Toplumun refahı

Yıl 1918. Birinci Dünya Savaşı fiilen bitmişti. Savaşı resmen bitiren 30 Ekim 1918 tarihli Mondros Mütarekesi’nin ertesi günü 31 Ekim 1918’de işgal emirleri verilmeye başlamıştı. Böylece 7 Kasım 1918’de İstanbul işgal edilmişti. 13 Kasım 1918 tarihinde ise İtilaf Devletleri donanmasına ait 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisinden oluşan tam 55 savaş gemisi gelmiş ve Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirlemişlerdi.

Birinci Dünya Savaşı’nda; Gönüllü Alay Komutanı olarak iki yıl savaştıktan sonra 2 Mart 1916’da Ruslara esir düşen Bediüzzaman Hazretleri iki buçuk yıllık esaret hayatından sonra Rusya’nın kuzeybatısında yer alan Kosturma’dan firar ederek 17 Haziran 1918 tarihinde İstanbul’a dönmüştü. İstanbul’da üst seviyedeki devlet adamlarının ve ilim çevrelerinin büyük teveccühüyle karşılanmıştı. Yaklaşık iki ay sonra, kendisini takdir eden Harbiye nâzırı Enver Paşanın Ordu-yu Hümayun adına teklif ve tavsiyesiyle, Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye üyeliğine tayin edildi. 25 Şubat 1918 tarihinde resmen kurulan Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiye bu dönemde Mehmed Akif, İzmirli İsmail Hakkı, Elmalılı Muhammed Hamdi, Mustafa Sabri, Saadeddin Paşa gibi büyük âlimlerin bulunduğu bir İslâm Akademisi mahiyetindeydi.

1916 yılında İngiliz Anglikan Kilisesi İstanbul’daki Şeyhülislâmlık Makamı’na Londra’dan bir mektup gönderdi. Mektup’ta İslâmiyet’in ruhu, mahiyeti, geldiği günden beri insanın düşünce yapısı ve medenî hayatı üzerinde ne gibi etkiler yaptığı, insanlığın farklı problemlerini nasıl çözdüğü, toplumları olumlu veya olumsuz etkileyen siyasî güçler ve manevî inanışlar karşısında tavrının ne olduğu gibi sorular yer alıyordu.

Şeyhülislâmlık Makamı mektubu Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiyye kuruluna havale etti. Mektup kurul üyelerine verildi ve bir cevap hazırlığına girişildi. Kelâm âlimi İzmir’li İsmail Hakkı cevap mahiyetinde bir risale hazırladı. Kurul başkanı Abdilaziz Çaviş başkanlığında risale incelendi. Az bir değişiklikle risalenin yayımlanmasına karar verildi. Ancak Şer’iye Vekili Hoca Vehbi Efendi diğer dillere de çevrilebilecek şekilde daha özlü bir çalışma istedi.

Bediüzzaman Hazretleri esaretten İstanbul’a döndüğünde konuyu önünde buldu. Fakat Bediüzzaman bu soruları gayet mağrurane buluyor ve bir tükürükle cevap verilmesini salık veriyordu. Bunun üzerine Abdilaziz Çaviş görevi üstlendi ve sorulara sade bir üslûpla özlü cevaplar verdi. Bu cevaplar yayımlanarak Anglikan Kilisesi’ne ve çeşitli yerlere gönderildi. Bediüzzaman Hazretleri bu meseleyi şöyle anlatıyor:

“Bir zaman İngiliz devleti, İstanbul Boğazı’nın toplarını tahrip ve İstanbul’u istilâ ettiği hengâmda, o devletin en büyük daire-i diniyesi olan Anglikan Kilisesi’nin Başpapazı tarafından Meşihat-ı İslâmiyeden dinî altı sual soruldu. Ben de o zaman Dârü’l-Hikmeti’l-İslâmiyenin âzâsıydım.

Bana dediler: “Bir cevap ver. Onlar, altı suallerine altı yüz kelimeyle cevap istiyorlar.”

Ben dedim: “Altı yüz kelimeyle değil, altı kelimeyle de değil, hatta bir kelimeyle dahi değil, belki bir tükürükle cevap veriyorum. Çünkü o devlet, işte görüyorsunuz, ayağını boğazımıza bastığı dakikada, onun papazı, mağrurâne üstümüzde sual sormasına karşı, yüzüne tükürmek lâzım geliyor. Tükürün o ehl-i zulmün o merhametsiz yüzüne!” demiştim. (Mektubat, s. 405).

Bediüzzaman Anglikan Kilisesi’nin sorularına sonradan cevap verir. Cevabının gerekçesini ise şöyle açıklar: “Tokmak gibi bir cevab-ı müskit vermek lâzımdı. Onu muhatap etmem. Bir hakperest adama böyle cevabımız var.” Yani cevabında Kiliseyi değil; cevapları merak eden hakperest kamuoyunu muhatap alır.

O soru ve cevaplardan birisi kısaca şöyledir: ”Mezâhim-i hâzıra (sınıf çatışmalarını) nasıl tedâvi eder?” (Toplumun huzur ve barışını nasıl sağlar?)

Bediüzzaman’ın cevabı: “Hurmet-i ribâ, hem vücûb-u zekâtla. (Faizi haram kılıp zekâtı emretmekle). Buna dâir şâhidim: “Allah faizi bereketini giderip onu mahveder.” (Bakara Sûresi: 276), “Allah, alış verişi helâl, fâizi haram kılmıştır.” (Bakara Sûresi: 275) “Namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin.” (Bakara Sûresi: 43) ayetleridir. (Süleyman KÖSMENE, Yeni Asya Gazetesi, 27 Aralık 2018).

Daha sonra ‘Sözler’ isimli eserinde bütün ‘ihtilâlât-ı beşeriyenin madeni’ yani toplumun huzur ve barışını engelleyen ihtilaller, isyanlar ve karışıklıkların sebebi olarak şöyle açıklamada bulunur: “Birinci kelime: ‘Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.’ İkinci kelime: ‘Sen çalış, ben yiyeyim.’ Evet hayat-ı içtimaiye-i beşeriyede havas ve avam, yani zenginler ve fakirler, muvazeneleriyle (dengeli olarak) rahatla yaşarlar. O muvazenenin esası ise: Havas tabakasında merhamet ve şefkat, aşağısında hürmet ve itaattir. Şimdi birinci kelime, havas tabakasını zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe sevketmiştir. İkinci kelime, avamı kine, hasede, mübarezeye sevkedip rahat-ı beşeriyeyi birkaç asırdır selbettiği gibi; şu asırda sa’y, sermaye ile mübareze neticesi herkesçe malûm olan Avrupa hâdisat-ı azîmesi meydana geldi.” (Yirmi Beşinci Söz, Birinci Şule, Üçüncü Şua).

“Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne” ve “Sen çalış, ben yiyeyim” sözleri zengin sermaye sahiplerine aittir. Böyle düşünen sermaye sahibi olan zenginler zulme, ahlâksızlığa, merhametsizliğe, bencilliğe düşmekte ve acımasız bir canavara dönüşmektedir. Buna karşılık fakir tabaka zenginlerin bu bencil yaklaşımına karşı kin, haset, düşmanlık ve çarpışma ile karşılık vermektedirler. Bu iki sınıf arasındaki muvazene ve ölçü bozulursa, o zaman toplumun huzuru ve barışı da bozulur

İslam bu iki kelimeye faizin yasaklanması ve zekâtın emredilmesi ile karşılık veriyor. Faizin yasaklanması “Sen çalış ben yiyeyim.” hastalığının tedavisi iken, zekâtın emredilmesi de “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.” hastalığının devası oluyor.

Nitekim Avrupa hâdisesi olarak misal verilen emek-sermaye çatışması; 1789 Fransız İhtilali ile başlayıp bolşevik hareketi ile devam eden en nihayetinde İkinci Dünya Savaşını netice veren ve ondan sonra yerini soğuk savaşa bırakan insanlık tarihinin en karanlık dönemlerinden biridir.

Bu dönemi istibdat (diktatörlük) yönetimlerine son verip; insan hak ve hukukunu güvence altına alıp; sosyal tabakalar arasında dengeli bir ekonomik paylaşım sağlayan demokratik yönetimlerle atlatan gelişmiş ülkeler İslam’ın emrettiği huzur ve barış ortamına epeyce yaklaşmışlardır. Bu da onların refah seviyelerini yükseltmiştir.

Bu durum aynı dengenin İslam ülkelerinde de sağlanıp istibdat yönetimlerine son verilerek faiz ve zekat emrinin uygulanması halinde toplumun huzur ve barışı sağlandığı gibi refah seviyesinde de mucizevi bir artış olacağını ispatlamaktadır.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*