Su’dan bağımsız hayat olmaz

Bu günkü yazımızda yine en seçkin varlıklardan sayılan ve aynı zamanda hayatımızın menba-ı olan, su denilen aziz unsurdan bahsetmeye devam edeceğiz. Bu konuya ne kadar önem versek yeridİr. Zira hayatımızla alakalı olan, her şeyde bağlantıları ve ilişkileri olan ve hayatî öneme haiz bir elementtİr su.

Bu su konusuna, bilimsel verilerle ve aklî ölçülerle yaklaşmak gerekir. Bir insanın her şeyi bilmesi mümkün değildır. Ama, herkes için bilmediklerini araştırmak ve öğrenmek, bilmeye gayret edip çalışmak, evvelâ kendi kitabını ve kâinatı okumak farzdır. Bir insan, ne kadar bilgi sahibi olursa olsun; bildikleri, bilmediklerinin yanında, ancak deryadan bir damla su misâlî gıbidir.

Bu hususta “İlim beldesinin kapısı” olan, Hz. Ali şöyle buyurmuştur: “Bilmediklerim ayağımın altına girseydi, başım göklere değerdi.”

Gerçek bilim insanları bilmediklerini pervasızca söyleyebilendir. Bilim insanı, okumakla kalmaz, okuduklarından da yerine göre ibret alıp, ders çıkarandır.

Karın tokluğu ile yaşayan bir toplumdan ilkeli ve sağlıklı bir düşüncenin üretilmesi mümkün değildir. Esefle ifade etmeliyim ki, fikir ve düşünce yetimizi ekseriyetle kaybetmiş durumdayız.

Yine üzüntüyle ifade edeyim ki, Dünyalık varlığıyla zenginleşip, düşünce ve ilim fakiri olan kimselerin, önde göründüğü veya öne geçmeye çalıştıkları bir toplum haline geldik.

Bu halde olan toplumlardan, medenileşmeyi, her alanda kalkınmayı ve terakki etmeyi beklemek, hayalden öteye geçmez. Her meslekte ve bilimsel bütün alanlarda, çalışmak ve alabildiğine üretken olmak, sanayi ve teknolojiye ağırlık vermekle, ancak kalkınabilir ve medeni ülkeler arasında makam ve mevki sahibi olabiliriz.

Bilime ve bilim insanlarına değer veren toplumlar ancak huzur içerisinde ve mutlulukla yaşayabilirler.

“Her şeyi “madde” de arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.” demiş Üstad.
Madde’ten gelişmek, insanın maddi varlığını rahatlatabilir ama, diğer yarısını teşkil eden manevi tarafını da mutlu edecek değerleri de ihya etmemiz elzemdir. Bu değerlerin en başında geleni ise, âhlâkî değerlerdir. Ahlâkî değerleri gelişmiş ve yerleşmiş olan toplumlar, hem uygarlaşmış ve hemde mutlu olmuş toplumlardır.

İlimden, kitaptan, okumaktan, araştırma moral ve ruhundan uzaklaşmak, cehalete yaklaşmak ve cehaletle birlikte yaşamak anlamına gelir ki; bu cehalet, toplumları içten içe kemiren, çürüten en büyük düşmandır. Cehaletin hakim olduğu yerde sefalet ve felâket artar. Sefalet ve felaketin yükselip geliştiği yerlerde ise, sadece acı, keder ve göz yaşı olur.

Sadede dönecek olursak:

Her şeyin varlığı ve yaratılması ve vucûda gelmesi, çok ince ve çok şeffaf sebepler perdesi altında cereyan ettiğini müşahede ediyoruz.

Konuya dair bir örnek vermek gerekirse:

Sofrada yediğimiz bir somun ekmeğin, hangi aşamalardan geçerek ağzımızdaki lokmaya kadar gelindiğini ve dönüşümünü düşünmek gerekir. O ekmeği fırından alıyoruz. Fırında yoğrulan hamurun unu da değirmenden geldiğini biliyoruz. Eğer Silsileyi takip edecek olursak, unun buğdayı da topraktan geliyor denilebilir.

Peki, fırıncıyı, değirmenciyi, tarlasına buğdayını, tohumunu atan çiftçiyi ve o hasadı biçen, biçer döğerciyi bir tarafa atıp unutmak veya görmezden gelmek, aklın kabul edeceği bir şey olabilir mı?

Kul sebebe bakar ama, netice ve keyfiyet, yani işin versiyonu Allâh’a aittır. Allâh’ın bir sıfatı olan “Hâkim”ın gereği, her şeyi bir hikmete bağlı olarak yaratır. Yani çoğu zaman, insanlar tarafından o şeyin iç yüzü, esrarı bilinmeksizin örtülü olarak yaratılmış olur ki, burada kul’un vazifesi o sebep ile hasıl olan hikmeti düşünerek araştırmak ve o tecelli ile tezahür eden kaderi okuyabilmektir.

Sebeple haddinden fazla meşgul olup takılmak, neticeden uzaklaşmaya neden olur. Hatta o neticeyi, ulaşılmaz hale getirebilir. Burada mühim olan, sebebin arkasındaki hakikati doğrudan doğruya görebilmektir.

Sebeblerin sebebi (yani, müsebbibü’l-esbâb) olan Allâh, eşya üzerinde Esma ve sıfatlarını hikmetle izhar eder, gösterir.

Sebebleri vasıta etmek ve hikmetini o sebebler altında gizlemek ve her şeyde iyiliği ve güzelliği murad etmek ve sonsuz kudretiyle yaratmak, şüphesiz Allâh’ın muhit ve kuşatıcı ilmini gösterir.

Kişi, sebebin hikmete vesile olduğunu görür ve idrak ederse, istikameti bulur, iç huzura kavuşur, rahat eder. Yok eğer o sebepleri, direk hedef ve maksat yaparsa, bunalıma girer, buhran yaşar, şüpheler girdabında boğulur.

Allâh, insanı bütün âlem’in özü olarak seçti ve merkeze alarak en değerli varlık haline getirdi.

İnsan ise, Allâh’ı ancak aşk ve sevgi yoluyla idrak edebilir ve anlayabilir.

Hani Yunus, “İlim, ilim bilmektir. İlim, kendin bilmektir. Sen kendini bilmezsen, ya nice okumaktır.” demişti ya!

Şüphesiz, ilim insanın kendisini tanımaya ve kaşfetmeye yönelik yardımcı olabilecek en önemli amildir.

İlim, insanın gözündeki perdeyi araladıkça, insan hakikati daha kolay görecektir. İnsan kendi iç âlemine, mahiyet ve özüne dönüp vakıf oldukça, Allâh’ın vucûduna ve cemaline bir ayine olduğunun farkına varacak ve ne kadar yüce bir varlık olduğunu da derk edecektir.

Yunus, kitap ilminin verileri ve âlemdeki gözlemleri (müşahedatı) ile hareket ettiğinde, her şey Allâh’ındır ve Allah’a aittır ve her şey O’nun iradesi çerçevesinde işlemektedir diye bir sonuca ulaşır.

“Gezdum cümle âlemi, arş-u levh-u kâlemi,

İlm-i kitabı dahi delil beyan içinde.”

Bu beyit’te Yunus, bütün âlemi, âlemin en son noktası olan Arşı gezip dolaştığını ve âlemdeki intizam ve kevnî kanunlarının nasıl işlediğini ve âlemdeki intizam ve kanunların iç yüzünü keşfettiğini ve kavradığını ifade etmektedir.

Âlemdeki her şey, Allâh’ın varlığını ve birliğini beyan etmektedır.

“Levh-u kâlem” ifadesındeki “levh” Kur’an’ın Buruc suresinde geçer. “Hakikat’te o, çok yüce Kur’an’dır, korunmuş bir levhada / levh-î mahfuzdadır.” (1)

Kalem’den kasıt, bu levhayı yazan İlâhî kâlemdır. Kâlem suresinin ilk ayetinde de buna işaret edilir:  “Kâlem ve eli kâlem tutanların yazdıklarına ve yazacaklarına and olsun.” (2)

“Levh-u kâlem” tamlamasını bu iki âyete dayandıran Yunus’a göre, “Levh” Âllâh’ın ilmi, kâlem de O’nu görunür hale getiren Allâh’ın iradesini simgeler.

Yer yüzünde Allâh’ı gösteren en önemli bir ayine ve tecelligahlarından biri olan su’yun, arz ile sema arasındaki döngüsüne işaretten, Allâh Te’ala şöyle buyurmuştur: “Dönüşlü olan göğe and olsun.” (3)

Allâh nazarında su’yun yer yüzünden ğöğe doğru yükselmesi ile tekrar yere dönüşü, çok önemsenmiştır ki, bu olaya, âyet’te görüldüğü üzere and içmiştir.

Ayrıca Allâh (cc) Kur’an-ı Kerim’de, “Biz göğü (uzayı),yeri ve aralarındakilerini boşuna yaratmadık.” (4)  Ayetiyle gökte cereyan etmekte olan İlâhî ve mu’cizevi her bir fa’aliyetın ve olayın bir menfa’at ve maslahata binaen olduğuna dikkatleri çekmiştir.

Su’yun, okyanuslardan başlayarak bu döngüsünü anlatırsak;

Su çevrimini harekete geçiren Güneş, okyanuslardaki, gölkerdeki ve diğer su havzalarının suyunu ısıtır. Isınan su atmosfere doğru buharlaşır.Yükselen hava akımları, su buharını atmosfer içinde yukarıya kadar taşır. Orada bulunan daha soğuk hava bulutları içinde yoğunlaşmaya sebeb olur. Hava akımları, bulutları Dünya çevresinde hareket ettirir. Bulut zerreleri bir araya gelerek büyürler ve yağış olarak yer yüzüne düşerler. Bunların çoğu, sızarak yer altına geçer. Bu yer altı sularının bir kısmı kaynaklardan tekrar yer yüzüne akarlar. Diğer bir kısmı da bitki kökleri tarafından emilir ve toprak yüzeyinden terlemeyle atmosfere tekrar geri döner.

Malum olduğu üzere ırmakların, kaynak sularının tümü yerin altından, özellikle dağların, kayaların dibinden fışkırıp akmaktadır. Suyun bu suretle yer yüzüne çıkıp akmasında da Allâh’ın ilim, kudret ve iradesiyle olduğunu şu ayetle bizleri haberdar etmiş ve uyarmıştır. “De ki: Söyleyin bakalım! suyunuz çekiliverse, size kim bir akarsu getirebilir?” (5)

Hakikaten bu ırmaklar, çağlayan sular, milyonlarca yıldan beri suları hep bereketle akmaktadır. Dolayısiyla, bunlara gayet düşündürücü birer olay nazariyla bakılması gerekir.

Su, buz halinden sıvı hale, sıvı halden buhar haline ve buhar halinden tekrar sıvı haline dönen su’yun, bu hareketliliği süreklilik arz eder. Bu tarz su çevrimi milyonlarca yıldır aynı düzen ve kanunla devam etmektedir.

Feza ve mahşer-i acaibin cereyan ettiği atmosfer, gök gürültüsü ile bağırarak adeta şunu konuşup ifade eder. “Bana dikkatlice bakarsan, gök yüzünün ekşi, fakat merhametli yüzüne bak ne der!” Diye insanı tefekküre sevk eder.

Zemin ile asuman ortasında muallakta durdurulan bulut, gayet hikmetle ve merhametle, zemin bahçesini sular ve bütün canlılara o hayat suyunu ulaştırır ve ihtiyaca göre her şeyin, her yerin imdadına yetişir. Bu kadar ağır yağmur yüklü bulutların bir anda kaybolup gizlenmesi ve gök yüzünde hiç bir izinin ve esamesinin kalmadan temizlenmesi ve bir saat, hatta bir kaç dakika zarfında berrak bulutların toplanması ve akabinde kapkara bulutlara dönüşmesi ve “arş emriyle” yağmur yükünü gayet ölçülü, muvazeneli bir şekilde tane tane indirmesi, Rahman olan Allâh’ı göstermez mi?

Burada bayağı önemsediğim bir âyeti nakledeyim, “Peygamberleri dedi ki: Gökleri (Kâinatı) ve yeri yaratan Allâh hakkında şüphe mi var?” (6) buyurulmuştur.

Allâh, burada varlığı ve birliğiyle ilgili kuşku duyan, tereddüt ve evhamda olanları uyarmakta ve remzen şunu ifade etmektedır;

Yer yüzünde, kendi nefsinde (vücudunda) ve bütün evrende gözlerinin önünde müşahede ettiğin bunca mu’cizeler, eşyalar ve bütün varlıklar arasındaki bu mükemmel insicam, uyumlu ve dengeli hareketler ve muazzam düzen ve intizam, sana yüce bir yaratıcıyı hatırlatmıyor mu?

Su’yu ifade eden yağmurun, yer ile asuman arasındaki bu dönüşümü ve gel git’leri, Atmosferın 3 ile 10 kilometre arasında cereyan etmektedir.

Uçakla yolculuk yapanlar bilirler. Bu zikri geçen kilometrelerin üstüne çıktığınız zaman, bu yağmur yüklü bulutları, pamuk yığınları şeklinde görüyorsunuz.Yer yüzünden buharlaşan su buharı, belirli bir yüksekliğin dışına çıkmaz ve Atmosfer tarafından yer yüzüne doğru baskılanır ve yağmur şeklinde tekrar yer yüzüne dönüşünü temin eder. Yani mevcut su, atmosferin derinliğine nüfuz etmez ve o su’da hiç bir kayıp ve eksilme de söz konusu olmadan, tümüyle yer yüzüne yağmur, kar ve dolu şeklinde inmektedir.

Bu su yığınla, büyük kitleler halinde inmez. Zira bu tarz ile yer yüzüne inerse, büyük zararlara ve tahribata sebebiyet verecektir. Ama bunun tam tersine, yağmur küçük habbeler, damlacıklar şeklinde, hiç bir zayiata mahal vermeden yağdığı gibi, gökte o bulutların içinde oluşan, ayrı ayrı şekil ve ilme ilme işlenen farklı desenlerle, nakışlanmış kar taneciklerini dokuyan, her hangi bir fabrika ve makineler veya tezgahların olduğuna ihtimal verilebilir mi?

Makalemin sonunda, anlamlı olduğu kadar, şirin mı şirin şu cümle ile bitirmek istiyorum:

“Şimdi bulutlara bak! Yağmurun şıpıltıları manasız bir ses olmadığına ve şimşek ile gök gürlemesi, boş bir gürültü olmadığına kat’i delil ise; semâ boşluğunda o acaibi icad etmek, onlardan âb-ı hayat (hayat suyu) hükmündeki damlaları sağmak ve zemin yüzündeki muhtac ve müştak (çok istekli) canlılara emzirmek gösteriyor ki: O şırıltı, o gürültü gayet manidar ve hikmetdar (hikmetli) dır ki; bir Rabb-ı Kerimın (İkramı bol Rabbın) emriyle, müştaklara o yağmur bağırıyor ki, ‘sizlere müjde, geliyoruz.’ manasını ifade ederler.” (7)

Su’yun başka bir yüzünü ve versiyonunu incelemek ve anlamaya çalışmak ve bilmek ve bildirmek üzere, buluşmak umuduyla;

Gökten inen rahmet yağmurlarıyla, canlanan tabiat, yemyeşil ekinler, güller, çiçekler reyhanlar, papatyalar ve uçuşan böcek ve kelebekleriyle ve masmavi sularıyla en güzel baharlar sizin olsun.

“Yapraksız kaldım diye gövdeni kestirme, zira bu işin birde baharı vardır.”   Mevlana

Dipnotlar:

(1) Buruc 85/ 22-22
(2) Kâlem 68/1
(3) Tarık 86/11
(4) Sad 38/27
(5) Mülk 67/30
(6) İbrahim 14/10
(7) Sözler s.673

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*