Dindar şahsiyetin kindar siyaseti

Devlet başkanı, yahut hükûmet reisi olan bir liderin dindar olması, onun icraatinin veya takip ettiği siyasetin de dine uygun olduğu anlamına gelmez. Hatta, durum tam tersine bile olabilir. Nitekim tarihte olmuştur.

Tarihte olduğu gibi, örnekleri bugün de var. Yani, baştaki zât görünürde veya gerçekte dindar olduğu halde, takip etmiş olduğu tarz-ı siyasetin din ile, İslâmiyet ile bağdaşır bir tarafı olmayabilir.

Sene 1907. Devir, Sultan II. Abdülhamid devri. Rejimin adı Mutlâkıyet. Yani, monarşik sistemin ve “tek adam” iktidarının hükümfermâ olduğu rejimin tâ kendisi.

O döneme ait önemli bir husus da şudur: O zamanın “tek adam”ı şefkatli, merhametlidir. Sonradan da mazlûm duruma düşmüş veli–misâl bir padişahtır, Sultan Abdülhamid.

Dolayısıyla, o devrin yakıcı, bunaltıcı ateşlerinden sorumlu yegâne idareci değildir. Şüphesiz, o diktatöryal idarenin başka suç ortakları da var.

O suç ortakları, hükümet kapısında duran ve fikrî istibdadın devamını isteyen bazı yağcılar, riyâkârlar, yalaka tipler ve bir kısmı totaliter kafalı askerler ile menfaatperest siyasetçilerdir.

Hepsine birden “istibdat koalisyonu” denebilir. Bunlar, koca bir milleti “sigara kâğıdı gibi ince” bir dikta perdesi altında inim inim inletiyordu: Onların hükümfermâ olduğu devirde, doğru dürüst bir yazma-konuşma hürriyeti, yani fikir serbestiyeti yoktu. İdamlar da pek yoktu gerçi; ancak, sansür ve sürgün kànunu, bütün katılığıyla uygulanmaya devam ediyordu.

Netice itibariyle, otuz yıldan fazla zamandır süregelen bu “hafif istibdat” yönetimi, perde altında öylesine şedit, öfkeli, garazlı bir muhalif kitleyi besledi ki, ülke siyasetini müthiş bir infilâkın eşiğine getirdi. Taraflar arasında alevlenen kin ve intikam duyguları, insanlardaki vicdan terazisini dahi bozacak kadar ciddi sarsıntılara yol açıyordu.

İşte, tam bu esnada, Şark’ın yalçın dağları arasından çıkıp yollara düşen Bediüzzaman Said Nursî, matbuat sahibi Ahmed Râmiz’in tâbiriyle “İstanbul’a bir güneş gibi doğdu.”

Üstad Bediüzzaman’ın 1907 yılı sonlarında memleketi olan Bitlis’ten yola çıktığı anlaşılıyor. Yanında o tarihte Bitlis valisi olan Tahir Paşanın padişaha hitaben yazdığı mektubu var.

Onun İstanbul’a geliş maksadını ve burada başına gelenleri yine Ahmed Râmiz’den dinleyelim. Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin 1957 yılı teksir nüshasının başında, ilk nâşir olan Ahmed Râmiz’in bu meyandaki sözleri şöyle:

“Saîd Nûrsî, İstanbul’a şûrezâr (çorak kalmış) Vilâyât-ı Şarkıyyenin maârifsizlikle öldürülmek istenilen Yıldız siyâsetini zelzeleye vermek azmiyle gelmişti.

“Dahâ İstanbul’a gelmeden Van’dan, Bitlis’ten, Mardin’den defaâtle nefyolundu. İstanbul’a gelmesiyle beraber, Sultan Abdülhamîd tarafından da sûret-i mahsûsada tarassud (gözetim) altına aldırıldı. Birkaç kere tevkîf edildi.

“Nihâyet bir gün geldi ki, Saîd Nûrsî’yi de Üsküdâr’a Toptaşı’na yolladılar. Çünkü, hapishânede îkaz edilecek kimseler bulunmak muhtemeldi.

“Tîmârhâneden ikide bir çıkarılıyor; maâş, rütbe tebşîr ediliyor… Hz. Saîd: ‘Ben Vilâyât-ı Şarkıyyede medrese-mekteb açtırmak üzere geldim. Başka bir dileğim yoktur. Bunu isterim, başka bir şey istemem’ diyordu.”

Bakalım Said Nursî, İstanbul’a geldiği ilk aylarda “Yıldız siyaseti”nden daha başka neler çekti ve kendisi bu durum karşısında neler yaptı… Bir sonraki yazıda bu konuya temas etmeye çalışalım.

1907 yılı sonlarında İstanbul’a geldikten sonra, Şark vilâyetlerindeki eğitim-maarif hizmetlerini geliştirmek için hükümet nezdinde harekete geçen Bediüzzaman Said Nursî, meramını dile getirdiği bir dilekçe ile Saltanat Sekreteryasına takdim eder.
Dilekçesinde, haliyle Şark vilâyetlerinde uygulanmak üzere gerekli maarif projeleri (mektep ve medrese) için ciddî taleplerde bulunur. Ayrıca, memleketin genel durumu hakkında da bazı teklif ve tavsiyeleri olur.

Onun bu teklif ve talepleri, ne yazık ki başına ciddî işler açar. Bilhassa Padişah’tan gelen ihsan (bir kese altın) ve maaşı kabul etmemesi, her suâle cevap veriyor olması ve yönetimi kızdıracak derecede hürriyet ve meşrutiyetten yana tavır sergilemesi, Yıldız Sarayı siyasetini evham ve endişeye sevk eder. Neticede, iş Yıldız Askerî Mahkemesine kadar gider. Orada yargılanır, Üstad Bediüzzaman. Mahkemenin akabinde, evvela tımarhaneye, bilâhere hapishaneye sevk edilir. Ancak, her iki “mekteb-i musibet”ten de beraat ederek kurtulur. Fakat, yine de takip ve tarassut altında tutularak ona rahatlık yüzü verilmez.

Bu dönemde başına gelenler ve görmüş olduğu aykırı muameleler hakkında bazı çarpıcı ifadeler Üstad Bediüzzaman. İşte, kitaplara ve tarihin kayıtlarına geçen o ifadelerden bir kaçı:

“Evvel (1908’den evvel) Şark’ta fenalığın sebebi, Şark’ın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan İstanbul’u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim (açıp baktım). Anladım ki, kalbindeki hastalıktır, her tarafa sirayet eder. Tedâvisine çalıştım; bir divânelikle taltif edildim.” (Divân–ı Harb–i Örfî: 87)

Divânelikle suçlanan Said Nursî, gönderilmiş olduğu Üsküdar Toptaşı Bimarhanesinde karşısına geçen doktorlara derdini anlatırken şunları söyler: “Dedim: Ey Tabîb Efendi! Sen dinle ben söyleyeceğim… Cinnetime (deliliğime) bir delîl daha senin eline vereceğim: Suâl olunmadan cevâb… Antika bir dîvânenin sözünü dinlemeyi arzû ederseniz. Muâyenemi muhâkeme sûretinde istiyorum. Senin vicdânın da hakem olsun. Tabîbe ders-i tıb vermek fuzûlîlik; ammâ, teşhîs-i illete yardım edecek noktalar hastanın vazîfesidir. Hem de istikbâl sizi tekzîb etmemek için, dinlemeye lüzûm görmeli, söylediklerimi nazar-ı mütâlaaya almalısınız.”

Üstad Bediüzzaman, kendisine yapılan itham, isnat ve suçlamalara karşı özetle şu açıklamalarda bulunur:

1. Kaba olan ahvâlimi, hassas İstanbul mizânıyla (terazisiyle) tartmamalısınız. Öyle yaparsanız, Dersaâdet’ten (Başkent’ten) önümüze sed çekmiş olursunuz. Hem de ekser Şarklı hemşehrilerimi tîmârhâneye sevk etmek lâzım gelir.

2. Ben “Nemelâzım, başkası düşünsün” demem, diyemem. Ben Müslümânım, İslâmiyet cihetiyle mânen me’mûrum ve sadâkatle mükellefim.. Millete, dîn ve devlete nâfî (faydalı) olan bir şeyi düşüneceğim.

3. Cinnetime hükmeden zevat, tezad içindedir. Zîrâ, ef’alleriyle demişler: “Dîvânedir; çünkü, her mesâil-i müşkileye cevâb veriyor.” Böyle bir delîl getiren, elbette delidir.

4. Eğer müdâhane (yağcılık, riyâkârlık, yaranmak), menfaat-i umûmiyyeyi menfaat-i şahsiyyeye fedâ etmek aklın muktezâsından addedilmek lâzım gelirse, şâhid olunuz ben o akıldan istifâmı veriyorum. Dîvânelikle iftihâr ediyorum.

Son olarak, Yıldız Hükümetinin “zaptiye nâzırı” olan paşaya (Şefik Paşa’ya) hiddet edip bağırması da cinnetine bir başka delil sayılması karşısında, Said Nursî şu mealde cevap verir: “O halde zaptiye nâzırı da divânedir. Zira, o da bağırarak konuştu. Demek ki, onun da buraya getirilmesi lâzım.”

(Not: Yukarıda nakletmiş olduğumuz bilgiler, Divân–ı Harb–i Örfî isimli eserin 1957 tarihli Osmanlıca teksir nüshasında yer alıyor.)

Görüldüğü gibi, 1907’de İstanbul’a gelen Said Nursî’nin başına neler geliyor, neler. Bütün bunlar, bizzat kendisinin de şahsiyetini dindar, şefkatli, merhametli olarak gördüğü Sultan Abdülhamid merkezli bir istibdat siyasetinin hükmettiği bir dönemin genel tablosunu yansıtıyor: Demokrasinin olmadığı, hürriyetin cinayet sayıldığı, milli meclisin kapatılmış olduğu ve anayasanın da askıya alındığı bir devrin genel görüntüsü…

Oysa ki, baştaki zat, yani devlet başkanı olan Sultan, hakikaten takvalı şefkatli bir şahsiyettir. Ne var ki, onun iyi bir şahsiyet olması, takip ettiği siyasetin de dine uygun olduğunu göstermiyor. Demek ki, hemen herkes için geçer olabilecek şu ölçüye dikkat etmek lazım geliyor: Reislerin siyaseti ile şahsiyetini birbirine karıştırmamalı, ikisini ayrı ayrı değerlendirmeli.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*