Hakikatin içinde, ama nasipsiz olmak

Uzun zamandır kafamı kurcalayan ve birçok kere de şahit olduğum bir durumu ele almak istiyorum.

Risâle-i Nur’u okuyup anlamamak, tam istifade edememek, hayata geçirememek veya tamamen nasipsiz olmak nasıl olur?
Evet, bu asrın en yüksek Kur’ân hakikatleri olan Risâle-i Nur eserlerinin akıllarda yerleşmesi ciddî bir talim, gayret ve süreklilik ister. Bunun için de sürekli okumak, mütalâa yapmak, anlayarak okumak, okuduğunu hayata tatbik etmek niyet ve gayretinde olmak; ihlâs, istikamet ve sadakati bırakmamak asıldır.

Aksi halde hakikatler, dersler kulaklardan bir bir geçer, fakat kalbe ve akla yerleşip, davranışlara dönüşmez. Bu bir nasipsizlik halidir.
Zira birçok insan bilmediği, duymadığı için yanlışlara girebilir. Fakat bildiği, duyduğu halde yapmamak, uygulamamak, öğrenmemek, okuyamamak, anlayamamak aslında ciddî bir kayıp halidir.
Elbette bunların pek çok sebebi vardır. Her şeyden önce bu daireye giriş niyeti ve ihlâs çok önemlidir. Farklı maksat ve gayelerle girenler bu dairenin feyzinden istifade edemeyecektir. Zaten istifade niyetiyle bu daireye girilse, o dairenin feyzi o insanın hastalıklarını tedavi edecektir.
İman ve Kur’ân dâvâsında böyle hakikatten istifadesiz, nasipsiz kimselerin varlığı bilinmelidir ki, hareket, bu tiplerin davranışları ve tutumları üzerine bina edilmesin.
Nitekim Hazret-i Peygamber’in (asm) yanında bulunmuş, o hakikat güneşinin sohbetine muhatap olmuş ancak niyet problemi dolayısıyla münafık bir ruh olmaktan kurtulamamış tiplerin varlığı bilinmektedir. Peygamber Efendimiz (asm) böyle tiplerin varlığını bildiği halde, ifşa edip perdeyi yırtmamış ve onlara karşı sahabelerini tedbirli olmak noktasında uyarmıştır.
Hakikatlerden istifade eden veya etmeyen kişilerin günlük hayatta gösterdikleri davranışlar ve yaklaşımlar aslında onların ruhlarından, nasip veya nasipsizlik hallerinden haber verir.
Bu noktadan hareketle iman ve Kur’ân hizmetinde bulunanların, hakikatlerin içinde oldukları halde, münafık ruh halini taşıyanların var olabileceklerini dikkate almaları gerekiyor. Onların varlığının farkında olarak, tedbiri de elden bırakmadan iman ve Kur’ân hizmetlerine devam etmek daha sağlıklıdır.
Dairenin içinde olup, istifadesiz kalanların ciddî bir niyet muhasebesi yapması gerekir. Zira niyet çok önemlidir. Niyet doğru olmadıkça hayırlı işlerin, yardımların, fedakârlıkların ve ibadetlerin hiçbir faydası olmaz. Kalp selâmeti, selimiyeti, safiyeti ve tasfiyesi ancak ihlâs ile mümkündür.
Hakikatlerin kalbe girmesine engel olan manevî hastalıklar da nasipsizliğe sebep olabilir. Dünya lezzetlerine düşkün olmak, gurur, kibir, hırs, kıskançlık, haset gibi hastalıklar kalbi kirletir. Kirlenen bir kalbe, dersler tesir etmez veya tesiri az olur. Böyle bir insan duysa da, bilse de bu duyup ve bilmeleri ona bir fayda sağlamaz. Burada asıl olan, “Def-i şer, celb-i nef’a racihtir” prensibince, önce takva ile tövbe ve istiğfar ile ciddî bir kalbi temizlik, sonra tezyin yapmaktır. Zira günahlarından ve manevî hastalıklarından rahatsızlık duymamak ve haberdar olmamak hali, hakikatlerden nasibi azaltacaktır.
Bunlardan başka, ciddî kişilik bozukluğu olan insanlar, meselâ narsist tipler de bu dairenin içinde iken, nasipsiz olabilirler. Yapıp ettikleriyle gururlanan, yapmadıklarını yapmış gösterip övünen, övülmekten hoşlanan, kendilerini çok farklı gören ve hatta çevrelerine misyon adamı olduklarını empoze etmeye çalışan bu bozuk kişilikler de elbette hakikatlerden nasipsiz kalacak veya olması gereken yerden ve konumdan çok daha aşağılarda davranışlar sergileyecektir.
Ciddî kişilik bozukluğu olan bu insanlar, kendilerini müttakî, dindar, Allah’tan korkan bir mü’min diyerek övülmekten hoşlandıkları gibi, öyle olmadığı halde samimî, fedakâr, şerefli bir insan olarak, propaganda etmelerini isterler. Hatta bu söylemi söyletmek için, ciddî olarak gecesini gündüzüne katarak hizmet dahi yapabilirler. Nitekim konuyla ilgili, Peygamber Efendimiz (asm) zamanında yaşanmış bir örnek dikkat çekicidir. Mü’minlerin safında yer alıp, savaşta can vermiş, fakat cehennemlik olmuş birisinden Peygamber Efendimiz (asm) şöyle bahseder. “O, din yolunda cihad için değil, Mekke’nin kadınları kahraman desinler diye savaştı ve öldü.”
İman ve Kur’ân hizmetinin içinde de bulunabilen bu kişilikler, tövbe etmediği ve hatasını anlamadığı sürece, samimî ruhlar tarafından soğuk karşılanır, ferasetleriyle bu yapılar hissedilir ve çoğu zaman da Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle hizmetin dışına atılırlar.
Yine bir başka nasipsizler ise, ülfet hastalığına tutulanlardır. Yani duyduğu hakikatlerin, derslerin, onun nazarında sıradanlaşması, alışkanlığa dönüşmesidir. İnsan bir noktada istikamet ve devamlılık kazandıktan sonra bir yol ayrımına gelir. Birisi ülfet hastalığına tutulma halidir. Diğeri ise, duyduğu hakikatlerde iyice derinleşme halidir. İşte insan satır aralarında daha da derinleşmesi gerekirken veya daha farklı pencereler ve nazarlarla tefekkür etmesi gerekirken, duyarsızlaşmaya başlaması, ‘Her seferinde aynı şeyler’, ‘Zaten biliyorum’, ‘Farklı bir şey duymuyorum’ söylemleri, onun ülfet hastalığına tutulduğunun göstergesidir.
Ülfet, insan için bir sükût ve duyguların ölümü demektir. Hissizleşme, şevk ve heyecanı yitirmeye sebep olur ve kulluk yolunda gereken ciddiyetten uzaklaştırır.
İşte böyle bir insanın bir an evvel Rabbinden gelen mesajlara kalbini açması, duâ etmesi bu hâlinin farkına varıp, kendini, sığlıklardan, şevksiz, gayretsiz, ciddiyetsiz hallerden derinliklere, yeni keşiflere, onu ikaz edecek samimî dostlar arayışına girmesi şarttır. Aksi halde hakikatlerin içindeyken önce nasipsizleşir, sonra da dairenin dışına bile çıkabilir.
Bir başka problem ise, kendisine faydası olmayan, fakat başkalarına faydası olabilecek kadar ilmî derinliğe sahip kişiliklerdir. Bu tip insanlar “Bile bile dünyayı ahirete tercih ederler” âyetinin tehdidine maruz kalan ve bu noktadan bakıldığında vebali ve günahı büyük olanlardır. Bunlar çakmak taşına benzer. Çakmak taşında kabiliyet vardır. İnsanlar bu taştaki kabiliyetten ateş yakar istifade eder. Fakat taşın, bu enerjiden kendisine hiçbir istifadesi olmaz. Hatta bazen bilgileri, ilimleri ona zarar bile olabilir. Bir hadis-i şerifte, “Kıyamet gününde en şiddetli azap görecek kimse, Allah-ü Teâlâ’nın kendi ilminden kendisini faydalandırmadığı âlimdir” buyrulmaktadır. Zira ders vermek, nasihat etmek, iyiliği emir, kötülükten sakındırmak, yazılar neşretmek, kitaplar çıkarmak gibi işler ancak rıza-i İlâhî olduğu vakit faydalı olur. Kişinin söylediği hakikatleri önce kendi dünyasında yaşaması, diğer insanlara söylediğindeki tesiratı arttıracaktır.
Hâsılı, Risâle-i Nur hakikatlerini okuyan ve dinleyenler fakat anlamayanlar da nasipsiz kalmazlar. İhlâs, sadakat ve samimiyetleri nispetinde nasiplenir ve feyizlenirler. Zira Bediüzzaman, “Gafletle yapılan zikirler dahi, feyizden hâlî değildir.” buyurmaktadır.
Anlaşılıyor ki, ciddî bir niyet ve ihlâs problemi taşımayan insanlar az çok hakikatlerden istifade edeceklerdir.
Bir yerde bir istifadesizlikten bahsediliyorsa, buradaki problem, ilgili eserlerde değil, istifade edemeyen, kalp, akıl ve ruh programını bozmuş kişilerdedir.
Eğer niyet problemi yoksa, manevî hastalıklarının farkında ise, günahlarından rahatsızlık duyuyorsa her insan, aklı bazı hakikatleri kavramasa da kalp ve ruhu hissesiz kalmaz. Zira okuyan ve sürekliliği olan kişilerde idrak gelişir, kalp inşirah eder ve ruh hakikatlere ayna olur. Bu yüzden sabırla okumaya, mütalâa ve sohbetlere devam etmeye lüzum vardır. Zira tedavi olacak başka kapı yoktur.

Benzer konuda makaleler:

İlk yorum yapan olun

Makale hakkında düşüncelerinizi paylaşın...

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*