Vahdet-i Vücud

Bu Vahdet-i Vücud meselesi asırları meşgul etmiş, itikada taalluk eden çok hassas bir mesele olduğu için bizim nice allameyi ve velayet-i kübrayı ihraz etmiş kimselere rağmen söz söylememiz haddimizi aşmaktır.

Lâkin “Ekabir bezm-i âhirde gelir” kaidesine uyarak; biz bu işi komprime halleden, geçmiş ulema ve meşayıhı, tasdik ya da tashih yetkisine haiz olan Bediüzzaman’a havale ediyoruz. Mesela o, Vahdet-i Vücud meşrebine saplanmanın çok sebeplerinden özellikle ikisini (bilmana) şöyle beyan eder:

1.Sebep: Mertebe-i rubûbiyetin hallakiyetini azami derecede zihinlere sığıştıramadıklarından kendilerini mecbur bilmişler.

2. Sebep: Firakı [ayrılığı] hiç istemeyen, fıraktan kaçan ve ayrılıktan titreyen… kurbiyeti, cennet gibi hadsiz bir iştiyakla arzulayan “aşk” sıfatı her şeydeki akrebiyeti ilahiyenin bir cilvesine yapışmakla aşk sarhoşluğuyla o müthiş fıraklardan kurtulmak için “la mevcude illa hu” (ondan başka hiç bir varlık yoktur) diye vahdet-i vücut meselesini melce ittihaz etmişler. (Onsekizinci Mektup s.143-144)

Biz de bu vesileyle, Mesnevî-i Nuriye ve On Sekizinci Mektub risalelerinden nakiller yaparak, anladığımızı ifadeye gayret edeceğiz.

Vahdet-i Vücud; Cenab-ı Hakk’ın zatı için, “yegane mevcut” anlamında hakikatte doğru ise de onun esmasının tecellisi olan mahlukatı inkara kadar gidince, maddeye müptela olanların tepkisine yol açmıştır. Halbuki bizim, “Kellimünnas alâ kadri ukulihim” kaidemiz de vardır. Zira: “İdrak-i maalî bu küçük akla gerekmez, zira bu terazi bu kadar ağır sıkleti çekmez” de denilmiştir. Yine Üstad Hazretlerinin, bilhassa bu asrın hastalığı olarak: “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir, göz ise maneviyatta kördür.” diye de, harika bir tesbiti vardır.

Demek gözü maddeden başkasını görmeyen nâdanlara bu meseleyi anlatmak; köre renk tarif etmekten zordur. Yani siz Güneş’i hiç görmemiş birine, Ay’dan gelen aydınlığın Ay’ın değil de Güneş’in olduğunu nasıl anlatacaksınız? İşte İbn Arabî de, öylesine zor bir işe girişmiştir. Yani o kişiye önce Güneş’i göstermeli ya da o kişiye Güneş, görür gibi çok iyi isbat edilmeli. Yoksa bu mesele, o kişi için iman-ı tahkikîden sonraya bırakmalıdır. İbn Arabî belki bu meseleyi kendi asrının maneviyat timsali insanlarına anlatabilir fakat, bu ‘madde asrı’nın insanlarına bu meseleyi anlatmayı, bu asrın sultanına bırakmak gerekir.

Yukardaki gerekçelerden dolayı Üstad: “Muhakkikîn-i Sofiye’nin, müteşabihat hükmünde olan şatahatıyla [kendinden geçmiş bir vaziyetteyken söylenen dengesiz sözleriyle] istidlâl edilmez. [Sekir halindeyken söylenmiş dengesiz sözler delil olmaz].” demektedir ki; bu sözle, taklidî iman sahiplerinin idrak seviyesi hesaba katılmamıştır. Belki o dönemlerde bu derece mahzur yoktu fakat bu asırdaki ‘maddede boğulanlar’ için daha analitik bir metot kullanılmalı. Yani en azından mevcudatı “Vacibü’l-Vücud” ve “Mümkünü’l-Vücud” diye ikiye ayırarak, bu tabirin ancak “Vacibü’l-Vücud” için kullanılacağı izahıyla, kendi konumu önce ona izah edilmeli.

Allah korusun; o Vahdet-i Vücud’u, maddeye tatbik etme tehlikesi bu asrın acı gerçeğidir. Hatta buna dikkat çekmek için olsa gerek İbn Arabî’nin de, “Bizden olmayanlar eserlerimizi okumasın.” itirafı da göz ardı edilmektedir.

Halbuki kaidemiz: “Siru alâ seyri ezafuküm” [Yürüyüşünüzü en zayıfınıza göre ayarlayın] şeklindedir.

Yani Üstad’ın ifadesiyle: “Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, Vahdet-i Vücud’dan dem vursa haddini tecavüz eder. Dem vuranlar, Vacibü’l-Vücud’a o kadar hasr-ı nazar etmişlerdir ki, mümkünattan tecerrüt ederek, yalnız bir vücudu belki bir mevcudu görmüşler.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*