Duâ vakti

Kader konuşunca cüz’i ihtiyarî susarmış. Herşey takdir edildiğine göre insanların yapacakları fazla birşey yok. Hakettiklerimiz ve başımıza gelmesi muhtemel felâketler “Kazâ ve Kader” destgâhından çıkana kadar, ümitle yine Allah’ın üçüncü bir kanunu olan “Atâ”ya sığınmak da inancımızın gereği. Levh-i mahfuzun sayfalarına “yazıcı meleklerce” kaydedilmiş birçok şeylerin “Atânın engellemesine” takıldığını ve O’nun atasıyla birçok musibet ve ıztıraba düçar olmadan yaşadığımızın belki de farkında değiliz.

Muhtemel Irak savaşına; aydın, diplomat, milletvekili ve bilhassa gazeteci olarak taraf olan “boş” veya “yılan bakışlı” insanları ekranlarda gördükçe büyük bir felâketi daha hakettiğimizi düşünüyorum. Menfaat, korku ve yetmiş senedir Kemalizmin üzerimize boca ettiği “Arap düşmanlığı” saikiyle, tüm dünyanın ve insanlığın lânetlediği bir savaşa taraf olmanın arzı, semayı veya havayı emr-i ilâhî ile gazaba getireceğinden Rabbi’mizin “Atâ kanununa” sığınmak için bu satırları karalıyorum. Toplumda Müslüman veya mü’min olduğu halde, helâk olmuş kavimlerin fertleri gibi “ilâhî ikaz”lara dudak bükenleri görünce, endişelerimizin ne kadar haklı olduğunu düşünüyoruz.

Bizdeki nifak cereyanının ağlarına kapılanların ilâhî ikazlara bakış açısı ile Amerika’daki dinsizlerin Colombia mekiğinin infilakinden sonra, kafalarınca “Allah inancını” devredışı bırakma gayretleri arasındaki izdüşümünü satırlarda seyrettikçe, ahirzaman fitnesiyle aynı zaman dilimini paylaşmanın vehametini dünyamda hissetmeye başladım. Geçmiş nebiler dönemindeki helâketlerin mevzii olmasına karşın, nübüvveti tüm insan, cin ve coğrafyaları kaplayan Peygamberimizin bahsettiği dehşetli belâ ve musibetlerin daha umumî olacağını düşündükçe; muhtemel bir Irak savaşını kafalarında mevzii farz ederek dünyayı bu dehşetli tahribatçıların bomba ve denemelerine teslim eden “ahmakların” sebep olacakları cihanşumul cinayetin muhtemel neticesinin dehşeti, bizi bugün “Atâ kanununa” sığınarak Arafat ve Beytullaha yönelmeye mecbur ediyor. Aslında, istek, duâ ve selâmlarımızı bu büyük kongrede bizi temsil edecek hazlarımıza teslim etmiştik. Fakat yaklaşmakta olan felâketin dehşeti ve geniş boyutları, Arafat’la aramızdaki mesafeyi kaldırıp, bizi Kâbe ile yüzyüze getiriyor. Uzakta da olsa “lebbeyk” seslerimizle onları teşci ve tebrik ederek, Rabbimizin içimizdeki ahmakların yüzünden bizi yakmamasını dileyerek yaklaşmakta olan ateşi belki gözyaşlarımızla söndürebiliriz.

Bugün tüm hacıların “şahs-ı manevî” sırrıyla velâyet makamına yükselecekleri gün. Allah velisinin arzusuna lâkayd kalmayacağına göre, dünyevî makam, elbise ve varlıklarından sıyrılmış milyonların Cebel-i Rahme’ye yönelişlerini ekranlarda seyrediyormuşçasına onlara katılmamız, Rabbimizi sevindirecektir. Adem babamızla Havva annemizi mağfiretiyle kucaklayan Rabbimizin belki de; bugün, o mekân ve mezkur yakarışlar hürmetine bize de nazar eder de, bizi “ahirzaman fitnesinden, Mesih-i deccal fitnesinden ve süfyanın nifağından” muhafaza eder.

Bugün bizim için, orada olmakla burada olmak arasındaki fark kalkmalı, değil mi? Yüzbinlerce, belki de milyonlarca masum, nükleer silâhlarla yanmadan, korkusuzca başımızı İsmail (as) gibi İbrahim’in (as) elindeki bıçağa uzatabilirsek, belki semadan yine koçlar indirilir ve İsmailler kurtulur… Mina vadisindeki keskin taşların ayaklarımıza batmasına aldırmaksızın “şeytanlara” yapacağımız yürüyüş, eminim ki hem şeytanları ve hem de “şeytan komutasındaki” şahinler ordusunu korkutacak ve hatta “Allahuekber” sadalarının bir ağızdan çıkışıyla şeytanlar bu kıtaları terk edip Atlas ötesine kaçacaklardır. Temsilcilerimizin Mina’deki temsilî şeytanı taşlamalarına karşın, biz de, şeytanları evlerimizden, ekranlardan, gazete sayfalarından ve tüm Ortadoğu’dan defolacak şekilde taşlamalı değil miyiz? Savaşı mübah göstermeye kalkan gazeteci, diplomat, asker veya inisiyatifsiz vekilin feri insanlığı müdafaa ve “dik duruşunuz” karşısında dönmeli… Karşımızda sözü kekeleyerek ağzında kalmalı… Belki böylece “muhtemel dehşetli cinayetin” büyüklüğünü ve kapsam alanını idrak edebilirler.

Kefenlere bürünmüş, gözyaşlarına saçı-sakalı banmış ve hıçkırıklara boğulmuş temsilcilerimiz, ölüm karşısındaki korkusuzluğumuzu sembolleştiriyorlar. Müslümanlar “zalim olmaktan” korktukları kadar ölümden korkmazlar, mânâsını onlar arada haykırırken, biz de aynı mânâyı menfaatleri uğruna dünyayı ateşe verenlerin yüzüne haykırabilsek, belki de korkakların akılları başlarına gelecek. Zira dünya yandığında haşarat da beraberinde yanacaktır. Tıpkı geminin ambarını kemirerek batmasına sebep olan farelerin kurtulamadığı gibi…

Müslümanlar, yaratılma noktasında insanlar kadar bitkileri, hayvanları ve diğer canlıları kendilerine kardeş bildiklerinden, onlar yerkürenin tüm hukukunu, belki de kâinatın hukukunu müdafaa sadedinde canileri Allah’a şikâyet ediyorlar.

Bugün evlerimizde değil, muhteşem kongrenin yapıldığı mekânda kendimizi farz edelim. Bazan İsmail, bazan Hacer olalım. Safa’dan Merve’ye, Merve’den Safa’ya İsmail’in makam-ı İbrahim’deki yerinden gözlerimizi ayırmadan Kâbe’nin Rabbine yalvararak Hacer’in heyecan ve helecanını okuyarak bugün de âlem-i İslâmın ve insanlığın selâmetine duâ edersek, İsmail’in minnacık topuklarının altında kaynayan O’nun rahmeti bizi de içine alır.

Ah! Beni İsrail… Ortadoğu’daki tarihî faciaların hem zahirî faili, hem de mefulu… Hırsıyla hep insanlığın zararına yol açtın. Beni İsmail’i kıskanmakla zaman zaman dünyanın huzur ve sükununu kaçırdın. Sonra da… Sonra da birçok coğrafyalardan kovuldun. Bugün dünden daha vahim… Teknolojiyle ifsadını “global” hale getirince hicranın da globalleşeceği benziyor. Keşke âlem-i İslâmın şu mukaddes kongresinden çıkan “barışa” amin diyebilseydin. Üç paralık dünya hırsı gözünü kapatıp, insanlığın ulvî değerlerine kör olmasaydın… Hırs ve nifak dürtüleriyle “global dinsizlik cereyanına” taraf olmasaydın. Dünya kamuoyunun hışmını üzerine çekmeye başladığını biliyorsun. Tehcirin için coğrafyaların bittiğini de…

Yeryüzü bir mescid değil miydi? Mihrabı Kâbe ve minberi Medinetü’n Nebi değiller miydi? Adem’i, İsmail’i, İbrahim’i, Hacer ve Resulullah’ı yaşayacak yalnızca hacılar mı olmalı? Hayır… Dünyanın bir köye dönüştüğü, seslerin tarrakalarla levh-i mahfuzda yankılandığı bugün hepimiz dergâha durmalıyız. Bin seneden beri Kur’ân’a bayraktarlık yapmış kahraman ordumuzun Müslümanlara saldırmaması ve o habis menfaatperestlere sınırlarda bekçilik yapmaması için duâya durmamız lâzım. Cafer-i Sadık’ın, Hasan el-Basri’nin, İmam Hüseyin ve Gavs-ı Azam’ın merkadlerine inecek bombalar, inanınız ki bizi de canevimizden vurur. Ey Hanifi coğrafyalar!. Yarın rûz-u mahşerde İmam-ı Azam’ın yüzüne nasıl bakacaksınız.. Kalbinde savaşa zerre kadar tarafgirlik besleyenlerin bizi düçar edecekleri felâkete karşı, Arafattaki temsilcileriniz gibi durabilirsek, inşaallah rahmet kapıları açılır. Henüz fırsatı kaçırmış değiliz.

Kurtuluş Savaşı arefesinde İngiliz desteğinde Anadolu’yu işgale kalkışan Venizelos’un akibetini bilirsiniz.

Bediüzzaman Hazretleri bir Cuma gecesinde sabaha kadar gözyaşıyla yalvarmış ve sabahla birlikte, o meşhur müjdeyi almıştı: ‘Kral Venizelos’u gece yatağında saraya mensup bir maymuncuk gırtlağından ısırarak öldürmüş… Zavallı maymuncuk da orada vurularak şehit olmuş… Siyaset çarhına oturan bir maymun tüm dengeleri alt-üst etmiş. Hem İngiliz, hem de Yunan zamanın da hücum edemeyince, ülke işgalden kurtulmuştu… Nemrut’u geberten sinek ve firavunun sarayını tepesine geçiren karınca gibi nice Allah’ın askerleri hazırkıta beklerken, fırsatın henüz geçmediğini düşünüyoruz. Yeter ki, niyazlarımız bugün arşa yükselip, Atâ kanununu devreye soksun… Bugün her köşe Arafat, her dakika vakfe olsun bize… Böyle olursa bayramımız bayram olur. Kurbanlarımız da Hz. Cibril’in getirdiği KURBAN!.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*