kıymetli hale gelmiştir.135 Kalpleri ıslama ısındırılacak olanların (müellefe-i kulub) zekâttan faydalanması emri gelince, bu durumda olanların gönüllerini İslam’a ısındırmak için onlara zaman zaman hediyeler vermiştir.

Vermek istediğini çok sade ve anlaşılır şekilde verirdi

Peygamber Efendimiz (asm) câmiü’l-kelimdi, yani az sözle çok manaları ifade ederdi. Sözün en güzelini en kısa şekilde söylerdi. Yapılmasını istediği şey haram olmadığı müddetçe en kolayının yapılmasını isterdi.136

Peygamber Efendimiz (asm) Muâz ibn Cebel’i Yemen’e vali ve muallim olarak gönderirken ona şu tavsiyelerde bulunmuştur. “Yemenlileri (evvelâ) Allah’tan başka ibadete lâyık bir ilah olmadığına ve benim Allah’ın Resulü olduğuma şehadet etmeye davet et. Eğer bu iki şehadeti kabul ederlerse, bu defa Allah’ın her gece ve gündüzde üzerlerine beş vakit namazı farz kıldığını onlara bildir. Eğer onlar bu namaz farzına itaat ederlerse, bu defa onlara mallarında Allah’ın zekât farz kıldığını bildir. Bu zekât, zenginlerinden alınır ve fakirlerine verilir” buyurdu”137

Hadiste de ifade edildiği gibi, en temel mesele olan imandan başlamasını istemiştir. İslam’ın en temel meselesi imandır. Bütün müesses hükümler iman temeli üzerine kurulmuştur. O olmadan diğerlerinin olması mümkün değildir. İman meselesinin arkasından kişinin günlük hayatını düzenleyeceği namazı koymuştur. Namaz, dinin direği olan bir ibadettir. Hemen namazın arkasından toplum hayatının kıvamını sağlayacak, zengin ile fakir arasındaki uçurumu ortadan kaldırıp sosyal barışı temin edecek olan zekâttan bahsetmiştir.

Meseleleri tertip ederken, önem sırasına göre öncelik vermiştir. Bunu da çok sade bir üslupla yapmıştır. Her işitenin rahat bir şekilde anlayacağı tarzda ifade etmiştir.

İyice anlaşılmasını istediği kelime ve cümleleri üç kere tekrar ederdi.138 Kelimeleri tane tane aktarırdı. Kelimelerini saymak isteyen birinin onları sayacağı kadar tane tane söylerdi.139 Hz. Aişe validemiz (r.a.) şöyle rivayet ediyor: “Resulullah (asm) sizin yaptığınız gibi çabuk çabuk konuşarak sözlerini arka arkaya ulamazdı.”140 Ağır ağır ve insanların anlayacağı şekilde konuşurdu.

Mesajlarını en kolay olandan başlayarak verirdi

Kur’an-ı Kerim, yirmi üç seneye yayılan bir zaman diliminde indirilmiştir. Bu durum hükümlerinin hem zamana yayılması hem de muhataplarının vicdanlarında iyice yerleşmesini sağlamıştır. “Biz, Kur’an’la senin kalbini pekiştirmek için onu böyle kısım kısım indirdik ve onu ağır ağır okuduk.”141 Ayeti bu durumu net olarak açıklamaktadır. Eğer bir çırpıda indirilmiş olsaydı, insanlar onu yaşamakta aşırı derecede zorlanırlar, belki de kabul etmekten vaz geçerlerdi.

Hz. Aişe’ye (r.a.) Iraklı birisinin sorması üzerine yapmış olduğu şu tespit, Kur’an’ın tedrici olarak indirilmesindeki hikmeti ifade etmesi bakımından harika bir izahtır. “Kur’ân vahyi, önce cennet ve cehennemden bahseden mufassal surelerle başladı. İnsanlar, İslâm etrafında toplanınca, helâl ve haramlar indi. Şayet ilk önce: ‘İçki içmeyin!’ şeklinde bir emir gelseydi, o zaman insanlar: ‘İçkiden kesinlikle vazgeçemeyiz’ derlerdi. Şayet: ‘Zina etmeyin!’ şeklinde bir hüküm gelseydi, onlar: ‘Zinayı asla bırakmayız’ derlerdi.”142

Önce amellerin dayanağı olan iman meselesi gönüllere yerleştirildi. Ondan sonra sıra amellere geldi. Mekke dönemi imanın kökleşmesi, vicdanlara iyice yerleşmesi dönemidir. Ağır imtihanlarla tecrübe edilerek bu neticeye varılmıştır. Sonra Medine döneminde (daha çok) ibadetler devreye konulmuştur.

Mesela, alkolün yasaklanmasında da bu tedriç kanununa riayet edildiğini görmekteyiz. Bir çırpıda yasaklama getirilmemiş, zamana yayılarak zihinler kabule hazırlanmış ve ondan sonra kesin olarak yasaklanmıştır.

İnsanları ürkütmeden, önce gönüllere taht kurarak, imani meseleleri besleyip olgunlaştırarak irşadını yapmış, hislerini harekete geçirmiş, sonra ibadet sorumluluklarını telkin etmiştir. Katı bir tutum izleyip onları etrafından dağıtmamıştır. Tahammül sınırlarını zorlamadan yapabilecekleri kadar sorumluluk yüklemiştir.

Temsil ve tebliğ ettiği hakikatler yepyeni ve orijinaldir

Peygamber Efendimiz (asm) bir tebliğcidir, yeni bir dinin ahkamını tebliğ etmektedir. Getirdiği kurallar ve hükümler yeni olmalı, eskilerin taklidi olmaktan da uzak olmalıdır. İsimleri aynı veya benzer olsa da mahiyetleri farklı, yeni gelen dinin orijinalliğine uygun muhtevaya sahip bulunmalıdır.

İslamiyet, en son din, bütün muhtevası ile yepyeni ve orijinal. Kıyamete kadar devam etmesi onun ayrılmaz özelliği olacaktır. Bu dinin getirdiği ahkamın dışındaki bütün hükümler uygulamadan kaldırılmış olacaktır. Bu yönü ile Peygamber Efendimizin (asm) tebliğ ettiği ahkam yepyeni ve orijinaldir. Eski peygamberlerin tebliğ ettikleri tevhit, nübüvvet.. gibi imani meselelerde değişiklik yapılmadan aynen devam ederken hukuki ve ibadete ait hükümlerde kıyamete kadar baki olacak yeni hükümler getirmiştir. Bundan sonra yeni bir din ve yeni bir peygamber gelmeyeceği için ahkamda da son noktayı koymuştur. Bu durumu Kur’an-ı Kerim şöyle tespit etmiştir: “Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, (bilsin ki o din) ondan kabul edilmeyecek ve o ahirette hüsrana uğrayanlardan olacaktır.”143

Tebliğ ettiği dinin bütün ahkamını Peygamber Efendimiz (asm) kendi nefsinde yaşıyor ve temsil ediyordu. Yapmacık hiçbir tavrı yoktu. Deruni hislerle en güzel şekilde yaşayarak temsil ediyordu. Bu yönü ile bir aksiyon insanı idi.

Eski dinlerin olumsuz etkilerinden uzak, yeni ve orijinal olanı temsil ediyordu. Yeni bir hayat modelini ortaya koyuyordu. Sünnet-i seniyyesi birer edep manzumesi idi.

“Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman etmiş: “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.”144

“Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i Seniyyeyi bilen, kat’iyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde cemetmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder. “Edepsiz kişi Allah’ın lütfundan mahrum olur.” kaidesine mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.”145

Rabbimizi bize anlatan en büyük delillerden birisi Peygamber Efendimizin (asm) şahsı idi. Onun yaşayışı mükemmel bir örnekti. Neyi emrediyorsa ona uyulmasını, neden de yasaklıyorsa ondan da kaçınılmasını Allah istiyordu.146 Güzel bir hayat için onun yaşayışını Allah örnek gösteriyordu.147 Peygamber Efendimize (asm) itaati kendisine itaat olarak kabul ediyordu.148 “De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.”149

İnancından ibadetlerine, hayat tarzından kılık kıyafetine kadar yeni ve orijinal bir hayata davet ediyordu.

Geçmiş peygamberlerin ümmetlerine çağrısı, tevhit ortak noktası

Peygamber Efendimiz (asm)peygamberlik silsilesinin son halkasıdır. Geçmiş peygamberlerle ortak noktası tevhit hakikatidir. Peygamber Efendimiz (asm) bu hakikati şöyle ifade buyurmuştur: “Ben ve benden evvel gelen peygamberlerin en ziyade faziletli ve kıymetli sözleri, Lâ ilâhe illâllah kelâmıdır.”150 Gönderildiği çevrede yaşayan Yahudi ve Hristiyanları bu tevhit ortak paydasında buluşmaya davet etmektedir.

Bütün peygamberlerin davetlerinin ortak paydası tevhit, yani Allah’ın varlığı ve birliğini insanlara anlatıp bunu kabule davettir. Ana meseleleri budur. Ancak Yahudiler ve Hristiyanlar bu ana caddeden ayrılmışlar, peygamberlerini haşa Allah’ın oğlu kabul etmişler. “Yahudiler, “Üzeyr, Allah’ın oğludur” dediler. Hristiyanlar ise, “İsa Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, onların ağızlarıyla söyledikleri (gerçeği yansıtmayan) sözleridir. Onların bu sözleri daha önce inkâr etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah, onları kahretsin. Nasıl da haktan çevriliyorlar!”151 işte Peygamber Efendimiz (asm) onların bu yanlışlarını düzeltmek üzere onları Allah’ın varlığına ve birliğine davet ediyordu.

Ondan sonra da kendi peygamberliğini kabule ve getirdiği ahkamı uygulamaya çağırıyordu. Kur’an-ı Kerim bu gerçeği şu şekilde ifade etmektedir.

“De ki: “Ey kitap ehli! Bizimle sizin aranızda ortak bir söze gelin: Yalnız Allah’a ibadet edelim. O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım. Allah’ı bırakıp da kimimiz kimimizi ilâh edinmesin.”152 İnsanlık tarihinin ortak formülü olan tevhit inancında buluşmaya çağırıyor. “İçlerinden zulmedenler hariç, Kitap ehli ile ancak en güzel bir yolla mücadele edin ve (onlara) şöyle deyin: “Biz, bize indirilene de size indirilene de inandık. Bizim ilâhımız ve sizin ilâhınız birdir (aynı ilâhtır). Biz sadece O’na teslim olmuş kimseleriz.”153

Onlar, yani Yahudiler ve Hristiyanlar Peygamber Efendimizi (asm) gayet iyi tanıyorlardı. Onun peygamber olduğunu evlatlarını bildikleri kadar kesin olarak biliyorlardı. “Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (o kitaptaki peygamberi), öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Buna rağmen onlardan bir gurup bile bile gerçeği gizler.”154 Ehl-i kitapla iletişimini bu tevhit ortak paydası üzerinden yapıyordu. Onlar Tevrat ve İncil’de Peygamber Efendimizin (asm) özelliklerini görmüşler ve onu gayet iyi tanıyorlardı. “Kendilerine kitap verdiklerimiz, onu (Peygamberi) kendi öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar. Kendilerini ziyana sokanlar var ya, işte onlar inanmazlar.”155 Gerçeği bildikleri halde bunu gizleyen ve bundan dolayı zarar eden bir gurup Peygamber Efendimizin (asm) peygamberliğini inkara devam ettiler. Ayetlerin sonunda bunların durumu nazara verilmektedir.

Muhatapları ile diyaloğu asla kesmiyordu

Peygamber Efendimiz (asm) üsve-i hasene, yani en güzel örnek idi. İnsanları İslam’a davet ediyor, arzu ve istekleri ile gelmeleri için gayret gösteriyordu. Davette ümitsizlik ve bıkkınlık yoktu. Her fırsatı değerlendiriyor, tekrar tekrar gitmekten kaçınmıyordu. En azılı düşmanı Ebu Cehilin kapısını defalarca çalmış ve ona da tebliğ görevini en iyi şekilde yapmıştı. Bu nasıl olsa davetimi kabul etmez demiyor, izzet ve vakarını koruyarak davetini yapıyordu. Biliyordu ki kendisinin vazifesi davet etmektir, kabul ettirmek değildi. “(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.”156 O, kendi vazifesi olan tebliği bıkmadan, usanmadan yapıyor, Allah’ın vazifesine karışmıyordu. “(Resûlüm!) Sen, Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!”157 ilahi fermanına inkıyat gösteriyordu.

Görünüşte ağır şartlar taşıyan Hudeybiye sulhunu kabul etmesi, zihinlerin daha sağlıklı çalışmasını sağlamış, Amr bin Âs (r.a.), Hâlid bin Velid (r.a.) gibi siyaset ve harp dâhileri İslam ile bir zorlama ve baskı olmadan buluşmuşlar. Peygamber Efendimiz (asm) de onların bu gelişini “Mekke ciğerparelerini kucağınıza attı.”158 Diyerek haber vermiştir.

İslam’ın kendisi barış anlamı taşıdığı için yayılması da en çok barış zamanında olmuş, Hudeybiye sulhu ile savaş sona ermiş, maddi kılıç kınına girmiş, onun yerine vicdanlara uzanan tebliğ ve burhan kılıcı daha etkili ve tesirli olmuştur. “Allah’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların bölük bölük Allah’ın dinine girmekte olduklarını gördüğün vakit Rabbine hamdederek O’nu tesbih et ve O’ndan mağfiret dile.”159 Ayetleri, bu büyük nimetlerin her birinin birer şükür sebebi olduğunu beyan etmiştir.

Barış ve sulh ortamının daha hayırlı olduğu gerçeği160 açık açık ortaya çıkmıştır. Vicdanlar hür olunca, Mekkeli müşriklerin baskısını kırarak hür iradeleri ile İslam’ı seçmişlerdir.

Sorumluluk veriyordu

Peygamber Efendimiz (asm) Allah’ın elçisi idi. Dini ve daveti umumi idi. Kendisinden önceki dinlerin tamamının hükmünü ortadan kaldırmış, Allah’ın razı olduğu din161 olan İslam dinini, insanlığın tamamına ulaştırmak üzere görevlendirilmişti. Yetişebildiği her yere ulaşıyor ve tebliğ ediyordu. Ulaşamadığı yerlere de elçiler gönderiyordu. Birinci Akabe biatından sonra Medinelilerin isteği üzerine Mus‘ab b. Umeyr’i Medine’ye göndermişti. İslâm tarihinin ilk muallimi olarak görevlendirmişti. Aynı zamanda Medine’ye ilk hicret eden sahâbî olarak da kabul edilir.

Veda hutbesinde de orada bulunan bütün sahabelerine, “Sizden burada bulunanlar sözlerimi burada bulunmayanlara ulaştırsın. Belki burada bulunan, kendinden daha anlayışlı ve sözlerimi daha iyi muhafaza edecek birine ulaştırır.”162 Buyurarak bu dinin tebliğinde herkese görev düştüğünü, herkesin elini taşın altına koyup Kur’an’ın ve Sünnetin bütün insanlığa ulaştırılması konusunda çaba harcamalarını istemiştir.

Kur’an, nazil oldukça sahabeler tarafından ezberleniyordu. Aynı zamanda vahiy katiplerince de yazılı olarak kaydedilip korunuyordu. Bu da bir başka sorumluluk verilmesi olayıdır. Sayıları kırka kadar ulaşan vahiy katipleri, nazil olan her ayeti yazılı olarak kaydedip koruma altına almışlar, Peygamber Efendimizin (asm) vefatından sonra da bunlar toplanarak bir kitap haline getirilmiştir. Kur’an’ın korunması hususunda bu kayıtlar çok önemli bir görev ifa ettiler.

Kur’an’ın açıklaması olan hadis-i şerifler de hem ezberlenerek hem de bir kısım sahabeler tarafından yazılarak muhafaza altına alınmıştır. Binlerce hadis-i şerif bu yolla bize kadar ulaşmış, kıyamete kadar da devam edecektir. Nesilden nesile bunlar nakledilirken de çok titiz davranılmasını istemiş, “Bile bile benim adıma yalan uyduran kişi cehennemdeki yerine hazırlansın.”163 Demek sureti ile de bu konuda aşırı hassasiyet istemiştir. Hadis ravileri de bu hassasiyeti çok güzel bir şekilde göstermişlerdir.

Derin meseleleri teşbihlerle sade bir şekilde anlatmıştır

Peygamber Efendimiz (asm) edebi sanatların her türlüsünü kullanmıştır. Teşbih, istiare, tekrar etme gibi dikkat çekici, can kulağı ile dinlemeye ve hayata geçirmeye vesile olacak şeyleri dikkatle kullanmıştır.

Meselâ, Peygamber Efendimiz (asm) hanımlarına hitaben; “Aranızdan bana en erken gelecek olan, sizden eli en uzun olanıdır.”164 Buyurmuştu. Buradaki eli uzun olmaktan, cömertlik kastedilmiş ve ifadeye daha derin bir anlam katmıştır.

Ebû Hureyre (r.a.) şöyle dedi : Bir gün Rasûlullah (asm) ile beraber idik. Ansızın bir düşme sesi işitildi. Bunun üzerine Peygamber (asm) : «Bu nedir, biliyor musunuz?» diye sordu. Biz : Allah ve Rasûlü en iyisini bilendir dedik. «Bu, cehennem içine atılmış bir taştır ki yetmiş sonbahardan beri yol almaktadır, şimdi o cehennemin dibine düştü.» buyurdu.165 Birkaç dakika sonra birisi geldi, dedi: “Yetmiş yaşındaki meşhur münafık öldü.” Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın gayet beliğ temsilinin hakikatini ilân etti.166

Peygamber Efendimize (asm) dünya ne üzerindedir diye sordular. Bu soruya cevap olarak, “Dünya öküz ve balık üzerindedir.” Buyurdular.167 Bir rivayette de bir defa “öküzün üzerinde”, bir başka zaman sorulduğunda da “balığın üzerinde” şeklinde cevap vermiştir.168

Teşbihli ifadelerin ne anlama geldiği ne maksatla söylendiği bilinmezse yanlış anlaşılmalara sebep olabilir. Bu hadis de onlardan birisidir. İşin mahiyetini bilmeyenler bu hadis-i şerife yanlış manalar yüklemeye kalkmışlar. Dünyanın nezaretine görevlendirilen iki meleği, isim benzerliğinden dolayı dünyevi öküz ve balık olarak yorumlamaya kalkmışlardır.

Bu hadis-i şerifin ifade ettiği manalardan:

Sevr ve hut iki meleğin adıdır. Nasıl ki, Hamele-i arş melekleri var. Rububiyetinin saltanatına nezaret
etmek üzere Allah tarafından tayin edilmişlerdir. Yine Allah’ın tayin ettiği, insanın amellerini yazan kiramen katibin melekleri var. Aynen bunlar gibi, Allah küre-i arza dahi iki melek, nazır ve hamele olarak tayin etmiştir. O meleklerin birinin ismi “Sevr” ve diğerinin ismi “Hût”tur. Türkçede bunların karşılığı öküz ve balıktır. Yani dünyanın nezaretine görevlendirilen meleklerin isimleri “sevr” ve “hût”tur.

2-Bu isimlerin verilmesi de bir hikmete binaendir. Dünyamız karalar ve denizler olmak üzere iki ana bölümden meydana gelmektedir. Kara kısmında en büyük geçim kaynağı, ziraattır. Motorlu taşıtlar icat edilmeden önce ziraatın en büyük ve önemli vasıtası ise öküzdür. Deniz kısmında ise geçimin kaynağı balıktır. Yani dünyamızın geçim kaynağı kara kısmında ziraat, sahil kısmanda da balıktır. Yani dünyada geçim öküz ve balığın üstündedir.

3-Dünyamızla güneş arasında yıldız kümeleri var. Burç olarak ifade edilen bu yıldız kümelerinin gölgeleri dünyamızın yıllık yörüngesi üzerine düşmektedir. Güneşi merkeze alırsak, her ay dünyamız bir burcun gölgesinde kalmaktadır. İşte bir defa sorduklarında, dünyamız öküz burcu üzerinde idi, onun için öküzün üzerinde diye cevap verdi. Başka bir zaman sorduklarında da balık burcu üzerinde olduğundan balığın üzerinde diye ifade etmiştir. “Evet, mu’cizü’l-beyan olan lisan-ı Nübüvvete yakışır bir tarzda, gayet derin ve çok asır sonra anlaşılacak bir hakikate işareten, bir defa ale’s-sevri demiş. Çünkü küre-i arz, o sualin zamanında Sevr Burcunun misalindeydi. Bir müddet sonra yine sorulmuş, ale’l-hût demiş. Çünkü o vakit küre-i arz Hût Burcunun gölgesindeymiş.”169

Sabırlı olması, tahammül göstermesi ve gayreti

Dünyadaki en zor görev peygamberlerin görevidir. İnsanlığın zirve noktaları onlardır. Nasıl ki yüksek dağların zirvesinden fırtına ve kış eksik olmaz. Peygamberlerin de dağına göre kış ve fırtınası vardır. Peygamber Efendimiz (asm)şöyle buyuruyor: “İnsanlar içinde en ağır imtihana çekilenler peygamberlerdir. Sonra sırasıyla (rütbeleri) onları takip edenler, sonra onları takip edenlerdir.”170

En büyük peygamber, dini ve daveti bütün insanlığa olan Peygamber Efendimizin (asm) sıkıntısı da elbette en büyük olacaktır. Bunlara karşı da çok büyük bir sabır ve tahammülü olacaktır. Allah da onun için kendisinden geçmiş peygamberlerin gösterdiği gibi sabır göstermesini istiyor. “(Ey Muhammed!) O hâlde, yüksek azim sahibi peygamberlerin sabretmesi gibi sabret…”171 diye buyurarak, bu sıkıntılara karşı sabırlı olmasını öğütlemektedir. Hz. Aişe validemiz (r.a.) Peygamber Efendimize (asm) sorar. “Sana Uhud gününden daha şiddetli olan bir gün erişti mi?” der. Peygamber Efendimiz (asm) Taif olayını zikreder ve orada taşlanmasını, Abdu Kulâl’in oğlu, Taif’in en nüfuzlu insanı İbnu Abdu Yâlîl’e kendisini himaye etmesi için müracaat ettiğinde onun bunu kabul etmediğini, Cebrail’in (a.s.) dağlar meleği ile gelip eğer isterse iki dağı onların üzerine geçirivereceğini haber verir. Peygamberimiz (asm) ise, ben Allah ‘in bu müşriklerin sulblerinden yalnız Allah ‘a ibâdet eder ve Allah’a hiçbir şeyi ortak koşmaz bir nesil meydana çıkarmasını arzu ederim.” Diye buyurur.172 Böylesine zor şartlar altında bile onlara merhamet gösterir, helak olmalarını istemez. Onların kendisine yaptıklarına tahammül eder.

“Onların söylediklerine katlan ve uygun bir şekilde onlardan uzaklaş. Nimet içinde yüzen o yalanlayıcıları bana bırak ve onlara biraz mühlet ver.”173 Ayetleri de bu sıkıntılara katlanması gerektiğini ifade etmektedir.

Kendisine yapılan bütün eziyetlere karşı sabır göstermiştir. Kovulmuş, reddedilmiş, başına işkembe atılmış… bütün bunlara sabır ve tahammül göstermiştir. İçinde doğup büyüdüğü toplum bir cahiliye toplumu. Taassupları inat derecesine varmış insanların meydana getirdiği bir toplum. Onların bu yanlış inançlarını kaldırmak, inatlarını kırmak elbette kolay olmayacaktı, nitekim kolay da olmadı.

Cenab-ı Hak, şu hikmet dünyasında Hakîm isminin gereği olarak, eşyanın yaratılmasında ve meydana gelmesinde merdiven basamakları gibi bir tertip koymuştur. Sabırsız adam bu basamaklardan birini veya birkaçını atladığı için ya düşecek veya eksik bırakarak maksadına ulaşamayacaktır. Onun için hırs göstermek mahrumiyet sebebi sayılmıştır. Sabırla hareket eden ise, teenni ile hareket ettiği için maksadına ulaşacaktır. Allah’ın yardımı da sabırlı insanla beraberdir.

Sabır üçtür.

Birincisi; günahlardan, haramlardan çekinmektir. Bunun adı takvadır.

İkincisi; musibetlere karşı sabırdır. Bu da tevekkül ve teslimiyet olur.

Üçüncüsü; ibadet ve taate usanmadan devam etmektir. Bunun neticesi, Peygamber Efendimize (asm) verilen makam-ı Mahmud’a kadar uzanır. Kâmil bir ubudiyettir.174

Gayretine gelince, yapılacak şeyleri en önce kendisi yapardı. Gayretin ne kadar yüksek bir haslet oluğunu en iyi o biliyordu. Onun için herkesten daha çok gayret gösterirdi. Medine-i Münevvere’nin dışında bir düşman hücumu var diye söylenti yayılır. Cesur atlılar olayı tahkik etmek için yola çıkarlar. Bir zatın kendilerine doğru geldiğini görürler. Gelenin, Peygamber Efendimiz (asm) olduğunu görürler. Bir şey yoktur der ve onları da döndürür. Hem kudsi şecaatini göstermiş hem de gayretini ortaya koymuştur. Herkesten evvel, tek başına gidip tahkik edip dönmüştür.175

İraş b. Amr adında bir bedevi, devesini Ebu Cehil’e satar. Ebu Cehil bedelini ödemekte ayak sürür, üstüne yatmak ister. Bedevi Kureyş’ten yardım ister. Bir arbede çıkmasını isteyen Mekkeliler onu Peygamber Efendimize (asm) yönlendirirler. O da gelip Peygamber Efendimizden (asm) yardım ister. Peygamberimiz (asm) kalkıp Ebu Cehilin evine varır. Borcunu ödemesini ister. Ebu Cehil peki diyerek, içeri girer ve devenin bedelini getirip borcunu öder.

Kureyş müşrikleri neden böyle yaptığını Ebu Cehil’e sorduklarında, Resûlullah (asm) evinin kapısını çalar çalmaz, içine dolan korkuyu ve kapıyı açtığında bu korkuyu daha da arttırır şekilde gördüğü şeyleri aktarır.

Onun dünyasında intikam almak yoktur

Hayatı boyunca kötülüklerin karşısında, iyiliklerin ise yanında olmuştur. Daha genç yaşında iken hılfü’l-fudul cemiyetinin kurucuları arasında yer almış, Mekke’de huzurun ve güvenin sağlanması için gayret göstermiştir.

Mekke fethedilmiş, kendisini ve ashabını yurdundan kovan, savaşlarda birçok sahabenin şehit düşmesine sebep olan Mekkeliler şimdi hepsi, onun köklerini kurutacağını, tümünü birden kılıçtan geçireceğini sanmışlardı. Hatta buna kesin gözü ile bakanlar vardı. Fakat Peygamber Efendimiz (asm) elinde her türlü imkân varken onlardan intikam alma yoluna gitmedi, bunu yapmadı, onları affetti, bağışladı ve dedi ki:

— Size ne yapacağımı sanırsınız?

— İyilik yaparsın bize, çünkü en şerefli bir kardeşsin, şerefli bir kardeşin oğlusun!

— Ben sadece Yusuf kardeşimin dediğini söylerim “Bugün size kınama yok. Allah sizi bağışlasın.”176 Haydi gidiniz, hepiniz serbestsiniz! buyurdu.177

Hayberin fethinden sonra Yahudi bir kadın bir keçiyi kızartıp güçlü bir zehirle zehirledikten sonra Peygamber Efendimize göndermiş. Sahabeler yemeye başlarken Peygamber Efendimiz (asm) “Elinizi kaldırınız, keçi bana zehirli olduğunu söylüyor.” Diye buyurdu. Herkes elini yemekten çekti, ancak Bişr ibni’l-Bera’ (r.a.) aldığı bir lokmanın etkisiyle vefat etti. Peygamber Efendimiz (asm) o kadını çağırtıp, bunu niçin yaptığını sordu. Kadın da “Eğer peygambersen sana zarar vermeyecek. Eğer padişahsan, insanları senden kurtarmak için yaptım.”178 diye cevap verir. Peygamber Efendimiz (asm) onu öldürtmemiş, ancak Bişr ibni’l-Bera’nın (r.a.) veresesi kısas uygulatmıştır.179

Allah Rasûlü (asm) tedip maksadıyla da olsa hayatında hiçbir kadını ve köleyi dövmemiş, kendisine yapılan haksızlıktan dolayı intikam almaya yönelmemiştir.180

Savaş zamanlarında haksız yere taarruz yapılmasını yasaklamış, fiilen savaş içinde olmayanlar, kadınlar, çocuklar, rahipler ve savaşacak durumda olmayanların öldürülmesini menetmiş, ölülerin burnu, kulağı vb. organlarının kesilmesini yasaklamıştır. Yeme içme ihtiyacının dışında hayvanların kesilmesini, ağaçlara zarar verilmesini, imarlı yerlerin yakıp yıkılarak tahrip edilmesini men etmiştir.181

Peygamberimizin verdiği hükme karşı gelmek hatadır

Kur’an-ı Kerim’de Allah, Peygamber Efendimizin verdiği bir hükme karşı tercih hakkının bulunmadığını açıkça beyan etmektedir. “Allah ve Resûlü bir iş hakkında hüküm verdikleri zaman, hiçbir mü’min erkek ve hiçbir mü’min kadın için kendi işleri konusunda tercih kullanma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resûlüne karşı gelirse, şüphesiz ki o apaçık bir şekilde sapmıştır.”182

Ayetten de anlaşılacağı üzere, Peygamber Efendimiz (asm) bir konuda hüküm ortaya koyarsa, erkek veya kadın mü’minlerin tercih kullanma hakları yoktur. “Ben sizi ancak vahy ile uyarıyorum.”183 Ayeti de onun kendisine vahyolunanın dışında bir uyarısının olmayacağını ifade ediyor. “O, kendiliğinden konuşmamaktadır. Onun konuşması ancak, bildirilen bir vahy iledir.”184 Dolaysı ile onun verdiği hüküm kendi kararı değil, Allah’ın kendisine bildirmesini istediği bir hükümdür.

Bazen günlük hayatın içinde, basit dünyevi işlerde bile onun verdiği hükme aykırı davrananlar bedelini ödemek durumunda kalmışlardır. Sol eliyle yemek yiyen birisine, ‘sağ elinle ye’ diye ferman etmiş, o adam da ‘sağ elimle yiyemiyorum’ deyince, ‘yiyemeyesin!’ demiş, o adam bir daha sağ elini kullanamamış.185 Peygamberin emrine karşı gelmenin bir bedelinin olacağını hayatı boyunca ortaya koymuştur.

Peygamber Efendimiz (asm) Âmir ibni Azbat’ı bir bölük askerin başına kumandan tayin ederek cihada göndermiş. Aralarında Muhallim ibni Cessâme de var. Muhallim, zulmederek Âmir ibni Azbat’ı öldürmüş. Bu haber Peygamber Efendimize (asm) ulaşınca “Allahım, Muhallim’i affetme!” diye beddua etmiş. “Yedi gün sonra o Muhallim öldü. Kabre koydular, kabir dışarıya attı. Kaç defa koydularsa yer kabul etmedi. Sonra mecbur oldular; iki taş ortasında muhkemce bir duvar yapılmış, o surette yeraltında setredilmiş”186

Allah da bütün insanlığa bu uyarıyı yapıyordu. “Artık onun emrine muhalefet edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya elem dolu bir azaba uğramaktan sakınsınlar.”187

Sünneti yaşamayı hafife alanların kulakları çınlasın!..

Peygamberimiz uyarılarını çok nazik şekilde yapardı

Vahşî, Cübeyr bin Mutim’in kölesi idi. Uhud savaşı esnasında Vahşi’ye, eğer Hamza’yı öldürürsen seni azat ederim demişti. Hz. Hamza’nın (r.a.) Bedir savaşında öldürdüğü Tuayme, Cübeyr bin Mutim’in amcası idi. Onun intikamını almak istiyordu.

Taşların arkasına saklanıp, bir fırsatını bulunca Hz. Hamza’yı (r.a.) şehit etmişti. Mekke fethedildikten sonra bir süre kaçmış, sonunda pişman olarak Medine’de mescide gelip, Peygamberimizin (asm) huzuruna çıkarak selam verdi. Resulullah Efendimiz selamını aldı. Vahşî dedi ki:

– Ya Resulallah! Bir kimse Allah’a ve Resulüne düşmanlık yapsa, en kötü, en çirkin günah işlese, sonra pişman olup temiz iman etse, Resulullah’ı canından çok seven biri olarak, huzuruna gelse, bunun cezası nedir?

Resulullah Efendimiz (asm) buyurdu ki:

– İman eden, pişman olan affolur. Bizim kardeşimiz olur.

Ya Resulallah! Ben iman ettim. Pişman oldum. Allah Teâlâ’yı ve Onun Resulünü her şeyden çok seviyorum. Ben Vahşî’yim.

Bu ismi duyunca, amcası Hamza (r.a.) aklına geldi, gözleri nemlendi. Bu durumu gören Vahşi (r.a.) kapıya doğru yöneldi. Öldürüleceğini düşünüyordu. Orada bulunan sahabeler ellerini kılıçlarına götürmüşler, Peygamber Efendimizin (asm) emrini bekliyorlardı.

Resulullah Efendimiz buyurdu ki:

– Kardeşinizi çağırınız!..

“Kardeş” sözünü işitince, ellerini kılıçlarından çekip saygı ile çağırdılar. Peygamber Efendimiz (asm) Vahşî’ye, “affolunduğunu” müjdeleyerek buyurdu ki:

– Fakat, seni görünce dayanamıyorum, elimde olmadan üzülüyorum.

Şefkat peygamberi, âlemlere rahmet olarak gönderilen peygamber, gönlündekini nezaketle ifade ediyordu. Onu kovmuyordu, azarlamıyordu. Sadece üzüldüğünü ifade ediyordu.

Hz. Vahşî (r.a.) mesajı almıştı. Resulullah’ı üzmemek için, bir daha yanına gelmedi. Mahcup, başı önünde yaşadı. Direklerin arkasına saklanarak namaz kıldı. Hz. Hamza’yı (r.a.) öldürdüğü mızrağı hep yanında saklıyordu. Bir gün lazım olacağını ümit ediyordu. Aynı mızrakla, peygamberlik iddiasında bulunan Yalancı Müseyleme’yi öldürdü ve artık saklanmaya ihtiyacının olmadığını düşünüyordu.

Cahiliye zamanımda insanların en hayırlısını, Müslüman olduktan sonra da insanların en şerlisini öldürdüm diyerek Peygamber Efendimizi (asm) memnun edecek bir iş yaptığını, saklanmaya ihtiyacının kalmadığını ifade ediyordu.

Hani, Peygamber Efendimiz (asm) gözüme gözükmesen demişti ya!.. hep direklerin arkasına saklanarak namaz kılıyordu. Peygamber Efendimizin (asm) vefatına kadar bu böyle devam edecekti.

Peygamberlik iddiasında bulunan yalancı Müseylime’yi öldürmüştü ya, işte tam o zaman Peygamber Efendimizi (asm) memnun edecek bir iş yaptığını düşünerek, “Geldim ya Resulallah!” diyecekti. Artık direklerin arkasına saklanma işinin sona erdiğini düşünüp bunu söylüyordu.

Âl-i beytine ayrı bir nazarla bakardı

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de Peygamber Efendimizin (asm) âl-i beytine muhabbeti emrediyordu. “De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum. Sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.”188 Âl-i beytin ashab-ı kiram içinde ayrı bir yeri ve görevi vardı. Ümmetinin âl-i beytine karşı muhabbet ve meveddet beslemesini istiyordu. Şöyle buyuruyordu: “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat bulursunuz: biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim.”189 Bu durum cibilli bir karabetin, bir kayırmanın ötesinde bir hadise idi. “Çünkü Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan, Âl-i Beyttir. İşte bu sırra binaendir ki, Kitap ve Sünnete ittibâ ünvanıyla bu hakikat-i hadîsiye bildirilmiştir. Demek Âl-i Beytten, vazife-i risaletçe muradı, Sünnet-i Seniyyesidir. Sünnet-i Seniyyeye ittibâı terk eden, hakikî Âl-i Beytten olmadığı gibi, Âl-i Beyte hakikî dost da olamaz.”190

Âl-i beytini öne çıkarmasının bir başka hikmeti de şudur: zaman geçtikçe âl-i beyti fazla çoğalacak, Müslümanların zaafa düştükleri zamanlarda, böylesine çok ve mütesanit bir cemaat İslam âleminin manevi terakkisine merkez ve medar olacak. Allah’ın izni ile bu durumu görüp ümmetini onların etrafında toplamayı arzu etmiştir.191

Âl-i beyte mensup kimseler, teslimiyet, iltizam ve İslama tarafgirlik noktasında, fıtraten, neslen ve cibilliyeten çok ileridirler. Cibilli taraftarlık bırakılmaz. İslamiyet lehindeki küçük bir emare onlar için kuvvetli bir burhan gibi kabul edilir. Çünkü fıtraten taraftardırlar.

Âl-i Beytin birinci öncelikli vazifesi, hakaik-i İslâmiyeyi ve ahkâm-ı Kur’âniyeyi muhafaza etmekle mükellef tutulmalarıdır. Dünya saltanatı onlara yaramaz, çünkü asıl vazifeleri olan dinin muhafazası ve İslamiyet’e hizmeti onlara unutturur.192 Dünya saltanatından uzak durmaları için Allah, dünyayı onlara, onları da dünyaya küstürmüştür. Katle ve nefye maruz kalmışlar, dünya saltanatından uzaklaşmışlardır. Dünya, onların yüzüne gülmemiştir. 193

Peygamber Efendimiz de (asm) onlara dünya malı ve serveti bırakmamıştır. Onların yüzlerini dünyaya döndürmemiştir. “Biz peygamberler miras bırakmayız, bizim bıraktıklarımız sadakadır”194 buyurarak, âl-i beyt mensuplarının asıl işlerinin, dünya serveti peşinde koşmak değil, din hizmeti olduğunu dolaylı olarak ifade buyurmuştur.

Peygamber Efendimiz (asm) dua ederken şöyle buyururdu: “Allahım, âl-i Muhammed’in rızkını kifaf-ı nefs edecek kadar bir azık kıl.”195 Peygamber Efendimiz (asm)kendisi hep öyle yaşamış, ehl-i beytinin de öyle yaşamasını istemiştir. Dünya serveti yerine ahiret servetine talip olmalarını istemiştir.

Sahabeler arasında meydana gelen bu sıkıntıların hikmeti ne idi?

“Nasıl ki baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her taife-i nebâtâtın, tohumların, ağaçların istidatlarını tahrik eder, inkişaf ettirir; herbiri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî birer vazife başına geçer. Öyle de, Sahabe ve Tâbiînin başına gelen fitne dahi, çekirdekler hükmündeki muhtelif ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. “İslâmiyet tehlikededir, yangın var!” diye her taifeyi korkuttu, İslâmiyetin hıfzına koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre, câmia-i İslâmiyetin kesretli ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı, kemâl-i ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadîslerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı hakaik-ı îmâniyenin muhafazasına, bir kısmı Kur’ân’ın muhafazasına çalıştı, ve hâkezâ, herbir taife bir hizmete girdi. Vezâif-i İslâmiyette hummâlı bir surette sa’y ettiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş olan âlem-i İslâmiyetin aktârına, o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi. Fakat, maatteessüf, o güller ve gülistan içinde, ehl-i bid’a fırkalarının dikenleri dahi çıktı.

Güya dest-i kudret, celâlle o asrı çalkaladı, şiddetle tahrik edip çevirdi, ehl-i himmeti gayrete getirip elektriklendirdi. O hareketten gelen bir kuvve-i anilmerkeziyye ile, pek çok münevver müçtehidleri ve nuranî muhaddisleri, kudsî hafızları, asfiyaları, aktabları âlem-i İslâmın aktârına uçurdu, hicret ettirdi. Şarktan garba kadar ehl-i İslâmı heyecana getirip, Kur’ân’ın hazinelerinden istifade için gözlerini açtırdı.”196

Din ve vicdan hürriyetini ön planda tutardı

Din ve vicdan hürriyeti insanlık tarihi kadar eskidir. Çünkü din, serbest irade ile karar verip benimsenen bir inanç, ibadet ve ahlak manzumesidir. İnsan haklarının da vazgeçilmezlerindendir. Kişi üzerinde, kişi veya kurumlar tarafından herhangi bir zorlama olmadan, ferdin hür iradesi ile yapması gereken bir tercihtir.

Peygamber Efendimiz (asm) tebliğ vazifesi ile görevlendirilmiştir. Peygamber Efendimizin (asm) öncelikli vazifesi tebliğdir. Kimseyi inanma konusunda zorlamazdı. “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.”197 Ayetini kendisine mutlak rehber edinmişti. “Artık sen öğüt ver! Sen ancak bir öğüt vericisin. Sen, onlar üzerinde zor kullanacak bir zorba değilsin.”198 Ayetleri de zor kullanarak imana getirmesini istemiyor ve kabul etmiyordu. Onun için sadece tebliğ edip vicdanlara baskı kurmuyordu. Tebliğ vazifesini yerine getirdikten sonra gerisi onlara kalıyordu. “Ve de ki: Gerçek, Rabbinizden gelendir. Artık dileyen iman etsin dileyen inkâr etsin.”199

Herkes inancını ve onun gereği olan ibadetlerini kendi inançlarına uygun şekilde yaşayabiliyordu. Medine sözleşmesinde de benzer hükümler kayıt altına alınmış, Müslümanlar, Evs ve Hazreç kabilelerinden Müslüman olmayanlar, Benî Kaynukā‘, Benî Nadîr ve Benî Kurayza Yahudileri Medine’nin savunmasında ortak hareket etme kararı almışlardı. Yanlış bir hareket yapmadıkları sürece, asayişe zarar vermedikleri müddetçe inançlarını yaşamakta serbest idiler. “Sizin dininiz size, benim dinim banadır.”200 Âyetinin hayata geçirilmesinin misali idi.

Hedefine yürürken açık ve net idi

Kâinatın Efendisi Sevgili Peygamberimiz Muhammed (asm), peygamber olarak görevlendirildiği vakit, ana hedef, Allah’ın varlığını ve birliğini bütün kainata ilan etmekti. “…Ben ve benden önceki peygamberlerin söyledikleri en faziletli söz, “lâ ilâhe illallahu vahdehu lâ şerîke leh lehü’l mülkü ve lehü’l hamdü ve hüve alâ külli şey’in kadîr.” (Allah’tan başka ilah yoktur, O tektir, O’nun ortağı yoktur, mülk O’nundur, hamd O’na aittir. O, her şeye kâdirdir.) sözüdür.”201 Bir tek davası vardı, o da, âlemlerin yaratıcısı olan Allah’a iman edilerek insanların dünya ve âhiret saadetini kazanmalarını sağlamaktı.

Batıl inançlarına taassup derecesinde bağlı olan Mekkelilerin çoğunluğu bunu kabul etmedi. Peygamber Efendimizi de (asm) bu davasından vaz geçirmek için çok cazip teklifler de yaptılar. Zenginlik, Mekke’nin emirliği… gibi o günün şartlarında çok önemli ve cazip sayılan tekliflerde bulundular. Bunlar kabul edilmeyince tehdide varan baskılar uyguladılar. Mekke’nin ileri gelenleri, amcası Ebu Talib’e gelerek şikâyette bulundular. Amcası da Peygamber Efendimizi (asm) çağırıp:

“Kardeşimin oğlu, kavminin ileri gelenleri bana başvurarak senin onlara dediklerini bana arz ettiler. Ne olursun, bana ve kendine acı! İkimizin de altından kalkamayacağımız işleri üzerimize yükleme. Kavminin hoşuna gitmeyen sözleri söylemekten artık vazgeç.” dedi.

O bunların hepsini elinin tersi ile itip, “Bunu bilesin ki, ey amca! Güneş’i sağ elime, Ay’ı da sol elime verseler, ben yine bu dinden, bu tebliğden vazgeçmem. Ya Allah, bu dini hâkim kılar, yahut ben bu uğurda canımı veririm.”202 Diyerek, hedefinden asla taviz vermeden ve şeffaf olarak yoluna devam etti. Davasında samimi ve tavizsiz idi.

Hiçbir tazyik ve engel onu bu yolundan çeviremedi.

Vefalı bir eş, şefkatli bir baba idi

Peygamber Efendimiz (asm) aileleri için vefalı bir eş, çocuklarına şefkatli bir baba idi.

Kadın, İslâm’dan önceki cahiliyet döneminde daha doğarken istenmeyen bir varlıktı. Onların bu zalimce olan tavırlarını Kur’an-ı Kerim şöyle tasvir ediyor: “Onlardan birine kız(ının doğduğu) müjdelendiği zaman, öfkeden yüzü kapkara kesilir. Kendisine verilen müjdenin kötülüğünden dolayı kavminden gizlenir. Onu, aşağılanmaya katlanıp yanında mı tutsun, yoksa toprağa mı gömsün! Bakın ki, verdikleri hüküm ne kadar kötüdür!”203

Hz. Ömer (r.a.) bu durumu şöyle ifade etmişlerdir. “Doğrusu biz, câhiliyye devrinde kadınlara hiç önem vermezdik. Nihayet Allah, İslâm’ın gelişiyle kadınlar hakkında âyetler indirdi ve onlara birçok hak tanıdı.”

“Kadınlar erkeklerin, diğer yarısıdır.”204 Buyurarak, kadın ve erkeğin bir arada, bir aile ortamında bir bütün oluşturacağı, ayrı ayrı kaldıklarında her ikisinin de yarım olacağını beyan etmiştir.

“Sizin en hayırlınız, ailelerine en güzel muamelede bulunanınızdır!..”205 buyurarak ailenin ne kadar kıymetli bir müessese olduğuna da dikkat çekmiştir. Aile sağlam ise toplum da sağlamdır. Aile fertleri arasında bencillik değil diğergâmlık esastır. Şiddet değil merhamet; acelecilik değil sabır; isyan değil duâ; tahrip değil tamir esastır. Bu gerçeklerden dolayıdır ki, sebepsiz yere boşanmanın Arş’ı gazapla titreteceğinden korkulur, çok mahdut şartlarda ancak ona başvurulurdu. Peygamber ahlakı bunu gerektiriyordu.

“Hz. Peygamber (asm), Hz. Fatıma’yı (r.a.) görünce sevinir, kendisini ayakta karşılar, elini tutarak başından öper, ona iltifat edip kendi yerine oturturdu. Babası kendi evine gelince Fatıma da onu aynı şekilde karşılayıp ağırlardı.”206 Hz. Fatıma (r.a.) âl-i beytin mümessili idi. Bunun için Efendimizin (asm) yanında ayrı bir yeri vardı.

Peygamber Efendimiz (asm) mescitte minbere çıkmış hutbe okurken torunları Hasan (r.a.) ve Hüzeyin (r.a.) mescide girerler ve sendeleyerek minbere doğru yürümeye başlarlar. Onların bu halini gören Peygamber Efendimiz (asm) hutbeyi yarıda bırakır, minberden iner ve onları kucaklayıp onlarla birlikte tekrar minbere çıkar ve “Allah, ‘Mallarınız ve çocuklarınız imtihan vesilesidir.’207 buyururken ne kadar doğru söylemiş! Şu iki yavrunun düşe kalka yürüyüşünü görünce dayanamadım ve sözümü keserek onları kucağıma aldım.” Dedikten sonra hutbesini tamamlar.208

Peygamberlik misyonunun yanında o aynı zamanda bir baba, bir eş, bir dede idi. Üstlendiği rollerini kullanırken en iyi örnekleri ortaya koyardı. Roller arasında bir uyuşmazlık asla olmazdı.

Dostluk ve düşmanlıkta aşırılığı kabul etmezdi

Sevgi ve saygı çok önemli duygular olmasına rağmen, bunların bir de karşılığı olması gerekmektedir. Tek taraflı olarak bunları götürmek mümkün olmamaktadır. Bu gibi konularda da aşırılıktan kaçınılmasını istemiştir. Bunun için ümmetini bu konuda uyarmış ve “Senin kendisine verdiğin önemi, sana vermeyen kimse ile arkadaşlık yapmakta hayır yoktur.”209 Buyurmuştur.

Aşırı sevgi veya nefret, bir olumsuzluk karşısında çabucak zıddına dönmektedir. Onun için sevgide de, nefrette de itidalli ve mantıklı olmayı istiyordu. “Sevdiğin kimseyi ölçülü sev; olur ki bir gün o, senin sevmediğin kimse oluverir. Buna mukabil, buğzettiğin kimseye de ölçülü buğzet; olur ki bir gün o, senin sevdiğin kimse oluverir.”210

“Değerli kişiler ölmezler (her zaman insanların gönlünde yaşarlar).”211

Kırıcı ve kaba söz kullanmazdı

Enes (ra), şöyle der: “Efendimize tam on yıl hizmet ettim. Bana bir defa bile “üf!” demedi.”212 Kelimelerini seçerek kullanmak, kaba ve kırıcı ifadelerden kaçınmak, iyi bir iletişim için vazgeçilmezdir. Kaba ve kırıcı ifadeler, o an için hazmedilmiş gibi görünse de iç dünyasında yaralar açar, müsait bir zamanda o yara kanamaya başlar.

Konuşmaları hep irticali idi. Bu da muhatapları ile sürekli göz teması kurmasını ve beden dilini kullanmasını sağlıyordu. İletişim için bu çok mühimdi. Kur’an’ın rehberliğinde konuşurdu, konuştukları da hep vahye dayalı idi.

Söze bazen soru sorarak başlardı

Bazen söze soru sorarak başlamak, dikkatleri o noktaya teksif etmek için önemli bir uyarıcıdır. Dinleyenler, gelecek cevaba dikkat kesilirler. Konu daha iyi şekilde zihne yerleşir. Soru cevap metodu modern eğitimin vazgeçilmezlerinden biridir. Peygamber Efendimiz de (asm) bunu kullanırdı. O çünkü, aynı zamanda bir eğitimci idi.

Bir gün bineğinin terkisinde oturmakta olan Muaz bin Cebel’e vereceği önemli bilgi öncesinde ona şu soruyu yöneltiyor: “Muaz, Allah’ın kulları ve kulların da Allah üzerindeki hakkının ne olduğunu biliyor musun?” Muaz “Bunu en iyi Allah ve Resûlü bilir” diyor. Artık öğrenmeye hazır hale gelen Muaz’a, Peygamberimiz (asm) konuyu şöyle açıklıyor: “Allah’ın kulları üzerindeki hakkı, Allah’a kulluk etmeleri ve O’na hiçbir şeyi ortak koşmamalarıdır. Kulların Allah üzerindeki hakları ise kendisine hiçbir şeyi eş tutmayan kişiye azap etmemesidir.”

Ben hemen:

– Ey Allah’ın Resûlü! Bunu insanlara müjdeleyeyim mi? dedim.

– “Müjdeleme, onlar buna güvenip tembellik ederler” buyurdu.213

Bazen de sorulan soruya cevap verirken kısa bir soru sorup ardından dikkatleri o noktaya topladıktan sonra soruya cevap verirdi. Buna güzel bir misal Hz. Esma’nın (r.a.) sorusudur.

Bir gün kadınlar, zihinlerini meşgul eden bir meseleyi öğrenmesi için Hz. Esmâ’yı (r.a.) temsilci seçtiler. Ondan Peygamberimize gitmesi bazı meseleleri dile getirmesi ricasında bulundular. Peygamberimizin huzuruna giren Hz. Esmâ, kendisine konuşmak için müsaade verilince, “Anam babam size feda olsun, ey Allah’ın Resûl’ü!” diyerek ona olan hürmet ve muhabbetini ifade ettikten sonra, sözlerine şöyle devam etti:

“Ben, bazı kadınların size gönderdiği temsilciyim. Şüphe yok ki, Cenâb-ı Hak sizi erkek ve kadınların hepsine peygamber göndermiş, biz de sana ve senin Rabb’ine iman etmişizdir. Biz kadınlar evlerimizde oturmakta, beylerimizin meşru isteklerini yerine getirmekteyiz. Erkekler ise Cuma namazı kılmak ve cemaate devam etmek, hastaları ziyaret ve cenazelere katılmak suretiyle, tekrar tekrar hacca gitmekle bizden üstün kılındılar. Bu sayılanlardan daha faziletlisi de Allah yolunda cihat etmektir. Bir erkek hac veya umre için yahut cihat maksadıyla yola çıktığı vakit, biz onların mallarını korur, elbiselerini temizler ve dikeriz. Çocuklarını büyütürüz. Bütün bu hizmetlerimizle biz, erkeklerin kazandığı hayra ortak olacak mıyız?”

Peygamberimiz (a.s.m.), Esmâ’nın konuşmasını dinledikten sonra yanındaki sahabilere,

“Siz dinî bir sual soran kadınlar içerisinde bundan daha güzel konuşan birini işittiniz mi?” buyurarak, onun zekâsını ve açık ifadesini takdir etti. Sonra da onun şahsında bütün mümin kadınlara şu müjdeyi verdi:

“Ey kadın, dinle ve temsilci olarak geldiğin kadınlara da anlat! Eğer bir kadın, kocasıyla iyi geçinir ve onun rızasını kazanırsa, bu saydığın faziletli amellerin hepsinde aynı sevabı elde eder.”214

Önemli konuları tekrarlardı

Peygamber Efendimiz (asm) önemini belirtmek istediği konuları tekrar ederdi. Bu şekilde tekrar edilen konuları da sahabeler can kulağı ile dinlerler ve hayat prensibi olarak uygulamaya koyarlardı.

Hz. Peygamber (asm) bir gün ashabıyla birlikte otururken “Söz ve davranışlarında ileri gidip haddi aşanlar helâk oldular.” Buyurmuş ve bu sözünü üç defa tekrarlamıştır.215 ölçülü ve dengeli bir insan, her türlü davranışında, işinde ve sözünde haddi aşmaktan, taşkınlık yapmaktan sakınması gerekir. Dünyevi olarak sıkıntı ve belaları olduğu gibi ahirette de hesabı var. Bu bir hayat prensibi. Doğru bir hayat tarzı için fiilen yaşanması gereken bir ahlak. Üç defa tekrar etmekle buna dikkat çekmektedir.

Bilgiçlik taslamak adına, insanların anlamayacağı kelimelerle konuşma yapmayı, lügat parçalamayı hoş karşılamamış ve sorumluluk getireceğini bu şekilde veciz olarak ifade etmiştir.

Yine bir sohbetinde, ashabının önünde ayağa kalkıp üç defa “Ey insanlar! Orta yolu tutun.” demiştir.216

Bu tür tekrarlar konunun önemine dikkat çekmek, insanların zihninde merak uyandırmak için bir ikaz mahiyetinde yapılırdı.

Beden dilini iyi kullanırdı

Beden dili, insanlar arası ilişkilerde kişilerin diğer insanlarla aralarına koydukları mesafeleri ve birbirleri ile olan temasları, bedenin duruşu, yön değiştirmesi, başın çevrilmesi, kaş-göz işaretleri, yüz ifadeleri, bir bakış, bir tebessüm, bir gülüş… gibi bedenle yapılan hareketler olarak ifade edilmektedir.

Abdullah ibni Abbâs (r.a) naklettiğine göre, Peygamber Efendimiz (asm) saçlarını alnının üzerine düz bir şekilde salıvermişti. Kitap ehli olanlar da böyle yapıyordu. Müşrikler ise saçlarını ikiye ayırıyorlardı. Onlara muhalefet edip kitap ehlinin adetlerine uymayı tercih ederdi. Daha sonra müşrik inancı eriyip yok olunca bu defa da kitap ehline de muhalefet ederek saçlarını önden ikiye ayırmıştır.217

Enes b. Mâlik, Peygamber Efendimizi (asm) anlatırken, bir şey söylemek için kulağına eğilen bir kimse başını geri çekmedikçe Peygamber Efendimizin (asm) ondan uzaklaştığını hiç görmediğini söylemektedir.218

İki Müslüman karşılaştığı zaman tokalaşmalarını teşvik ederdi. “İki Müslüman karşılaştıklarında musâfaha yaparlar da Allah’a hamd eder ve bağışlanmalarını dilerlerse, her ikisi de mağfiret olunur.”219 iki elle tokalaşma yapıldığında sağ eller bağlanıp sol eller onların üzerine konularak tokalaşma yapılması uygun görülmüştür. Karşılaşma, birisini karşılama, biat esnasında tokalaşma yapılması teşvik edilmektedir.

Bir tebessüm bile mü’minin sevap hânesine sadaka olarak kaydedileceğini haber vermiştir.220

Ebû Hureyre (Radıyallâhu Anh) anlatıyor: “Ben, Rasûlüllah (asm)den daha güzel birini görmedim. Mübârek yüzündeki nur, güneş gibi parlar idi. Peygamber Efendimiz (asm)’den daha süratli yürüyeni de görmedim. Sanki yer ayağının altında dürülüp dümdüz oluyordu. Ona yetişmek için, biz kendimizi zorluyorduk; O ise meşakkatsizce yürür idi.”221

“Sevindiğinde yüzü nurlanır, sanki bir ay parçası gibi olurdu. O’nun bu durumunu biz anlardık.”222

Özel halleri sahabe üzerinde büyük etki yapardı

Birgün Medine’ye düşman hücum edecek diye bir şayia yayılır. Peygamber Efendimiz (asm) Ebu Talha’nın (r.a.) atına biner, herkesten evvel gidip kontrol edip döner. Sonra Ebu Talha’ya “Senin atın, sarsmadan, gayet çabuktur.” Buyurdu. Halbuki, Ebu Talha’nın atı, katuf tabir edilen, yürüyüşsüz kısmındandı. O geceden sonra, hiçbir at ona karşı yürüyüşte mukabele edemiyordu.223

Ummü Malik’in (r.a.) içinde yağ bulunan deriden yapılma bir kabı vardı. Onu Peygamber Efendimize (asm) hediye etmek istiyordu. Hediyeyi kabul edip sonra tekrar kendisine iade etti ve onu sıkmamasını tembihledi. Çocukları bir şey istemeye geldiklerinde hemen ona koşar ve içinde hep yağ bulunurdu. Onları doyururdu. Onu sıkıncaya kadar bu böyle devam etti.224

Peygamber Efendimiz (asm) bir yoldan geçtiği zaman, daha sonra yoldan giden biri mutlaka, kokusundan, o yoldan Peygamber Efendimizin (asm) geçtiğini anlardı. Bu koku kendi vücudundan, koku sürmeksizin meydana gelen bir koku idi . 225

Peygamber Efendimiz (asm) bir kimse ile musafaha ettiği, yani tokalaştığı zaman, bütün gün o koku o adamın elinde devam ederdi.226

Bu gibi hallerinin yüzlerce misali var. Bütün bunları gören sahabe-i kiram hazretleri, ona çok daha gönülden bağlanırlardı. Hayattaki varlık sebepleri olan anne babalarını dile getirip, “anam babam sana feda olsun ya Resulallah” derlerdi. İsrail oğullarının Musa’ya (a.s.) dedikleri gibi demezler, varlıkta da zorlukta da Peygamber Efendimizin (asm) yanında yer alırlardı. İsrail oğulları Filistin’e gelirken savaşmayı kabul etmeyip “Dediler ki: “Ey Mûsa! Onlar orada bulundukça, biz oraya asla girmeyeceğiz. Sen ve Rabbin gidin, onlarla savaşın. Biz burada oturacağız.”227 Demişlerdi. Peygamber Efendimizin (asm) ümmetinde bu asla olmamıştır.

Sonuç

“Evet, o burhanın şahs-ı mânevîsine bak:

Sath-ı arz bir mescid, Mekke bir mihrap, Medine bir minber; o burhan-ı bâhir olan Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm bütün ehl-i imana imam, bütün insanlara hatip, bütün enbiyaya reis, bütün evliyaya seyyid, bütün enbiya ve evliyadan mürekkep bir halka-i zikrin serzâkiri; bütün enbiya hayattar kökleri, bütün evliya tarâvettar semereleri bir şecere-i nuraniyedir ki, herbir dâvâsını, mu’cizatlarına istinat eden bütün enbiya ve kerametlerine itimat eden bütün evliya tasdik edip imza ediyorlar.

Zira, o Lâ ilâhe illâllah der, dâvâ eder. Bütün sağ ve sol, yani mazi ve müstakbel taraflarında saf tutan o nuranî zâkirler, aynı kelimeyi tekrar ederek, icmâ ile, mânen Sadakte ve bilhakkı natakte derler.”228

Dipnotlar

1 Cin Suresi, 72/23
2 Ebu Dâvud, Edeb 95, (5011)
3 Hûd Suresi, 11/123
4 Ahzab Suresi, 33/21
5 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, 58
6 Âl-i İmran, 3/159
7 Ahzab, 33/21
8 A’râf (7): 203
9 Necm (53): 3
10 Ankebut, 29/18
11 Kalem, 68/4
12 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 62
13 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 66
14 Nursi, Said, Mektubat, s. 155
15 Nursi, Said, Sözler, s. 321
16 Yunus 10/13
17 Suyuti, c.sağır, c.1, s.12
18 Necm 53/3-4
19 Baraka, 2/146
20 Nursi, Said, Mektubat, s. 132
21 Nursi, Said, Sözler, s.600
22 Nursi, Said, Mektubat, s. 133
23 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 207
24 Yunus 10/72
25 En’am, 6/50
26 Yâsîn, 36/21
27 Hâkka, 69/44-45-46
28 A’raf, 7/188
29 Enbiya, 21/107
30 Enfal, 8/33
31 Bakara, 2/256
32 Ankebût, 29/18
33 Feyzu’l Kadir, 2/571
34 Buharî, Menâkıb, 18
35 Âl-i İmran, 3/85
36 Buharî, İlim, 49
37 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 58
38 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 61
39 Nûr, 24/29
40 Mülk, 67/14
41 Zümer, 39/9
42 İşârâtü’l-İ’caz, s. 229
43 İşârâtü’l-İ’caz, s. 229
44 Bakara, 2/286
45 Buhârî, İman 34; Müslim, İman 8
46 Buhârî, Cum’a, 20
47 Ebû Dâvûd, Edeb, 14
48 Ahmed bin Hanbel, Müsned, (I, 411)
49 Kehf Suresi, 18/110
50 Tevbe Suresi, 9/128
51 Buhari, İman 8; Müslim, İman 70
52 Buhari, İman 6; Müslim, İman 71
53 Müslim, Birr, 144
54 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 39
55 Âl-i İmrân Sûresi, 3/31
56 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 108
57 Nursi, Bediuzzaman Said, İşaratü’l-İ’caz, s. 70
58 Nahl Suresi, 16/82
59 Kasas Suresi, 28/56
60 Buhârî, Tevhîd 50
61 Kehf Suresi, 18/28
62 Şuarâ Suresi, 26/214
63 Buharî, Cenâiz, 80
64 Tevbe Suresi, 9/6
65 Müslim, Mesâcid, 176; Tirmizi, Salat 115; Nesai, Mevakit 12
66 Ahzâb Sûresi, 33/56
67 Âl-i İmrân Sûresi, 3/31
68 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 113
69 Hac Suresi, 22/38
70 Mâide Suresi, 5/54
71 Kur’ân, Âl-i İmran 3/31
72 Kur’ân, Ahzab 33/6
73 Buharî, İman, 8; Müslim, İman, 70
74 Tirmizi, Tefsir, Meryem, (3160)
75 Tirmizi, Da’avat 74
76 Müslim, İman, 93
77 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.134
78 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 103
79 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 103
80 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 103
81 Tevbe Suresi, 9/128
82 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.143
83 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.144
84 Müslim, Cennet: 31; Müsned, 3:341, 346;
85 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.138
86 Müsned, 6:393; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve: 6:410; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.142
87 el-Askalânî, Fethü’l-Bârî, 13:45; Bediuzzaman Said, Mektubat, s.145
88 Müsned, 6:52, 97
89 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.145
90 Tirmizî, Menâkıb: 16, 37; İbni Mâce, Mukaddime: 11; Müsned, 5:382, 385, 399, 402.
91 Müsned, 5:220, 221
92 Kadı Iyaz, eş-Şifa, c.1, s. 285; Müsned, 4:273
93 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.161
94 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.163
95 Buharî, Vesâyâ: 36, Büyû’: 51, Sulh: 13, İstikraz: 18; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.173
96 Buhari, İlim, 49
97 Müslim, Mukaddime, 3
98 Kur’ân, Bakara (2): 286
99 Kur’ân, Zümer (39): 9
100 Nisa Suresi, 4/58
101 Ebû Davud, Edeb, 20
102 Maide Suresi, 5/67
103 Bakara Sûresi, 2/6
104 Nursi, Bediuzzaman Said, İşarâtü’l-İ’caz, s. 100
105 Şuarâ Suresi, 26/84
106 Şuarâ Suresi, 26/87
107 Fetih Suresi, 26/2
108 Buhari , Savm, 13
109 müslim, Savm, 13-15
110 Ebu Dâvud, Savm 6
111 Ebu Dâvud, Tahâret 25; Tirmizi, Tahâret 18
112 Suyutî, Camiu’s-Sağir, II/127
113 Müslim, Salat 122; Nesai, İmamet 26
114 Yasin Suresi, 36/77-79
115 Rum Suresi, 30/27
116 Müslim, Zekat, 53
117 Buhari, Ebvabu’l-muhsar ve cezâi’s-sayd, 33
118 En’am Suresi, 6/108
119 Nursi, Bediuzzaman Said, İlk Dönem Eserleri, s. 473
120 Tirmizî, “İstiʾẕân”, 34
121 İbn Hişâm, III-IV, 406
122 Nisa Suresi, 4/58
123 Buhârî, Fedâilü’l-Ashab, 25
124 Buhari, İcare, 4
125 Ebû Davud, İlim, 2
126 Nursi, Bediuzzaman Said, İlk Dönem Eserleri, s. 463
127 Buharî, Edeb, 90
128 Müslim, Fedâilu’s- Sahabe, 157
129 Buhârî, İlim, 2
130 Buhari, kitabü’l-hibe, 9
131 Buhari, kitabü’l-cenaiz, 77
132 Buhari, kitabü’z-zekat, 52
133 Müslim, Fedâil, 56
134 Malik, Husnu’l Hulk, 16
135 Müslim, Fezâil, 57-58
136 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c.1, s. 81
137 Buharî, Zekat, 1
138 Tirmizî, Menakıb, 9
139 Buhârî, Menâkıb, 23
140 Buhârî, Menâkıb, 23
141 Furkan Suresi, 25/32
142 Buhârî, Fedâilu’l-Kur’ân, 6
143 Âl-i İmran Suresi, 3/85
144 el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:224; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:70.
145 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 108
146 Haşir Suresi, 59/7
147 Ahzap Suresi, 33/21
148 Nisa Suresi, 4/80
149 Âl-i İmran Suresi, 3/31
150 Muvatta’, Kur’ân, 32
151 Tevbe Suresi, 9/30
152 Âl-i İmran Suresi, 3/64
153 Ankebût Suresi, 29/46
154 Bakara Suresi, 2/146
155 En’am Suresi, 6/20
156 Kasas Suresi, 28/56
157 Nahil Suresi, 16/125
158 el-Halebî, Nûreddin, İnsanü’l-Uyûn, 2:778
159 Nasr Suresi, 110/1-2-3
160 Nisa Suresi, 4/128
161 Maide Suresi, 5/3
162 Buhârî, İlim, 9
163 Buhârî, Cenâiz, 34
164 Müslim, Fedâilu’s-Sahâbe, 101
165 Müslim, Cehennem, 12
166 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 165
167 Hâkim, el-Müstedrek: 4:636; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid: 8:131
168 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 164
169 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 163-168
170 Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519
171 Ahkaf Suresi, 46/35
172 Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 7
173 Müzzemmil Suresi, 73/10-11
174 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s. 396-397
175 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s. 223
176 Yusuf Suresi, 12/92
177 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 84
178 Buharî, Tıb: 55, Cizye: 7, Mağâzî: 41
179 el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:219, 4:109; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s.200
180 Müslim, Fedâil, 79
181 Müslim, Cihad, 3; Ebû Davud, Cihad, 82
182 Ahzap, 33/36
183 Enbiya, 21/45
184 Necm, 53/3-4
185 Müslim, Eşribe: 107; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, 215
186 İbni Mâce, Fiten: 1; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, 215
187 Nur, 24/63
188 Şûrâ Sûresi, 42/23
189 Tirmizî, Menâkıb: 31
190 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 51
191 Nursi, Bediuzzaman Said, Lem’alar, s. 51
192 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s. 148
193 İbni Mâce, Fiten: 34; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s. 146
194 Buhârî, “Meġâzī”, 14
195 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 108
196 Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, s. 149-150
197 Nur Sûresi, 24/54
198 Gaşiye Suresi, 88/21-22
199 Kehf Suresi, 18/29
200 Kâfirûn Suresi, 109/6
201 Muvatta, Kur’ân 32; Tirmizî, Da’avât 133
202 Sîretu İbn Hişam, 1/266
203 Nahl Suresi, 16/58-59
204 Ebû Dâvûd, Tahâret, 94
205 İbn-i Mâce, Nikâh, 50
206 Ebu Davud, Edeb, 143, 144; Tirmizî, Menakıb, 60
207 Enfâl Suresi, 8/28
208 Tirmizî, Menâkıb, 30
209 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 60
210 Tirmizi, Bir, 59
211 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 60
212 Ebû Davud, Edeb, 1
213 Buhârî, Cihad, 46
214 Üsdü’l-Gàbe, 5: 398
215 Müslim, İlim, 7; Ebû Dâvûd, Sünnet, 5
216 İbn Mâce, Zühd, 28
217 Tirmizî, Şemâil, 3
218 Ebû Dâvûd, Edeb, 6
219 Ebû Dâvûd, Edeb, 142
220 Tirmizî, Birr, 36
221 Şemâil, 18.bab, No:116
222 Buhârî, Meğâzî, 79
223 Buharî, Cihad: 46; Nursi, Bediuzzaman Said, Mektubat, /erisale/ s. 223
224 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 279
225 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 279
226 Kadı Iyaz, Şifa-i Şerif, c. 1, s. 279
227 Maide Suresi, 5/24
228 Sözler, /e risale/ s. 319

Benzer konuda makaleler:

1 Geri Dönüşüm

  1. Adetten ibadete | EuroNur · SaidNursi.de

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*