Siyasi pencere yönünden: GDO

Bir işgalle karşı karşıyayız. Bilinenin aksine günümüz dünyasında işgaller ağırlıklı olarak silah üzerinden değil, mide ve zihin üzerinden yapılıyor. Mide savaşını kaybeden zihnini de kaybediyor. Bu durumda, “Her aşaması detaylı planlanan büyük bir hücuma karşı ne yapmamız gerekir?” “Dost görünen düşmanları tanımanın yolları nelerdir?” gibi akla gelen sorulara karşı net cevaplarımız olmadığı takdirde kaybetmek kaçınılmaz olacaktır.

Son yıllarda sıkça duyduğumuz GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar) tüm dünyanın sağlığını ve geleceğini tehdit etmektedir. Bu biyoteknolojik yöntemlerin iyi niyet için kullanıldığı söylenir. Masum yalanlarını duyarsınız, “Dünyada açlık var!” “Kaynaklarımız kıt!” “Verim artacak, sorunlar çözülecek!”…

Düşmanı tanımamak dost zannetmemize sebep olur. GDO mevzusunu etraflıca ele almaya mecburuz. Siyasi, dini, sosyal, sağlık, ekonomik ve çevre yönünden bakarak anlamaya çalışmalıyız.

Terminatör genler!..

Her canlının belli bir gen dizilim vardır. Bu gen diziliminin bir bölümünün ya da tamamının değiştirilmesiyle elde edilen canlıya Genetiği Değiştirilmiş Organizma (GDO) adı verilir. Bu işlemi yapan firma, ortaya çıkan yeni canlıyı tescil ettirerek patent altına alır. Gen transferi esnasında ayrıca “terminatör gen!” ilavesi de yapılır. Bu genin mühim bir fonksiyonu vardır. Bitkinin bir kere olgunlaştıktan sonra kendisini yok etmesini sağlar. Yani, tek kullanımlık bir tohum elde edilmiş olur.

Bugüne kadar binlerce gen patent altına alındı. Üç biyoteknoloji şirketi, yirmi bin insan; gen dizilimi için patent başvurusunda bulundu. Bunlardan yaklaşık bin beş yüz tanesine patent verildi. Sadece ABD’de 1985-1999 arasında on bir bin bitki için patent alınmış durumda. Üstelik bazı hastalıkların tanısı için geliştirilen genetik testlerden, test masrafları ve geni bulanlara hak payı dağıtmak için para alınarak kazanç sağlanıyor. Bu da küçük bir azınlığa hizmet eden patentleşme ile beraberinde ahlakî, felsefî, hukukî, dini, siyasal ve ekonomik meseleler gibi onlarca mevzuyu gündeme getiriyor…

Hibrit ve aşılamanın farkı nedir?

Bir veya daha fazla gen bakımından farklı iki veya daha fazla canlı arasında yapılan çaprazlama sonucu elde edilen melezleme ve tek kullanımlık tohum uygulamalarına hibrit (melez, kırma, ebter) denir. Bunu aşılama ile karıştırmamak gerekir. Aşılama, yüksek randımanlı türün daha az randımanlı türe yerleştirilmesiyle oluşan çoğaltma yöntemidir. Yani, aynı tür içinde ve doku uyumu gerektirir. Mesela iki domatesin aşılanması gibi. Hibrit işlemi farklı türden diğer bir türe genetik müdahale içerir ve tohumun işlemi reddetmesi engellenir. Doku uyumu da gerekmez. Daha dayanıklı olsun diye domuz geninin domatese eklenmesi gibi…

Gen, canlıların her türlü özelliklerini belirleyen ve hücre çekirdeğindeki kromozomlarda bulunan kalıtım maddesinin en küçük birimidir. Genom ise, bir organizmanın sahip olduğu genetik şifrelerin tümüdür. Genin yüzde doksan beşi hakkında yeterli bilgiye sahip değiliz. Yanlış okumadınız. Bütün bu genetik transferler malumatımız olan yalnızca yüzde beşlik alanda yapılıyor. Nasıl bir ateşle oynandığının farkında mıyız?

Tohum neden önemli?

Bu işe neden tohumdan başlandığı akla gelebilir. Sebebi şöyle; insanoğlunun iki ana gıda kaynağı vardır: hayvansal ve bitkisel gıdalar. Hayvanlar da bitkilerden beslendiğine göre bitkiden başlamak zaruridir. Bitkinin esası tohumdur.

Bu temel girişten sonra yazımızın konusu olan GDO’nun siyasi penceresine daha yakından bakabiliriz. Dünya üzerinde hakimiyet kurmak isteyenler bunun yolunun enerji ve gıdadan geçtiğini bilir. Bu nedenle stratejilerini bu iki konuya yoğunlaştırır. “Tohumu kontrol eden gıdayı kontrol eder.” cümlesi gıda hakimiyetine giden yolda tohumun ehemmiyetine işaret eder.

Yeşil Devrim!..

1940 yılına gidelim. Çok ses getiren “Yeşil Devrim”in temellerinin atıldığı yıllardır. O zamana kadar tarım küçük işletmeler yani köylüler tarafından yapılırdı. Geleneksel tohumla yapılan bu üretimin maliyeti yok gibiydi. 1940 yılında temelleri atılan ve 1994’de yaygınlaşmasıyla birlikte tohum köylünün elinden yavaş yavaş alındı ve tarım “endüstri!”ye dönüştü. Artık köylü patentli tohumlara her sene para vermek zorundaydı. Üstelik bu yeni tohumlar beraberinde gübre, sulama, traktör ve petrol gibi ek maliyet kalemlerine de ihtiyaç duyuyordu. Ne ilginçtir ki tohum satanlar bütün bu ihtiyaçları da satıyordu!

Yalanlarını ve bu yalanları destekleyen kurumları biliyor muyuz?

Peki, hangi yalanlarla çiftçileri kandırmayı başardılar? Bunların çoğunu bugünde söylemeye devam ediyorlar. Ne yazık ki milyarlarca insan hâlâ bu yalanlara inanıyor! Dünya nüfusunun çok arttığını ve bunun çok tehlikeli olduğunu, tarım alanlarının sürekli azalarak nüfusa yetmediğini, dünyada açlık ve susuzluk olduğu gibi tezlerle sürekli beyin yıkamaya devam ettiler.

Bu tezlerin desteklenmesi içinde enstitü, laboratuvar, vakıf ve araştırma merkezleri kurarak “ilmi!” referanslara dayanmak da ihmal etmediler. Örneğin WHO, FDA, FAO gibi kuruluşların yönetimi; şirketlerin eski çalışanlarının elindedir. Kuş gribi, domuz gribi gibi hastalıkların pazarlanması, GDO’ların zararsız olduğunun kabul edilmesi gibi bütün hatalı tutumların bağımsız gibi görünen otoritenin tasarrufunda olduğunu hatırlayalım.

Köleliğin modern tabiri: TRİPS!..

Dünya Ticaret Örgütü’nün, Ticaret Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları (TRIPS) anlaşması, dünyadaki tohum arzının, gıdaların ve tarım alanlarının çoğunun küresel tarım şirketleri tarafından ele geçirilmesine çanak tutmuştur. Bu antlaşma; bir avuç küresel şirketin çıkarlarını, diğer tüm çıkarların üzerinde tutarak bu amaca hizmet eden politikaların düzenlenmiş halidir. Böylece ulusların kendi sınırları içindeki ticareti düzenleyebilme veya kendi toplumlarına uygun olan standartları belirleyebilme özgürlüklerinin yanı sıra çiftçilerin ve tüketicilerin haklarını da ciddi bir şekilde baltalar.

Ne içeceğimize ve ne yiyeceğimize karar veren bir avuç şirketin insafına terkedilmiş durumdayız. Ellerindeki gıda tekelini bir silah gibi kullandıkları açıktır. Gıda konusunda seçim hürriyeti bile elimizden alınmıştır. 16 Mayıs 2011’de, ABD Kongre Temsilcisi Ron Paul Kongre’de, “Kendi irademizle neyi yiyip içeceğimizin hürriyeti bile elimizden alınmış durumda. Bizim acaba ne kadar hürriyet hakkımız kaldı?” ifadesi bu hakikati teyit eder.

Bilim dünyası da masum değildir. Açıktır ki uluslararası dev şirketlerin GDO’ların geliştirilmesine yatırdığı milyarlarca dolarlık bütçelerin bir bölümü de, bu alanda bilgi kirliliği oluşturulmasına tahsis edilir. Bu işe ayrılan kaynaklar, seçilmiş bilim insanlarının, uzmanların kafalarını, bilgi birikimlerini, vicdanlarını satın almakta; böylece yapılan sözde bilimsel araştırmalar, sözü edilen dönüşümlerin güvenirliliğini, yararlarını kanıtlamaya çalışmaktadır.

Şirket mantığı: Daha çok para!

Şirketlerin temel mantıkları çıkar üzerine kuruludur. Bu sebeple, şirketler insanı sadece tüketici, doğayı ise bitirilene dek sömürülecek kaynak olarak görür. “Endüstriyel işgal!” her taraftan hücum ediyor. Sıcak savaşlardan çok daha iyi sonuç aldıklarından bu yeni sistemde ölmeyecek ama çok tüketecek müşterilere ihtiyaç duyulur. Bu müşteriler, lezzet tuzağıyla yakalanarak daha çok tüketim yaptırılmalı, bağımlı hale getirilmeli, çeşitli hastalıklara yakalanmaları ancak ölmemeleri gerekir. İnançları paradır. Her yıl ne kadar büyüdüğüne bakar; ne kadar çok satmış, ne kadar çok kazanmış ve sınırlarını ne kadar çok genişletmiştir, sadece bu dikkate alınır.

Kendilerinin belirlemiş oldukları yasal mevzuatlar da standart hale getirilir. Gıda kodu veya gıda kuralları anlamına gelen Codex Alimentarius çoğu ülkenin temel gıda mevzuatını oluşturur. Dr. Rima E. Laibow, “Codex Alimentarius’un gıda regülasyonu bir Nazi düzenlemesidir.” ve Araştırmacı-Yazar ve Psikoloji Hocası Barbara L. Minton, “Codex Alimentarius bundan kar yapacaklar hariç herkesin düşmanıdır.” ifadeleri ile bu mevzuatın neden çıkarıldığını ve kimlere hizmet ettiğini veciz bir şekilde özetler.

Her devrin adamı: Kissinger!

1950 yılından beri Obama da dahil ABD başkanlarının yanında farklı pozisyonlarda yer alan Henry Alfred Kissinger yüz yirmi üç sayfadan oluşan “Ulusal Güvenlik Çalışma Muhtırası” (NSSM200) adlı raporu hazırlar. “Petrolü kontrol edersen ulusları, yiyeceği kontrol edersen insanları kontrol edersin. Yiyecek bir silahtır ve bizim müzakere çantamızdaki araçlardan biridir!” ifadesi sürece ait önemli bir vesikadır. Kissenger, bu silahı “dosta ödül, düşmana ceza” şeklinde özetler.

Yahudi asıllı siyonist lider Winston Churchill’in, “İnsanlar ve hayvanlar üzerinde bilinçli olarak kullanılabilecek salgın hastalıkları, mahsulleri yok edecek bakterileri, at ve sığırları öldürecek şarbonu sistemli bir şekilde üretebilen hükümetlere ihtiyaç var.” şeklinde biyolojik harp olanaklarını destekleyen sözleri aslında yoruma ihtiyaç bırakmıyor. Nasıl bir dünya planladıklarını ve neler yapabileceklerini ortaya koyuyor.

Keza 1974 yılında Roma’da düzenlenen Dünya Tarım Konferansı’nda, ABD Tarım Bakanı Earl Lauer Butz niyetlerini gizleme ihtiyacı duymadan şöyle der:

“Gıda, pazarlık masasındaki en önemli araçlardan biridir. İnsanların size güvenip dayanmalarının, size bağımlı olmalarının ve bu şekilde sizinle işbirliği yapmalarının yolunu arıyorsanız, onları gıdaya bağımlı hale getirmek bana kalırsa mükemmel bir yöntemdir.”

Pirinç trajedisi…

Bağımlı hale getirmenin en iyi ve kısa yolu tohumu patent altına alarak tekelleştirmektir. Bunun için de hangi yalan söylenmesi gerekiyorsa onu en güçlü bir şekilde söylenerek yapılır. Pirinç trajedisi konuyu özetler:

Bir zamanlar Asya’da pirincin tam yüz kırk bin çeşidi vardı. Rockefeller ve Ford vakıflarının başlattığı “Uluslararası Pirinç Biyoteknolojisi Programı” aracılığıyla dünyanın pirinç kaynakları bu merkezin laboratuvarında toplandı. A vitamini eksikliğini pirinç üzerinde yapacakları değişiklikle giderecekleri yalanını söylediler. Bu süreçte Dünya Bankası’nın gücü de kullanıldı. Toplamda beş yüz milyar dolar harcanarak, pirinç çeşidi altıya indirilerek patent altına alındı.

Sonra ne mi oldu? Tabii tohumlar, şirket tohumlarıyla değiştirildi. Mülkiyetin değişmesi manasına gelen bu durum artan maliyetlerle birlikte çiftçileri ödeyemeyeceği borçlara soktu. Böbreklerini satmaya ve en sonunda da intihar etmeye mecbur kaldılar. Bu vetirede sadece Hindistan’da iki yüz bin çiftçi intihar etti. Ülkemizde de durum farklı değil. Çiftçi Sendikaları Konfederasyonu’nun açıklamasına göre, ülkemizde her elli saniyede bir çiftçi iflas ediyor.

Mahşerin dört atlısı!

“Mahşerin dört atlısı” yani Monsanto, DuPont (Pioneer), Dow AgroSciences ve Syngenta şirketleri, hibrit ve GDO’lu tohumların yanı sıra zirai ilaç, gübre, hormon, yem, hayvansal ilaç, gıda katkı maddeleri, temel gıda üretimi, insani ilaç, finans, petrol, tarım makineleri, tıp endüstrisi, kimyasal ürünler, silah gibi birçok alanda faaliyet gösterir. Monsanto tek başına GDO’lu tohumun yüzde doksanını üretirken, dünya tarımının yüzde doksana yakını bu dört firmanın kontrolü altındadır!..

Bu tekelleşme bize dünyadaki aç insanların üçte ikisinin toprağından koparılmış küçük çiftçilerden oluştuğunu da açıklar. Sermayenin ve mülkiyetin sürekli artan hızda belli kişilerde toplanması tesadüf değildir. İktisatçı Samir Amin’in, “Merkez ülkelerin elli milyon tarım üreticisi ve şirket tarımı, çevre ülkelerin üç milyar köylüsünü tasfiye ediyor” ifadesi tarımdaki tekelleşmeyi açıklıyor.

Hâlimizin kısa özeti!

Dünyanın içinde bulunduğu durumu aktivist Mebruke Bayram şu şekilde özetliyor:

“Soframızdaki gıda birileri tarafından gasp ediliyor. Gaspın yalnızca köylünün emeğinin sömürülmesi ya da yükselen gıda fiyatları yoluyla yapıldığını düşünmeyin. Yeni nesil gıdalarda, gıdanın içeriğinde “doğal olarak” bulunması gereken maddeler birer birer azalırken, gıdayla ilgisi olmayan katkı maddeleri ve koruyucu maddeler çoğalıyor. Gıdanın her alanında bir standartlaşma, zapturapt altına alınma süreci yaşanıyor. Dünya halklarının zengin gıda çeşitliliği ve kültürü yavaş yavaş yok edilirken soframızı tek tipleşmiş, standart, hijyenik, şık ambalajlı, ancak içi boş gıdalar ele geçiriyor. Gıdanın gaspı üretim sürecinde kullanılan tekniklerden tutun, genlere kadar pek çok alanda sürdürülüyor. Gıdalar ağır bedeller karşılığında üretiliyor. Asıl üretici konumunda olan köylüler açlığa mahkum edilirken, gıdanın ticaretini yapan ulusötesi tekeller akıl sınırlarını zorlayacak büyüklükte paralar kazanıyor.”

İki numaralı koltuk: FED

ABD’de başkanlık makamından sonraki en güçlü ikinci makam, Amerikan Merkez Bankası (FED) başkanlık makamıdır. Bu kurum, sürekli olarak, paranın dolayısıyla gücün sahibi olan siyonist düşünce mensuplarınca yönetilir. Hem siyasi yönetimi hem de ekonomiyi yönledirecek alt yapısı mevcuttur. Gerçek yüzlerini gizlemek için çeşitli kurum ve kuruluşlarıyla işbirliği içindeler. Devletlerin kandırılması için Dünya Bankası ve IMF’yi, tüketicilerin kandırılması içinse medya ve akademik çevre kullanıyor.

Dünyayı sömüren iki siyonist aile: Rockefeller ve Rothschild!

Yeri gelmişken ABD’deki en önemli siyonist ailenin Rockefeller ve Avrupaki en önemli siyonist ailenin Rothschild olduğunu belirtelim. En güçlü devletlerden daha güçlü olan bu aileler dünyanın tüm gelirlerinin yarısına yakınına sahip. Aklınıza gelebilecek banka, petrol, maden, gıda başta olmak üzere hemen her sektörde faaliyet gösteriyorlar. Tam servetleri bilinemese de Rockefeller’in yirmi trilyon dolar ve Rothschild’in yirmi beş trilyon doların üzerinde servetlerinin olduğu tahmin ediliyor.

Anlaşılacağı üzere küresel yapıda belirleyici unsur, devletler değil siyonist şirketlerdir. Yani, kararları siyasiler değil, firmalar veriyor. Basit bir misalle anlamaya çalışalım:

İngiliz milletvekili Richard Taylor, insan sağlığı için belirli zararları olan gıdaların üzerine -sigarada olduğu gibi- “sağlığa zararlıdır” ibaresinin konulmasını önerdiğinde kıyamet koptu. Şirketler bu küçük öneriye bile tahammül edemezken, hiçbir devlet bu öneriye destek veremedi! McDonald’s, Pepsi, Kellogg’s, Schweppes, Cadbury gibi küresel firmalar ise şiddetli tepki gösterdi. Bu yaşanmış vaka bile aslında gücün kimde olduğunu gösteriyor.

Bir diğer boyutta, bu firmaların etiketlerinde yazılan bilgilerin çoğu zaman doğru olmadığı ve tüketiciyi aldattığıdır. Kanada Calgary Üniversitesi’nden Prof. Charlene Elliott liderliğindeki bir ekibin yaptığı araştırmada; 2008 yılında ekmek ve meşrubat dışındaki gıdaların sadece yüzde on birinde uygun seviyede besin değerine rastlandı. Gıdaların yüzde seksen dokuzunda ise aşırı miktarda şeker, yağ ve tuz tespit edildi. Etikete yazılan bilgi ile ürün içeriğinin ezici oranda birbirinden farklı olduğu görüldü.

Ayrıca reklamların, etiket bilgisi ve içerikten daha tehlikeli ve yanıltıcı olduğu gözlendi. Prof. Elliott’a göre durum kaygı verici boyutlarda. Başta çocuklar olmak üzere tüm tüketicileri bu sorunlardan koruyacak bir mekanizma da yok. Burada durup biraz düşünelim. Ana hedefte çocukların olması ve yasal olarak bir şey yapılamaması bize ne anlatıyor?

Talutu hatırlayalım mı?

Talut kıssasını hatırlamalıyız. Rivayete göre Talut’un seksen bin kişilik ordusu vardı ve yetmiş altı bin neferi geçmekte oldukları nehirdeki sudan içmişti. Nehri Talut’la beraber ancak dört bin askeri geçebilmişti. O nehrin suyunda ne vardı ki, içenleri öldürmüyordu, fakat takatsiz bırakıyor, cihada gitme heyecanını yok ediyordu? Bugün, ecnebilerin ve para hırsıyla gözü dönmüş yerli işbirlikçilerinin dayatmaları ile market raflarına doldurulmuş aldatıcı renkleriyle, ışıltılı görüntüleriyle binlerce üründe aynı tehlikenin var olduğunu görebiliyor muyuz?

Anlaşılacağı üzere dünya çepeçevre kuşatılmış durumda. GDO şirketleriyle tüm dünyayı karanlık emellerine alet etmek istiyorlar. İnsanları “organizmadan!” adeta “mekanizmaya!” çevirme gayretleri var. Aslında tüm yalanları ortaya çıkmış vaziyettedir. GDO’lu tohumların yüksek verim getirdiği, maliyetleri düşürdüğü, sağlıklı olduğu, besin değerlerinin daha yüksek olduğu gibi onlarca yalan ifşa olmuştur.

Peki, hâlâ nasıl oluyor da aynı sahtekarlığa devam ediliyor ya da bu yalanlara tepki verip kamuoyunu bilgilendiren birileri yok mu?

Neden ehl-i vicdanın sesi duyulmuyor?

Aslında çok sayıda insan var. Sesleri yeterince duyulmuyor. Duyurduklarında ise medya ve akademik çevreleri kullanarak toplumu unutturarak uyutuyorlar. Hazzın peşine düşen ahir zaman insanı ve ciddi manada borçlanarak dünya bankası, IMF’ye boyun eğen idareciler bu sürecin devam etmesini sağlıyor. Unutturularak uyutulan insanların, istenilen istikamette yönlendirilmeleri kolay oluyor. Amaç, kendi çıkarlarına uygun olmayan gerçekleri silerek, yerine yalanlarla dolu yeni mesajların özellikle reklamlar vasıtasıyla doldurulması.

GDO’lu tohumlar tam olarak bu amaçlara hizmet ediyor. Bir tür “modern köleleşme!” sağlıyor. Bu tohumları üreten firmaların tarım, gıda ve sağlık ürünleri aslında beden ve zihin kontrol aracı olarak kullanılır. Aynı durumun kendilerine hatta işyerinde dahi yapılmasına razı olmazlar. Örneğin yüzde doksan pazar payıyla dünyanın en büyük GDO firması olan Monsanto’nun fabrikalarında GDO’lu ürün tüketmenin yasak olduğunu biliyor muyuz?

Svalbard Kıyamet Tohum Bankası…

Bir yandan insanlığı GDO’lu tohumlara mahkum eden siyonist zihniyet bir yandan da doğal tohumları toplayarak depoluyor. Norveç’in Svalbard Kasabası’nda buzulların yüz elli metre altında korunaklı bir şekilde kurulan “Svalbard Kıyamet Tohum Bankası”nda (SGSV) tam altı yüz binden fazla doğal tohum bulunuyor. Dünyadaki bin dört yüz tohum bankasından birisidir. Burada bulunan tohumların çoğunun Irak, Afganistan, Ruanda, Etiyopya, Somali ve Kamboçya’da isyan ve savaşlarda ilk yağmalanan yerlerden biri olan tohum bankalarından getirilmiş olması tesadüf olmasa gerek.

“Kıyamet Günü Kasası” olarak da bilinen bu banka Küresel Hasat Çeşitliliği Örgütü (GCDT) tarafından yönetiliyor. Görünürdeki isim bu olmakla birlikte asıl sahiplerinin Rockefeller Vakfı, Bill & Melinda Gates Vakfı, Monsanto, DuPont, Dow AgroSciencesve Syngenta olduğunu belirtelim. Geleceğin en önemli bankalarının mevduat, yatırım, kan ya da ilik bankası değil tohum bankaları olacağını söylemek sanırım yanlış olmaz.

Yahudi milleti tarih boyunca gıda ve su konusunda sınava tabi tutuldu. Peygamberlerden sürekli gıda ile ilgili mucize talebinde bulundular. Hz. İsa’dan (as) gökten sofra indirilmesini istemeleri, Hz. Musa’dan (as) çeşitli sebze, acur, sarımsak, mercimek, soğan gibi gıdalar talep etmeleri örnek verilebilir. Üstelik kudret helvası, bıldırcın ve on iki pınar mucizelerine rağmen. Çoğunun bu sınavı kaybettiğini kaynaklardan öğreniyoruz.

Günümüzde ise bu kavmin bir kısmı siyonizm ideolojisi adı altında insanlığın geleceğini dinamitlemek istiyor. “Homo homini lupus: İnsan insanın kurdudur.(canavarıdır)” tabiriyle özetlenecek bir tutum sergileniyor.

Ümitvar olalım!..

Tüm bu anlatılanlar bizleri yeise sevk etmemeli. Her şey Rabbimizin kontrolünde ve izni ile gerçekleşir. Biz de şuurlu olmak ve gerekli tedbirleri alıp, takdire boyun eğmekle mükellefimiz. “(Ey Habîbim!) Bir zaman inkâr edenler seni tutup bağlamak veya seni öldürmek veya seni (yurdundan) çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlardı(ama) Allah da (onlara) tuzak kuruyordu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.”(Enfal suresi 30.) mealindeki ayette de ifade edildiği üzere en zor zamanda Efendimize (asm) kurulan tuzakları boşa çıkaran Rabbimiz’in, elbette ki insanlığın geleceğine kurulan tuzakları da boşa çıkaracağına olan itimatımız tamdır. Rabbim bu uğurda cümlemizi hakkıyla gayret edenlerden eylesin inşaAllah!..

Dipnotlar:

1- Roger Garaudy, Amerikan Efsanesi.
2- Kemal Özer, Deccal Tabakta.
3- Kemal Özer, Şeytan Ye Diyor.
4- Dr.Yavuz Dizdar, Yemezler.
5- Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer, Yeni Dünya Düzeni ve Helal Gıda.
6- Dr. Müh. Hüseyin Kami Büyüközer, Yeniden Gıda Raporu.
7- Prof. Dr. Kenan Demirkol, Gdo: Çağdaş Esaret.
8- Aidin Salih, Gerçek Tıp.
9- Kemal Özer, Yediklerinizin içinde ne var?.
10- Mebruke Bayram, Gıdalar, Ambalajlar, Silahlar ve Açlar.
11- İsmaik Tokalak, Dünyada Gıda Terörü.
12- Vandana Shiva, Tohum ve Gıdanın Geleceği Üzerine Manifestolar.
13- F.William Engdahl, Ölüm Tohumları.
14- Prof. Dr. Mustafa Koç, Küresel Gıda Düzeni.
15- Soner Yalçın, Kara Kutu.
16- Muhtelif internet siteleri, makale, gazete haberleri.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*